Bu hafta, yazıya dökülmüş
kelimelerin kalıcılığını bir kez daha bize hatırlatan bir konuğumuzun
hikâyesine ayırdık sayfalarımızı…
Alsu Hasanova-Bulut; 21 Mart
1978, Kazan, Tataristan doğumlu, Kazan Devlet Üniversitesi, Tatar Dili ve
Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra Rusya, Tataristan Cumhuriyeti’nde
yayınlanmakta olan “Vatanım Tataristan” gazetesinde edebiyat ve sanat bölümünde
yazarlık yaptı. 2000 yılı Ocak ayından itibaren gazetecilik yapan Alsu 29 Nisan
2015 günü kansere yenik düştü ve otuz yedi yaşında hayata gözlerini yumdu.
Bu hikâye, Kazan,
Tataristan’da yayınlanmakta olan “Kazan Utları / Kazan Işıkları” adlı aylık
derginin, Temmuz 2009 sayısında yayınlanmıştır.
Tatarca’dan Türkçe’ye eşi Levent
Bulut tarafından çevrildi ve bize kendisi tarafından ulaştırıldı. Teşekkür
ederiz.
Nihayet, onun senelerdir
kelimenin tam anlamıyla tek ve son dayanağı olan koltuk değneklerini bırakıp,
evine yürüyerek gidebilecek! Az önce doktorun ağzından dökülen sevinçli haberle
birlikte Seriye kendini göğün yedinci katında gibi hissetti. Hatta hemen
oracıkta etrafını sesi ile çınlatıp, başını göğe kaldırıp, avazı çıktığınca
türkü söyleyesi geldi. Günü gör yine, günü. Güneş de sevincini paylaşmak ister
gibi. Onun pembe yüzünü nasıl da sevip şımartıyor! Daha da öte, içini ısıtıp
güvenle dolduruyor. Seriye kapkara hilal kaşlarını, yüzünün iki yanına uzanan,
koyu kahverengi, dalgalı saçlarını elleriyle okşayıp salıverdi. Yüzünü taa
içten gelen bir gülümseme kapladı. Yüzünün ortasında bir “sevda çukuru”
peydahlandı. Kahverengi gözlerini kısıp güneşe bakarak yürüdü. Yaşamak ne
güzel!
Hastane merdiveni önünde
duran genç kadının, yıllardır süregelen acılarını unutturan o mutlu ruh hali,
birinin “Seriye” seslenişi ile ansızın irkilip gitti. Ne kadar dikkatle baksa
da karşısındaki erkeğin yüzünü hiç de hatırlayamayışına üzüldü. Ama karşısında
gördüğü yüzde okuduğu bu şaşırıp dona kalma hali; ta içten, en gizli gönül
derinliklerinden gelen, nicedir yeşeren ümit; sözsüz de anlaşılırlık, yalvarma
ile yönelmiş kara gözler; az sonra onun hafızasını tazeleyip, sevinçli
hislerini yeniden uyandırdı.
Dur hele, dur! İldus değil mi
bu? Öyle bile olsa neden çıkıp buraya gelsin ki?
Seriye, ona seslenen kişiye
bir kez daha dikkatle baktı. Yok, yüzüne değil, kara gözlerine. Erkek her
nedense utanır gibi öte tarafa döndü. Bu o işte! Tatlı dilli İldus!.. Gözlerine
dosdoğru dikilip bakıldığı zamanlar, bakışını daima, işte aynen böyle diğer
tarafa çevirir.
Tatlı dil demişken, bu
delikanlı, insanı sadece güzel sözlerle baştan çıkaran biri değildi. İldus'un
uzun boyu, kap kara gözleri, iki yana çizilmiş gibi duran kaşları, katran karası
saçları, yakışıklılığı da, sözünde, dilinde ustalığı kadar insanı kendine
çekiyordu.
- Dünyadaki kızların en
güzelleri neredeymiş görelim! dediydi İldus. Öğrenci yurdundaki aynı köyden kız
arkadaşının doğum gününe Marsel ile ikisi birlikte gelmişti. İldus sebepsiz
yere gelecek değildi herhalde!
- Tanışalım kızlar, ben
anasının, babasının oğlu İldus. Ama, siz kimsiniz bakalım?
Tanıştılar. Kız arkadaşının
doğum günü, yurttaki öğrenci arkadaşları tarafından hazırlanmış, yiyecekler ile
donatılmış ziyafet masasında hep birlikte kutlandı. İldus yiğitliğini
göstermede burada da bir fırsat buldu: Yanında oturan Seriye ile ya ekmeğini ya
salatasını paylaştı, ya da kadehine meyve suyu doldurup onun eline tutuşturdu:
Uzun lafın kısası, kıza her zaman büyük yakınlık gösterdi. Hatta danstan sonra
oturacağı zaman, tıpkı restoranlardaki gibi gelip sandalyesini tuttu.
Dans ederken, delikanlının
sarılıp, yapışıp, yılışık davranmaması Seriye’nin pek hoşuna gitti, İldus
kelimenin tek anlamıyla bir centilmen gibi saygılı ve ölçülü davranmıştı.
Dahası, ağzı her zaman kızın kulak dibinde oldu. Başkaları işitmesin diye
fısıldaşarak konuştu:
- Bu zamana kadar ben seninle
neden karşılaşmamışım ki, Seriye? dedi delikanlı, şaşırmış bir halde.
Bazıları gibi öyle “siz ile
sen kelimelerini karıştırmadı. Daha tanıştıkları andan itibaren duygulu bir
şekilde “sen” diyerek söyleşip gitti. “Ben senden ayrı ne kadar zamanı boşa
harcayıp gitmişim öyle!” diyerek eklemeyi unutmadı.
Başlangıçta, sadece Pazar
günleri gelip gitti İldus. Sonraları daha sık gelmeye başladı. Her akşam ya
sinemaya, ya tiyatroya ya da bir konsere çağırdı. Bilet alacağı zaman daima
önceden Seriye'nin falanca vakitte uygun olup olmadığını sordu. Sıkça çiçek
buketleri hediye etti. Delikanlının çiçek vermesi bile bir başkacaydı:
Çiçekleri gizleyip içeri giriyor, sonra onları koynundan çıkarıp veriyordu. O
kısacık anda Seriye'nin yanağından kolayca öpüveriyordu. Hem de kulağına
“Özleminden sararıp soldum ben, Seriye” ya da “Senin yanına gece yarısı onikide
de gelmek istedim, Vallahi!” ya da “Canım, biz nezaman birlikte oluruz acaba?”
deyip fısıldamayı da unutmuyor. İldus bütün bunları öylesine yetenekli,
öylesine ustaca işleyip dokuyordu ki Seriye, bırakın bir söz söylemeyi, ağzını
açmaya bile fırsat bulamıyordu.

- Ben artık dayanamıyorum,
Seriye, sen diplomanı aldığın gibi nikah dairesine gidiyoruz! deyiverdi.
- Daha ne kadar zaman
yanacağım, daha ne kadar hüzünleneceğim böyle?! Kara kömüre döndüm ya ben!..
Oda arkadaşları köylerine
gitmişlerdi. Odada sadece ikisi yalnız olduğundan olsa gerek, yiğitlenip
cesaretlenmişti delikanlı.
- Sana ne oldu böyle
İlduuusss? diyerek şaşıp kaldı Seriye, başlangıçta yüzünü buruşturup. “Deli
olma! Şunun şurasında daha tanışalı ne kadar oldu ki kavuşmak söz konusu
olsun?”
- Ne yani, seni alıp
kaçırmalarını beklememi mi istiyorsun benden? dedi buna karşı delikanlı,
sevdiğine üç gül uzatıp. “Yok, olmuyor böyle! Sen okulunu bitirdiğinde
evleniriz! İnan bana, ben seni çok seviyorum, Seriye, senden başkasına
ihtiyacım yok. Sen benim kaderimsin.”
Böylece aralarındaki sevda
ateşi alevlendi. Şimdiye kadar erkeklerle hiç çıkmadığından mıdır, Seriye tatlı
sözlerin etkisiyle tamamen eridi. İldus, öyle her köy delikanlısı gibi kaba
konuşmazdı. Giydiği elbiselere özen gösterir, hatta yüzüne azıcık krem
sürmekten dahi geri kalmaz, hemen her zaman sevdiğinin gönlüne hitap edecek
sıcak sözler söyleyip dururdu. Ne de olsa kızların gönlüne yağmur gibi akmak
için daha fazla söz ve davranışa da gerek yok zaten: Genç kızlar kulağı ile
sever derler. Böylesi zamanlarda Seriye’nin kulağı çok daha hassastı.
Delikanlı sözünü tuttu.
Üniversitenin beşinci yılının bittiği yazda köye Seriye’yi ailesinden istemeye
gittiler. İkinci gün kız düş gördü. Bu ilk gördüğü düşten de korkunçtu. Dur
hele! Birincisi nasıldı ki? Ha, evet. Onları, nasıl derler, bir fırtına kendi
içine almıştı. El ele verip, korkunç fırtınalardan kurtuluyoruz işte diye
çabaladığı zamanlarda, İldus, ansızın küçücük bir noktaya dönüşerek, kasırganın
içinde kaybolmuştu.
Yeni gördüğü düşünde de,
nedendir bilinmez yine kasırga içindeydi. Bütün dünyayı içine alan şu korkunç
kasırga, Seriye’yi her nasılsa bir adaya fırlatıp atmıştı. Ada küçücük, kendi
ise bir nokta kadar. Adada bir insanoğlu da görünmüyordu. Kız son derece bitkin
bir halde kendini zar zor adaya atıp İldus’u arıyordu. O ise hiç bir yerde
görünmüyordu. Seriye çabalaya çabalaya yardan yukarı doğru sürünerek
tırmandığında, parmağındaki yüzüğü çıkıp ansızın yardan aşağı yuvarlanıverdi.
Araya araya bitap düştü, bir türlü bulamıyordu! Oysa sanki şuralarda bir yerde
gibi... Parıldayan her nesneyi, yar boyundaki her taşı kaldırdı, her birinin
altına baktı, parmakları kanayıp bitti. Ama yüzük ne hikmetse bir türlü
bulunamadı. Sanki suya düşüp yok oldu...
Seriye sırılsıklam terlemiş
bir halde, sırtında ağır yük taşımış gibi korkunç bilinmezden uyanıverdi. Korku
ile gözünü açtığında yanı başında annesi duruyordu.
- Ne oluyor sana, kızım,
dedi, şaşkın bir halde. “İnleyip duruyosun, uykun rahat değil senin. Umarım
hasta falan değilsindir.”
- Biraz üzgünüm... Evlenmek
üzereyim anne, evcilik oyunu değil ki bu. Ama korkunç düşü hakkında bir söz de
söylemedi.
- Nişanlı kız dediysek de,
öyle çok nazlanma bakalım, kendini toplaman gerek, sen düğünde hepsinden güzel
olmalısın. Kalk haydi, çabuk ol! dedi annesi sert bir edayla.
Annesi zaman zaman yumuşak da
olur, ama gerekirse sert olmayı da bilir. Evet, yaşamın ağırlığını çoğunlukla
annesinin taşıdığı doğrudur. Babası düşüp kalmışlardan değil, sabırlı, doğru
sözlü. Ama annesi daha becerikli, kendi dediğini yaptıran nesilden; almalıyım
dediğini almadan durmayan, yapayım dediği işi sonuna kadar bitirmeden durmayan
biri. Ona bakıp kocasına da söz söylettirmedi hiç. “Baban gibi sakin, sabırlı
kişiye varsan, mutlu olurdun kızım” cümlesini her zaman söyleyip durdu.
Müstakbel damadı, babası gibi
sabırlı olmasa da, doğru sözlü oluşu ile babasına benziyordu. “Sen bize yakışan
damatsın” diyerek övdüler onu
- E, kovasına göre kapağını
seçip verirler, anacığım! dedi güvey, kinaye ile gülümseyerek.
Düğüne tastamam on araba ile
gelirim demişti, dediği gibi de yaptı. Akrabalarından birisi; “Damat kişi
verdiği saatten geç kalır ya, artık acele etmeyiniz”, deyip ağızları kapamayı
da ihmal etmedi. O esnada köyün girişinden arabaların gürültülü sesleri
işitildi.
- Tam zamanında! İldus sözünü
tutan bir delikanlı! dedi Seriye kıvançla.
- Düğün tacını başına nasıl
tutturacağız? En zoru da bu, dedi kız arkadaşı Leysan. “Dans ederken
düşüvermesin, zor durumda kalırız! Pek sağlam tutturmak gerek. Şimdi
gelecekler, ama biz hala daha hazır değiliz...”
İki-üç kız bir olup gelin
tacını onun saçlarına tutturdular. Artık acele etmelerinden midir nedir, kızlardan
biri, onun başını acıtıverdi.
- Düğüne hazırlayacağız
derken de başımı deleceksiniz ha şimdi! dedi Seriye yüzünü asıp.
Düğünden sonra Karadeniz
sahiline balayına gittiler.
Ama dönüş yolunda Seriye’nin
başı, doğrusu şakakları acıyla sızlamaya başladı. İlaç içip dindirmeyi denedi,
hiç birinin faydası olmadı.
- Ah kızım, neler oldu sana
öyle?! dedi annesi deniz kenarından döndüklerinde, Seriye'ye bakıp da zayıflayıp,
rengi kaçmış gördüğü zaman. “Neden böyle eriyip bittin?!”
- Sanırım deniz havası
yaramadı bana. Ondan olsa gerek.
Seriye gerçekten de öyle
olduğunu düşündü. Lakin döndükten bir ay sonra da hala ağrısı olduğunda, bunda
hava değişiminin hiç bir etkisi olmadığını düşünmeye başladı.
- Yarın hemen vakit
kaybetmeden şehre, doktora varmalıyız, dedi annesi demirin tavında dövülmesi
gerektiğini düşünerek.
Ertesi gün İldus’un tanıdığı
doktor arkadaşlarının olduğu hastaneye gittiler. Seriye yol boyunca, şimdi, nice
zaman önce gördüğü rüyayı düşünüp durdu. Düşünde gördüklerinin birazının
gerçekleşeceğini beklemek mi gerekdi acaba?..
Hastane de Seriye’nin baş
ağrısının nedenini anlayabilecek bir kişi de yok. Türlü analizler, röntgen,
tomografi yapmaları gerektiğini söylediler. Onların sonuçlarını beklemek
gerekiyordu. Hastanenin en uzman profesörlerine muayene olup araştırdılar. Ey
Allahım, o analizlerin bilmem hangilerini yapmadılar ki! Kanını bile kırk ayrı
yerden alıp kırk kere incelediler!
Sonunda hastalığın sebebinin
düğün zamanı, gelin tacı takılırken başına saplanan iğneden kaynaklandığını
düşünmeye başladılar.
- Bir iğne saplama ile oluşan
küçük bir iz böylesine bir yara yapmaz değil mi? Çarpmadım, darbe almadım,
düşmedim... diyerek kendini aklamaya çabaladı Seriye.
Durmaksızın en kısa güne
kalmışçasına iyileşmek için çabalarken sevgili eşini bile unuttu. Doktorların
her gün çeşitlendirip durdukları muhtelif varsayımlar ile başı döndü, aklı
hepten karıştı. Şehirde kiraladıkları eve, her defasında yorulup bitmiş bir
vaziyette döndü. Biraz rahatlayıp yemek pişirmeye bile vakti olmadı.
Daha iyi araştırılıp bir
sonuç alınabilmesi için Moskova’ya gönderilen analizlerin en sonuncusunun
neticesine göre durumun bir netlik kazanması bekleniyordu. Seriye üzüle üzüle
onu bekleyip, bir kaç haftayı ateş yutup geçirdi. Sanırsın ki, düşündeki o
korkunç kasırga içinde kaldı.
Kaygıları boşuna değilmiş.
Moskovadan analizlerin sonuçları geldiği gün Seriye'yi acele bir şekilde hastaneye
çağırdılar.
- Gönlüm sakin değil, sen
yanımda olsan kendimi daha güçlü hissederdim, diyerek, İldusu da beraberinde
götürdü.
- Üzülme en zor zamanlarda
bile hep birlikte olduk ya biz, dedi kocası, onu sıkıca kucaklayıp. “Canım,
inan bana!”
- Şimdi doğruca ameliyata,
diyerek karşıladı onları Profesör, “gecikmememiz gerek”
Seriye yarı sıcak yarı soğuk
bir halde gitti. Göz akını bir kara duman kapladı... Onu ameliyathaneye sedyeye
alıp götürdüler. İldus böylesine acele etmenin nedenini anlayabilmek için
doktorlar ile görüştü. Durumu gerçekten de iç açıcı değildi; şu nokta izi kafa
kemiğine zarar vermiş hatta kangren başlamıştı...
Üç saat sürmesi tahmin edilen
ameliyat sekiz saat sürdü... Ameliyattan sonra dokuz-on gün içinde ayağa
kalkması gereken Seriye, öyle çabucak ayağa kalkamadı. Ondan sonra anlaşıldı
ki, zarar gören kemik parçasını açarken ayağa giden sinirlere zarar verilmişti.
Seriye'ye “kısa zamanda ayağa kalkarsın” deseler de İldusa doğrusunu söylediler;
“ömür boyu tekerlekli sandalyeye bağlı kalabilir...”
Tıp şimdiki asırda pek ileri
diyerek kendi kendini teselli etti İldus. Nasıldır bilinmez bir mucize
olacağına ümitlenip durdu. Aradı, taradı, doktorlar peşinde koştu, karısını tek
tek inceletti... Şu beklenip duran mucize kısa sürede fakir bırakıverdi
Seriye'yi... Düğünde toplanan paralar tez zamanda bitti. Sadece haftalar, aylar
değil yıllar akıp geçti, ama kızcağız ayağa kalkamadı.
Seriye, İldus birazcık
dinlensin diye köydeki annelerinin yanında kalmayı da denedi. Günler boyu
gözünü tavana dikip yatıp durmaktan daha zor bir şey olmasa gerek. Ne gariptir,
tavandaki budak noktası ona, bir türlü bitmek bilmeyen kasırgayı, fırtınayı
hatırlattı. Küçücük noktalar da gönül derinliklerindeki kötü hatıraları kazıp
çıkarıyor. Kötü düşler hatırlanıp yorgun düşürüyor. Güya, korkulu, acı veren
günlerin geleceğini sezdirip buna önceden hazır olunması gerektiğini haber
veriyordu.
Seriye, hayatın gerçek mi
hayal mi olduğunu anlayamamaktan acı duydu. Dünyadan yavaş yavaş vazgeçmek
vardı. İldus'u yeniden şehirde kiraladıkları eve geri getirdikten sonra da bu
ruh hali değişmedi. Evlerine nasıldır bir soğuk hava düştüğünü içten gelen bir
duyum ile sezinledi. Şimdi evin içi Seriye'nin düzenlediği gibi değil, mobilyalar
da yerlerinden gitmiş. Yok, yok hasta
kadının delirmeleri ya da huysuzlanmaları değil bunlar. Değişimin boyutunu,
İldus'un kendinden de, eve geç gelmesinden ya da bazen sabah vakti
gelmelerinden de ölçebilmek mümkündü. Bu zamana kadar ağzına sert içki koymayan
kocası epeyce içmeye de başladı. Kendisinin doğum gününde de eve sarhoş
döndü...
Seriye bu özel günü güzel
kutlamak dileğinde idi. Üniversitede birlikte okuduğu kız arkadaşı ile
kocasının dönüş zamanına zengin bir ziyafet sofrası hazırladılar. Ve İldus
kapıdan girer girmez dost kızı kendi evine gitti. İldus mumlar ile
aydınlatılmış sofrayı gördüğünde, heyecanlanıp yerinden sıçradı. Seriye'nin
gülümseyişinde, eskiden olduğu gibi, güzel sözler, sıcak, alımlı bir bakış
beklentisi seziliyordu. İşte şimdi olur, söylenirdi o kelimeler...
- Hangi bayram bu? dedi
kocası sert bir şekilde, sofrayı göstererek.
- Bugün senin doğum günün
İldus! Seni canı gönülden kutlarım, diyerek, Seriye çoktan hazırlanmış
hediyeyi, ak gömleği uzattı.
- Teşekkür ederim, dedi İldus
ve hediyeye bakmaksızın sandalyenin üstüne bıraktı.
- Hadi üstünü değiştir de,
hemen sofraya oturalım!
- Yemek yiyesim gelmiyor,
yoruldum ben bugün...
- Ama ben doğum günün için
gelecekte hatırlanası bir ziyafet hazırlamıştım sana... dedi Seriye gülümsemeye
çabalayarak. “Tam da sana söz verdiğim gündeki gibi... Şimdi doğum gününü
kutlamamak yanlış olur, İldus! Haydi üstünü değiştir de otur!”
- Neden canımı sıkıyorsun,
şimdi? Neden her zaman yaranmaya çabalıyorsun ki sen? dedi İldus ansızın.
-İkide bir, ısrarla ayni
şeyler; “Geldin mi? Otur! Geldin mi? Otur!” Sıktı artık! Yetti gayri, bıktım
ben senin bu ısrarlarından! Bundan bana ne fayda var? Ben sağ, sağlıklı bir kız
ile evlendim, ama nerede şimdi o sağ, sağlıklı kız?! Aldattı beni, aldattı.
Evet, evet, aldattın sen beni, Seriye'ciğim aldattın. Sen... sen benim taze
yemiş gibi gençliğimi çaldın, şimdi benim geleceğim de yok bir devamım da
yok... Ama sen; “Otur, üstünü değiştir, doğum günü...” Nerede o doğum gününün
mutluluğu ?
İldus bu tavırla köpürerek,
kışkıra kışkıra yatak odasına gitti de kapıyı dan diye sertçe kapattı.
Seriye donup kaldı. Böylesine
açıktan açığa, belli edilmesi; böylesine köpürerek söylenmiş sözlerin anlamını
anlasa da gönlü ile bunu kabullenememesine üzüldü. Az önce sarf edilmiş bu
sözlerin, bir gün İldus'un ağzından çıkacağını bilse de, bu sözler, böylesi
önemli bir günde söylenecek sözler değildi. Gözleri, karşı duvarda asılı duran
aynayla karşılaştığında, yüzünün iki yanında ıslak iz bırakan, dudaklarına
kadar dökülen gözyaşı damlacıklarını gördü Seriye.
Sevip aşık olup, yakın görüp
birlikte yürüyüp, bir ömürlük birlikte olduğu kişinin, sarf ettiği bu sözler
son derece ağırdı. Ey, Allahım, buna nasıl dayanılır? Komşu teyzenin sözleri
doğru olsa gerek. Emeklilik yaşındaki komşu kadın, gündüz vakitleri eve gelip
muhabbet etmeyi pek severdi. Söz içinden söz çıktığında, konu konuyu açtığında,
Seriye'nin zaman zaman köyde, annelerinin yanında kalmasını doğru bulmazdı. Bu
kadın bir ara tuhaf bir şekilde:
- Kocaları tek başlarına
bırakmak doğru değil, dedi. “Hoplayıp zıplamaya başlıyorlar, özgürleşiyorlar.
Karım hasta deyip bahane buluyorlar...”
O anda, Seriye'nin gönlüne
kötü, belirsiz bir şüphe girmişti. Neden böyle söylüyor ki deyip bu sözü
kendilerine pek de konduramadı. Boşuna değil bu sözler! Ya ben yokken genç bir
kızı alıp eve getirdiyse, ya başka bir kızla sokakta birlikte yürüdüklerini
gördüyse... Seriye bu konuyu komşusuna sormayı bile düşündü, ama hemen bunun
uygunsuz olacağını karar verdi. Hem kendi şüphelerini başkaları ile paylaşmak
pek de iyi bir iş değildi...
Seriye yiyecek dolu masa
başında düşüne otura, akıp giden zaman içinde mumların sönüp bittiğini fark
edemedi.
Ertesi gün, İldus’un işte
olduğu zamanda, Seriye babasını çağırıp, köyüne döndü. Annesi damadının yaptığı
kabahati yüzüne vurmak, onu azarlamak için şehire gitmeye yeltenmişti, Seriye
göndermedi. “Eğer gidersen, beni bir daha sağ göremezsin, anne” diyerek onu
korkuttu.

- Bütün param bitecekse
bitsin, ama seni ayağa kaldırıp yürüteceğim! deyip birden konuyu kesip attı.
Annesinin öz ablası, şehirde,
kendine ait iki odalı bir evde yaşıyordu. Ölürken evi Seriye'ye miras
bırakmıştı. Köyde şimdiki oturdukları, kaynatasından miras kalmış evi ise
satarak paraya çevirdiler.
***
Altıncı ve son ameliyatını
olacağını söyledikleri gün, eski bir düş hafızasında tazelendi. Güya, yemyeşil
çayırlığın ardında büyük bir dağ varmış. Ona, bu dağa çıkması gerektiğini
söylüyorlar. O da, dağa epeyce zorluk ve acı ile çıkabildi. Parmakları kanayıp
bitti ama çabalaya çabalaya tırmandığında, tepesine tek başına çıkabildi!
Tepeye varıp çıktığında tekrar taşlar arasında nokta kadar, parlak bir şey
gördü. Taşları aralayıp, çabucak eline almaya çalıştı. İşte orada... orada, taa
nezamandır kaybettiği altın yüzük parıldayarak duruyordu...
... İşte şimdi ne zamandır
üzülüp sevdiği, bir ömür boyu diye düşündüğü şu İldus onun önünde duruyor.
Hayır, zamanında bahadır gövdeli, yakışıklı, tatlı dilli bulduğu kocası değil,
tamamıyla başka bir kişiydi bu. Yüzü yıpranmış, gözleri içine çökmüş, bir deri
bir kemik kalmış. İki yıl önce bir trafik kazası geçirip, omurgasından
sakatlanmştı.
Şimdi nice yıllar sonra, ne
bir mektubu ne bir haberi gelmişti. Suya batmış da kaybolmuş gibiydi. O doğum
günü olayından sonra bir kerecik bile gelip görünmüşlüğü de yoktu. İldus onun
için artık kelimenin tam anlamıyla bir yabancıydı.
- Belki oturup konuşuruz,
dedi İldus yalvarışlı ve kabahatli bir sesle “Bu geçen yıllarda söylenesi
sözler çok birikti...”
- Özür dilerim, benim
söyleşecek bir sözüm de yok. Biz hepsini konuşup bitirdik artık...
- Öyle birden kesip atma sen,
Seriye. Sen ne desen de biz birbirimizi sevmiştik ya. Elbette hayatta yanlışlar
oluyor... Affetmesini bilmek gerek...
- Sen ayrılış ile ihaneti
karıştırıyorsun, delikanlı. Yanlışın telafisi belki mümkündür, ama ihanet... İhanetin
telafisi yok! dedi ve güneşe karşı yine bir kez daha gülümseyerek baktı. Sonra
da acele etmeden iki yanı ağaçlıklı yol boyunca uzaklaştı.
...Ona doğru acele ede ede,
elinde kır çiçekleri tutmuş bir erkek geliyordu.
- Ben seni çoktandır
bekliyorum, dedi.
- İşte bunun içindir acele
ediyorum ya ben de, diyerek gülümsedi Seriye.
İldus onların arkasından
uzunca bir zaman bakıp yürüdü. Etraftaki insanların onu izlediklerini fark
edince yerinde durup kala kaldı. İnsanın, kaderi arkasından seyredip takip
etmesi ne kadar mümkün olabilir ki, diye düşündü. Ama kendisi Seriye'ler
küçülüp bir nokta kadar kalıncaya kadar arkalarından baka kaldı işte.
ALSU HASANOVA BULUT