Nokta-Alsu Hasanova Bulut

Bu hafta, yazıya dökülmüş kelimelerin kalıcılığını bir kez daha bize hatırlatan bir konuğumuzun hikâyesine ayırdık sayfalarımızı…
Alsu Hasanova-Bulut; 21 Mart 1978, Kazan, Tataristan doğumlu, Kazan Devlet Üniversitesi, Tatar Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra Rusya, Tataristan Cumhuriyeti’nde yayınlanmakta olan “Vatanım Tataristan” gazetesinde edebiyat ve sanat bölümünde yazarlık yaptı. 2000 yılı Ocak ayından itibaren gazetecilik yapan Alsu 29 Nisan 2015 günü kansere yenik düştü ve otuz yedi yaşında hayata gözlerini yumdu.
Bu hikâye, Kazan, Tataristan’da yayınlanmakta olan “Kazan Utları / Kazan Işıkları” adlı aylık derginin, Temmuz 2009 sayısında yayınlanmıştır.  
Tatarca’dan Türkçe’ye eşi Levent Bulut tarafından çevrildi ve bize kendisi tarafından ulaştırıldı. Teşekkür ederiz.

                                                        


Nihayet, onun senelerdir kelimenin tam anlamıyla tek ve son dayanağı olan koltuk değneklerini bırakıp, evine yürüyerek gidebilecek! Az önce doktorun ağzından dökülen sevinçli haberle birlikte Seriye kendini göğün yedinci katında gibi hissetti. Hatta hemen oracıkta etrafını sesi ile çınlatıp, başını göğe kaldırıp, avazı çıktığınca türkü söyleyesi geldi. Günü gör yine, günü. Güneş de sevincini paylaşmak ister gibi. Onun pembe yüzünü nasıl da sevip şımartıyor! Daha da öte, içini ısıtıp güvenle dolduruyor. Seriye kapkara hilal kaşlarını, yüzünün iki yanına uzanan, koyu kahverengi, dalgalı saçlarını elleriyle okşayıp salıverdi. Yüzünü taa içten gelen bir gülümseme kapladı. Yüzünün ortasında bir “sevda çukuru” peydahlandı. Kahverengi gözlerini kısıp güneşe bakarak yürüdü. Yaşamak ne güzel!
Hastane merdiveni önünde duran genç kadının, yıllardır süregelen acılarını unutturan o mutlu ruh hali, birinin “Seriye” seslenişi ile ansızın irkilip gitti. Ne kadar dikkatle baksa da karşısındaki erkeğin yüzünü hiç de hatırlayamayışına üzüldü. Ama karşısında gördüğü yüzde okuduğu bu şaşırıp dona kalma hali; ta içten, en gizli gönül derinliklerinden gelen, nicedir yeşeren ümit; sözsüz de anlaşılırlık, yalvarma ile yönelmiş kara gözler; az sonra onun hafızasını tazeleyip, sevinçli hislerini yeniden uyandırdı.
Dur hele, dur! İldus değil mi bu? Öyle bile olsa neden çıkıp buraya gelsin ki?
Seriye, ona seslenen kişiye bir kez daha dikkatle baktı. Yok, yüzüne değil, kara gözlerine. Erkek her nedense utanır gibi öte tarafa döndü. Bu o işte! Tatlı dilli İldus!.. Gözlerine dosdoğru dikilip bakıldığı zamanlar, bakışını daima, işte aynen böyle diğer tarafa çevirir.
Tatlı dil demişken, bu delikanlı, insanı sadece güzel sözlerle baştan çıkaran biri değildi. İldus'un uzun boyu, kap kara gözleri, iki yana çizilmiş gibi duran kaşları, katran karası saçları, yakışıklılığı da, sözünde, dilinde ustalığı kadar insanı kendine çekiyordu.
- Dünyadaki kızların en güzelleri neredeymiş görelim! dediydi İldus. Öğrenci yurdundaki aynı köyden kız arkadaşının doğum gününe Marsel ile ikisi birlikte gelmişti. İldus sebepsiz yere gelecek değildi herhalde!
- Tanışalım kızlar, ben anasının, babasının oğlu İldus. Ama, siz kimsiniz bakalım?
Tanıştılar. Kız arkadaşının doğum günü, yurttaki öğrenci arkadaşları tarafından hazırlanmış, yiyecekler ile donatılmış ziyafet masasında hep birlikte kutlandı. İldus yiğitliğini göstermede burada da bir fırsat buldu: Yanında oturan Seriye ile ya ekmeğini ya salatasını paylaştı, ya da kadehine meyve suyu doldurup onun eline tutuşturdu: Uzun lafın kısası, kıza her zaman büyük yakınlık gösterdi. Hatta danstan sonra oturacağı zaman, tıpkı restoranlardaki gibi gelip sandalyesini tuttu.
Dans ederken, delikanlının sarılıp, yapışıp, yılışık davranmaması Seriye’nin pek hoşuna gitti, İldus kelimenin tek anlamıyla bir centilmen gibi saygılı ve ölçülü davranmıştı. Dahası, ağzı her zaman kızın kulak dibinde oldu. Başkaları işitmesin diye fısıldaşarak konuştu:
- Bu zamana kadar ben seninle neden karşılaşmamışım ki, Seriye? dedi delikanlı, şaşırmış bir halde.
Bazıları gibi öyle “siz ile sen kelimelerini karıştırmadı. Daha tanıştıkları andan itibaren duygulu bir şekilde “sen” diyerek söyleşip gitti. “Ben senden ayrı ne kadar zamanı boşa harcayıp gitmişim öyle!” diyerek eklemeyi unutmadı.
Başlangıçta, sadece Pazar günleri gelip gitti İldus. Sonraları daha sık gelmeye başladı. Her akşam ya sinemaya, ya tiyatroya ya da bir konsere çağırdı. Bilet alacağı zaman daima önceden Seriye'nin falanca vakitte uygun olup olmadığını sordu. Sıkça çiçek buketleri hediye etti. Delikanlının çiçek vermesi bile bir başkacaydı: Çiçekleri gizleyip içeri giriyor, sonra onları koynundan çıkarıp veriyordu. O kısacık anda Seriye'nin yanağından kolayca öpüveriyordu. Hem de kulağına “Özleminden sararıp soldum ben, Seriye” ya da “Senin yanına gece yarısı onikide de gelmek istedim, Vallahi!” ya da “Canım, biz nezaman birlikte oluruz acaba?” deyip fısıldamayı da unutmuyor. İldus bütün bunları öylesine yetenekli, öylesine ustaca işleyip dokuyordu ki Seriye, bırakın bir söz söylemeyi, ağzını açmaya bile fırsat bulamıyordu.
Tanışmalarının üzerinden üç ay bile geçmeden bir vakit –hafta sonu olsa gerek– İldus daha içeri girer girmez:
- Ben artık dayanamıyorum, Seriye, sen diplomanı aldığın gibi nikah dairesine gidiyoruz! deyiverdi.
- Daha ne kadar zaman yanacağım, daha ne kadar hüzünleneceğim böyle?! Kara kömüre döndüm ya ben!..
Oda arkadaşları köylerine gitmişlerdi. Odada sadece ikisi yalnız olduğundan olsa gerek, yiğitlenip cesaretlenmişti delikanlı.
- Sana ne oldu böyle İlduuusss? diyerek şaşıp kaldı Seriye, başlangıçta yüzünü buruşturup. “Deli olma! Şunun şurasında daha tanışalı ne kadar oldu ki kavuşmak söz konusu olsun?”
- Ne yani, seni alıp kaçırmalarını beklememi mi istiyorsun benden? dedi buna karşı delikanlı, sevdiğine üç gül uzatıp. “Yok, olmuyor böyle! Sen okulunu bitirdiğinde evleniriz! İnan bana, ben seni çok seviyorum, Seriye, senden başkasına ihtiyacım yok. Sen benim kaderimsin.”
Böylece aralarındaki sevda ateşi alevlendi. Şimdiye kadar erkeklerle hiç çıkmadığından mıdır, Seriye tatlı sözlerin etkisiyle tamamen eridi. İldus, öyle her köy delikanlısı gibi kaba konuşmazdı. Giydiği elbiselere özen gösterir, hatta yüzüne azıcık krem sürmekten dahi geri kalmaz, hemen her zaman sevdiğinin gönlüne hitap edecek sıcak sözler söyleyip dururdu. Ne de olsa kızların gönlüne yağmur gibi akmak için daha fazla söz ve davranışa da gerek yok zaten: Genç kızlar kulağı ile sever derler. Böylesi zamanlarda Seriye’nin kulağı çok daha hassastı.
Delikanlı sözünü tuttu. Üniversitenin beşinci yılının bittiği yazda köye Seriye’yi ailesinden istemeye gittiler. İkinci gün kız düş gördü. Bu ilk gördüğü düşten de korkunçtu. Dur hele! Birincisi nasıldı ki? Ha, evet. Onları, nasıl derler, bir fırtına kendi içine almıştı. El ele verip, korkunç fırtınalardan kurtuluyoruz işte diye çabaladığı zamanlarda, İldus, ansızın küçücük bir noktaya dönüşerek, kasırganın içinde kaybolmuştu.
Yeni gördüğü düşünde de, nedendir bilinmez yine kasırga içindeydi. Bütün dünyayı içine alan şu korkunç kasırga, Seriye’yi her nasılsa bir adaya fırlatıp atmıştı. Ada küçücük, kendi ise bir nokta kadar. Adada bir insanoğlu da görünmüyordu. Kız son derece bitkin bir halde kendini zar zor adaya atıp İldus’u arıyordu. O ise hiç bir yerde görünmüyordu. Seriye çabalaya çabalaya yardan yukarı doğru sürünerek tırmandığında, parmağındaki yüzüğü çıkıp ansızın yardan aşağı yuvarlanıverdi. Araya araya bitap düştü, bir türlü bulamıyordu! Oysa sanki şuralarda bir yerde gibi... Parıldayan her nesneyi, yar boyundaki her taşı kaldırdı, her birinin altına baktı, parmakları kanayıp bitti. Ama yüzük ne hikmetse bir türlü bulunamadı. Sanki suya düşüp yok oldu...
Seriye sırılsıklam terlemiş bir halde, sırtında ağır yük taşımış gibi korkunç bilinmezden uyanıverdi. Korku ile gözünü açtığında yanı başında annesi duruyordu.
- Ne oluyor sana, kızım, dedi, şaşkın bir halde. “İnleyip duruyosun, uykun rahat değil senin. Umarım hasta falan değilsindir.”
- Biraz üzgünüm... Evlenmek üzereyim anne, evcilik oyunu değil ki bu. Ama korkunç düşü hakkında bir söz de söylemedi.
- Nişanlı kız dediysek de, öyle çok nazlanma bakalım, kendini toplaman gerek, sen düğünde hepsinden güzel olmalısın. Kalk haydi, çabuk ol! dedi annesi sert bir edayla.
Annesi zaman zaman yumuşak da olur, ama gerekirse sert olmayı da bilir. Evet, yaşamın ağırlığını çoğunlukla annesinin taşıdığı doğrudur. Babası düşüp kalmışlardan değil, sabırlı, doğru sözlü. Ama annesi daha becerikli, kendi dediğini yaptıran nesilden; almalıyım dediğini almadan durmayan, yapayım dediği işi sonuna kadar bitirmeden durmayan biri. Ona bakıp kocasına da söz söylettirmedi hiç. “Baban gibi sakin, sabırlı kişiye varsan, mutlu olurdun kızım” cümlesini her zaman söyleyip durdu.
Müstakbel damadı, babası gibi sabırlı olmasa da, doğru sözlü oluşu ile babasına benziyordu. “Sen bize yakışan damatsın” diyerek övdüler onu
- E, kovasına göre kapağını seçip verirler, anacığım! dedi güvey, kinaye ile gülümseyerek.
Düğüne tastamam on araba ile gelirim demişti, dediği gibi de yaptı. Akrabalarından birisi; “Damat kişi verdiği saatten geç kalır ya, artık acele etmeyiniz”, deyip ağızları kapamayı da ihmal etmedi. O esnada köyün girişinden arabaların gürültülü sesleri işitildi.
- Tam zamanında! İldus sözünü tutan bir delikanlı! dedi Seriye kıvançla.
- Düğün tacını başına nasıl tutturacağız? En zoru da bu, dedi kız arkadaşı Leysan. “Dans ederken düşüvermesin, zor durumda kalırız! Pek sağlam tutturmak gerek. Şimdi gelecekler, ama biz hala daha hazır değiliz...”
İki-üç kız bir olup gelin tacını onun saçlarına tutturdular. Artık acele etmelerinden midir nedir, kızlardan biri, onun başını acıtıverdi.
- Düğüne hazırlayacağız derken de başımı deleceksiniz ha şimdi! dedi Seriye yüzünü asıp.
- Böyle güzelliğe bir kurban gerek. Hal böyle olunca dayanacaksın, cancağızım, dedi Leysan.
Düğünden sonra Karadeniz sahiline balayına gittiler.
Ama dönüş yolunda Seriye’nin başı, doğrusu şakakları acıyla sızlamaya başladı. İlaç içip dindirmeyi denedi, hiç birinin faydası olmadı.
- Ah kızım, neler oldu sana öyle?! dedi annesi deniz kenarından döndüklerinde, Seriye'ye bakıp da zayıflayıp, rengi kaçmış gördüğü zaman. “Neden böyle eriyip bittin?!”
- Sanırım deniz havası yaramadı bana. Ondan olsa gerek.
Seriye gerçekten de öyle olduğunu düşündü. Lakin döndükten bir ay sonra da hala ağrısı olduğunda, bunda hava değişiminin hiç bir etkisi olmadığını düşünmeye başladı.
- Yarın hemen vakit kaybetmeden şehre, doktora varmalıyız, dedi annesi demirin tavında dövülmesi gerektiğini düşünerek.
Ertesi gün İldus’un tanıdığı doktor arkadaşlarının olduğu hastaneye gittiler. Seriye yol boyunca, şimdi, nice zaman önce gördüğü rüyayı düşünüp durdu. Düşünde gördüklerinin birazının gerçekleşeceğini beklemek mi gerekdi acaba?..
Hastane de Seriye’nin baş ağrısının nedenini anlayabilecek bir kişi de yok. Türlü analizler, röntgen, tomografi yapmaları gerektiğini söylediler. Onların sonuçlarını beklemek gerekiyordu. Hastanenin en uzman profesörlerine muayene olup araştırdılar. Ey Allahım, o analizlerin bilmem hangilerini yapmadılar ki! Kanını bile kırk ayrı yerden alıp kırk kere incelediler!
Sonunda hastalığın sebebinin düğün zamanı, gelin tacı takılırken başına saplanan iğneden kaynaklandığını düşünmeye başladılar.
- Bir iğne saplama ile oluşan küçük bir iz böylesine bir yara yapmaz değil mi? Çarpmadım, darbe almadım, düşmedim... diyerek kendini aklamaya çabaladı Seriye.
Durmaksızın en kısa güne kalmışçasına iyileşmek için çabalarken sevgili eşini bile unuttu. Doktorların her gün çeşitlendirip durdukları muhtelif varsayımlar ile başı döndü, aklı hepten karıştı. Şehirde kiraladıkları eve, her defasında yorulup bitmiş bir vaziyette döndü. Biraz rahatlayıp yemek pişirmeye bile vakti olmadı.
Daha iyi araştırılıp bir sonuç alınabilmesi için Moskova’ya gönderilen analizlerin en sonuncusunun neticesine göre durumun bir netlik kazanması bekleniyordu. Seriye üzüle üzüle onu bekleyip, bir kaç haftayı ateş yutup geçirdi. Sanırsın ki, düşündeki o korkunç kasırga içinde kaldı.
Kaygıları boşuna değilmiş. Moskovadan analizlerin sonuçları geldiği gün Seriye'yi acele bir şekilde hastaneye çağırdılar.
- Gönlüm sakin değil, sen yanımda olsan kendimi daha güçlü hissederdim, diyerek, İldusu da beraberinde götürdü.
- Üzülme en zor zamanlarda bile hep birlikte olduk ya biz, dedi kocası, onu sıkıca kucaklayıp. “Canım, inan bana!”
- Şimdi doğruca ameliyata, diyerek karşıladı onları Profesör, “gecikmememiz gerek”
Seriye yarı sıcak yarı soğuk bir halde gitti. Göz akını bir kara duman kapladı... Onu ameliyathaneye sedyeye alıp götürdüler. İldus böylesine acele etmenin nedenini anlayabilmek için doktorlar ile görüştü. Durumu gerçekten de iç açıcı değildi; şu nokta izi kafa kemiğine zarar vermiş hatta kangren başlamıştı...
Üç saat sürmesi tahmin edilen ameliyat sekiz saat sürdü... Ameliyattan sonra dokuz-on gün içinde ayağa kalkması gereken Seriye, öyle çabucak ayağa kalkamadı. Ondan sonra anlaşıldı ki, zarar gören kemik parçasını açarken ayağa giden sinirlere zarar verilmişti. Seriye'ye “kısa zamanda ayağa kalkarsın” deseler de İldusa doğrusunu söylediler; “ömür boyu tekerlekli sandalyeye bağlı kalabilir...”
Tıp şimdiki asırda pek ileri diyerek kendi kendini teselli etti İldus. Nasıldır bilinmez bir mucize olacağına ümitlenip durdu. Aradı, taradı, doktorlar peşinde koştu, karısını tek tek inceletti... Şu beklenip duran mucize kısa sürede fakir bırakıverdi Seriye'yi... Düğünde toplanan paralar tez zamanda bitti. Sadece haftalar, aylar değil yıllar akıp geçti, ama kızcağız ayağa kalkamadı.
Seriye, İldus birazcık dinlensin diye köydeki annelerinin yanında kalmayı da denedi. Günler boyu gözünü tavana dikip yatıp durmaktan daha zor bir şey olmasa gerek. Ne gariptir, tavandaki budak noktası ona, bir türlü bitmek bilmeyen kasırgayı, fırtınayı hatırlattı. Küçücük noktalar da gönül derinliklerindeki kötü hatıraları kazıp çıkarıyor. Kötü düşler hatırlanıp yorgun düşürüyor. Güya, korkulu, acı veren günlerin geleceğini sezdirip buna önceden hazır olunması gerektiğini haber veriyordu.
Seriye, hayatın gerçek mi hayal mi olduğunu anlayamamaktan acı duydu. Dünyadan yavaş yavaş vazgeçmek vardı. İldus'u yeniden şehirde kiraladıkları eve geri getirdikten sonra da bu ruh hali değişmedi. Evlerine nasıldır bir soğuk hava düştüğünü içten gelen bir duyum ile sezinledi. Şimdi evin içi Seriye'nin düzenlediği gibi değil, mobilyalar da yerlerinden gitmiş. Yok, yok  hasta kadının delirmeleri ya da huysuzlanmaları değil bunlar. Değişimin boyutunu, İldus'un kendinden de, eve geç gelmesinden ya da bazen sabah vakti gelmelerinden de ölçebilmek mümkündü. Bu zamana kadar ağzına sert içki koymayan kocası epeyce içmeye de başladı. Kendisinin doğum gününde de eve sarhoş döndü...
Seriye bu özel günü güzel kutlamak dileğinde idi. Üniversitede birlikte okuduğu kız arkadaşı ile kocasının dönüş zamanına zengin bir ziyafet sofrası hazırladılar. Ve İldus kapıdan girer girmez dost kızı kendi evine gitti. İldus mumlar ile aydınlatılmış sofrayı gördüğünde, heyecanlanıp yerinden sıçradı. Seriye'nin gülümseyişinde, eskiden olduğu gibi, güzel sözler, sıcak, alımlı bir bakış beklentisi seziliyordu. İşte şimdi olur, söylenirdi o kelimeler...
- Hangi bayram bu? dedi kocası sert bir şekilde, sofrayı göstererek.
- Bugün senin doğum günün İldus! Seni canı gönülden kutlarım, diyerek, Seriye çoktan hazırlanmış hediyeyi, ak gömleği uzattı.
- Teşekkür ederim, dedi İldus ve hediyeye bakmaksızın sandalyenin üstüne bıraktı.
- Hadi üstünü değiştir de, hemen sofraya oturalım!
- Yemek yiyesim gelmiyor, yoruldum ben bugün...
- Ama ben doğum günün için gelecekte hatırlanası bir ziyafet hazırlamıştım sana... dedi Seriye gülümsemeye çabalayarak. “Tam da sana söz verdiğim gündeki gibi... Şimdi doğum gününü kutlamamak yanlış olur, İldus! Haydi üstünü değiştir de otur!”
- Neden canımı sıkıyorsun, şimdi? Neden her zaman yaranmaya çabalıyorsun ki sen? dedi İldus ansızın.
-İkide bir, ısrarla ayni şeyler; “Geldin mi? Otur! Geldin mi? Otur!” Sıktı artık! Yetti gayri, bıktım ben senin bu ısrarlarından! Bundan bana ne fayda var? Ben sağ, sağlıklı bir kız ile evlendim, ama nerede şimdi o sağ, sağlıklı kız?! Aldattı beni, aldattı. Evet, evet, aldattın sen beni, Seriye'ciğim aldattın. Sen... sen benim taze yemiş gibi gençliğimi çaldın, şimdi benim geleceğim de yok bir devamım da yok... Ama sen; “Otur, üstünü değiştir, doğum günü...” Nerede o doğum gününün mutluluğu ?
İldus bu tavırla köpürerek, kışkıra kışkıra yatak odasına gitti de kapıyı dan diye sertçe kapattı.
Seriye donup kaldı. Böylesine açıktan açığa, belli edilmesi; böylesine köpürerek söylenmiş sözlerin anlamını anlasa da gönlü ile bunu kabullenememesine üzüldü. Az önce sarf edilmiş bu sözlerin, bir gün İldus'un ağzından çıkacağını bilse de, bu sözler, böylesi önemli bir günde söylenecek sözler değildi. Gözleri, karşı duvarda asılı duran aynayla karşılaştığında, yüzünün iki yanında ıslak iz bırakan, dudaklarına kadar dökülen gözyaşı damlacıklarını gördü Seriye.
Sevip aşık olup, yakın görüp birlikte yürüyüp, bir ömürlük birlikte olduğu kişinin, sarf ettiği bu sözler son derece ağırdı. Ey, Allahım, buna nasıl dayanılır? Komşu teyzenin sözleri doğru olsa gerek. Emeklilik yaşındaki komşu kadın, gündüz vakitleri eve gelip muhabbet etmeyi pek severdi. Söz içinden söz çıktığında, konu konuyu açtığında, Seriye'nin zaman zaman köyde, annelerinin yanında kalmasını doğru bulmazdı. Bu kadın bir ara tuhaf bir şekilde:
- Kocaları tek başlarına bırakmak doğru değil, dedi. “Hoplayıp zıplamaya başlıyorlar, özgürleşiyorlar. Karım hasta deyip bahane buluyorlar...”
O anda, Seriye'nin gönlüne kötü, belirsiz bir şüphe girmişti. Neden böyle söylüyor ki deyip bu sözü kendilerine pek de konduramadı. Boşuna değil bu sözler! Ya ben yokken genç bir kızı alıp eve getirdiyse, ya başka bir kızla sokakta birlikte yürüdüklerini gördüyse... Seriye bu konuyu komşusuna sormayı bile düşündü, ama hemen bunun uygunsuz olacağını karar verdi. Hem kendi şüphelerini başkaları ile paylaşmak pek de iyi bir iş değildi...
Seriye yiyecek dolu masa başında düşüne otura, akıp giden zaman içinde mumların sönüp bittiğini fark edemedi.
Ertesi gün, İldus’un işte olduğu zamanda, Seriye babasını çağırıp, köyüne döndü. Annesi damadının yaptığı kabahati yüzüne vurmak, onu azarlamak için şehire gitmeye yeltenmişti, Seriye göndermedi. “Eğer gidersen, beni bir daha sağ göremezsin, anne” diyerek onu korkuttu.
Annesinin kızgınlığı pek de fenaydı. Damadı, benim tanıdığım çok iyi doktorlarım var dediğinde, kızının iyileşmesini tamamıyla onun kollarına bırakmıştı. Bak işte, işler ne hallere geldi? Nasıl da sarpa sardı! Madem öyle, onun da vardı tanıdığı doktorlar.
- Bütün param bitecekse bitsin, ama seni ayağa kaldırıp yürüteceğim! deyip birden konuyu kesip attı.
Annesinin öz ablası, şehirde, kendine ait iki odalı bir evde yaşıyordu. Ölürken evi Seriye'ye miras bırakmıştı. Köyde şimdiki oturdukları, kaynatasından miras kalmış evi ise satarak paraya çevirdiler.

                                                             ***

Altıncı ve son ameliyatını olacağını söyledikleri gün, eski bir düş hafızasında tazelendi. Güya, yemyeşil çayırlığın ardında büyük bir dağ varmış. Ona, bu dağa çıkması gerektiğini söylüyorlar. O da, dağa epeyce zorluk ve acı ile çıkabildi. Parmakları kanayıp bitti ama çabalaya çabalaya tırmandığında, tepesine tek başına çıkabildi! Tepeye varıp çıktığında tekrar taşlar arasında nokta kadar, parlak bir şey gördü. Taşları aralayıp, çabucak eline almaya çalıştı. İşte orada... orada, taa nezamandır kaybettiği altın yüzük parıldayarak duruyordu...
... İşte şimdi ne zamandır üzülüp sevdiği, bir ömür boyu diye düşündüğü şu İldus onun önünde duruyor. Hayır, zamanında bahadır gövdeli, yakışıklı, tatlı dilli bulduğu kocası değil, tamamıyla başka bir kişiydi bu. Yüzü yıpranmış, gözleri içine çökmüş, bir deri bir kemik kalmış. İki yıl önce bir trafik kazası geçirip, omurgasından sakatlanmştı.
Şimdi nice yıllar sonra, ne bir mektubu ne bir haberi gelmişti. Suya batmış da kaybolmuş gibiydi. O doğum günü olayından sonra bir kerecik bile gelip görünmüşlüğü de yoktu. İldus onun için artık kelimenin tam anlamıyla bir yabancıydı.
- Belki oturup konuşuruz, dedi İldus yalvarışlı ve kabahatli bir sesle “Bu geçen yıllarda söylenesi sözler çok birikti...”
- Özür dilerim, benim söyleşecek bir sözüm de yok. Biz hepsini konuşup bitirdik artık...
 - Öyle birden kesip atma sen, Seriye. Sen ne desen de biz birbirimizi sevmiştik ya. Elbette hayatta yanlışlar oluyor... Affetmesini bilmek gerek...

- Sen ayrılış ile ihaneti karıştırıyorsun, delikanlı. Yanlışın telafisi belki mümkündür, ama ihanet... İhanetin telafisi yok! dedi ve güneşe karşı yine bir kez daha gülümseyerek baktı. Sonra da acele etmeden iki yanı ağaçlıklı yol boyunca uzaklaştı.
...Ona doğru acele ede ede, elinde kır çiçekleri tutmuş bir erkek geliyordu.
- Ben seni çoktandır bekliyorum, dedi.
- İşte bunun içindir acele ediyorum ya ben de, diyerek gülümsedi Seriye.
İldus onların arkasından uzunca bir zaman bakıp yürüdü. Etraftaki insanların onu izlediklerini fark edince yerinde durup kala kaldı. İnsanın, kaderi arkasından seyredip takip etmesi ne kadar mümkün olabilir ki, diye düşündü. Ama kendisi Seriye'ler küçülüp bir nokta kadar kalıncaya kadar arkalarından baka kaldı işte.



                                                    



ALSU HASANOVA BULUT

Dedem Çete Feyzullah- Filiz Sonsuz

                                                           
         Anneannemin ve babaannemin Balkan göçmeni ailelerden olduğunu öğrendiğimde mübadeleyi henüz duymamıştım. Sekiz dokuz yaşlarında falandım sanırım. Yıllar sonra tanıştım bu sözcükle. Mübadeleyi yaşamış olanlardan aktarılan anılar okudum. Mübadele üzerine yazılmış öyküler, romanlar… Hepsi acıyı anlatıyordu. Başka başka hayatları ortaklaştıran acıyı...  Yıllar sonra, üniversite öğrencisiyken, siyasi şubedeki üç günlük zorunlu konuklukta ben de nasibimi aldım, yıllar yıllar öncesi mübadillere yakıştırılan sıfattan. Pis Yunan dölü…  Hep merak etmiştim, kimim, kimlerdenim, nereden geldim, atalarım nasıl yaşıyordu? O kısacık siyasi şube macerasından sonra merak mayalandı, sempatiyle karışık dağ oldu. 

      Anneannem hikayeleri olan bir kadın değildi. Geçmişini, anımsayabildiğimiz kadar bilirdik. Onunla daha çok kurallarını yaşadık.   Hanım hanımcık kızlar öyle bacaklarını açıp oturmazdı mesela. Erkeklerle kızlar arkadaş olmamalıydı ya da. Evde terliksiz dolaşırsak ayaklarımız devetabanı gibi olurdu, vesaire, vesaire, vesaire… Anlatmayı sevmediğinden sanırım ya da belki de kendisi de bilmiyordu, ne olmuş, nineleri, dedeleri nasıl göçüp gelmişler, hiç bilemedik. Geçmişi anlatmayışı, mübadele kurbanı aileye özgü, nesilden nesile geçen bir unutuştu sanki.

        Anneannemin siyah beyazlığına inat, tam bir gökkuşağıydı babaannem.  Yaşadığı, yaşamadığı hikayelerle doluydu. Muzip bir ağır başlılığı, tehditkar bir cilvesi vardı. “Bene baakk…” derdi dedeme, ela gözlerine yakışan haylaz çocuk gülüşüyle. “Sen bene biliyon mu  bene? Çete Feyzullah’ın gızıyım ben. Elim bıçak tutuyo çok şükür.” Sonra oturduğu yerden kalkar, az önce haylaz haylaz  meydan okuyan o değilmiş gibi, dedeme okkalı bir kahve yapar getirir, saygıyla hafif eğilerek kahveyi kocasına sunar, yorgun ayaklarını sürüye sürüye mutfağa dönerdi.  Defalarca sorduğumu anımsıyorum, “Babanne, Feyzullah kim?” “ Dedim ya işte, benim bubam.”  “Çete miydi senin baban?” “ Ne bilem ben, öyle diyolamış gençliğinde.” “Çete miydi, değil miydi yaa?” “ Gızım ne bilem ben? Ben hiç görmedim çetelik yaptığını.”  Sorularım uzun yıllar cevapsız kaldı. O uzun yıllar boyunca Feyzullah dede kızanlarıyla birlikte Güme Dağı’nı mesken tutmuş, zalime korku salmış, körük çizmeli, belinde palası, elinde mavzeri, çatık kaşlı bir efe olarak canlandı gözümde.

              Lise son sınıftaydım sanırım, kurban bayramı ertesi babaannemlerde bir telaş... Mutfakta tencereler kaynıyor.  Keşkekler dövülüyor, yaprak sarmaları pişmiş, marullar ince ince kıyılmış, bol soğanlı salatalar hazır.  “Çorbayı goyun ocağa gari” diyor babaannem annemle yengeme. “Halil İbram ıscak seve çorbayı. Onlar gelen gadar anca bişer şehriye.” Bende bir sevinç, bir sevinç… Denizli’den Halil İbrahim amcalar geliyor demek ki. Babaannemin dayısının oğlu. Bir de karısı, Yaşar Yenge. Nasıl güzel insanlar. Hep gülümsüyorlar. Sadece cenazelere geldiklerinde durgun, ağırbaşlılar. Ama asla suratsız değil, sadece durgun ve ağırbaşlı. Takma dişlerinin arasından ıslık gibi çıkan “s” sesini bile seviyorum. Tıpkı babaannem gibi, hikayelerle dolu bir adam. Sonu hep iyi biten hikayelerle… Sadece dudaklarıyla değil, gözleriyle de gülen bir adamın sonu güzel biten hikayeleri… Dizinin dibinden ayrılmadan, günlerce dinlesem…

      Hal hatır soruluyor,  rahat otursunlar diye arkalarına kırlentler konuluyor. Sofralar kuruluyor.  Yerde koca bir sini, etrafında biz, birer dizimizi yanaştırmış sofraya oturmuşuz.  “Çorba soğumuş mu gardeşlik? “Yok gardeşlik, gayet eyi. Ellerinize sağlık…” “Bi gaşık daha keşkek goyverem mi?” “ E hadi goyve bakam. Senin keşkeğin gibisini bi de Yaşar yengen yapar. Ellerine sağlık…” Yaşar yenge övgüden gayet memnun ve bir o kadar da mütevazı, “yok yok, Emine’nin keşkeği gibi olmuyo benimki n’apsam da.” İkramlar, ısrarlar, karşılıklı övgüler… Kahveler pişerken abdestler tazeleniyor. Onlar abdest alırken havluyu tutmak benim işim. Memnuniyetle… Mırıl mırıl dualar arasında ben de alıyorum payımı, “aziz ol güzel gızım benim, Allah sene de nasip etsin, havlu tutanların çok olsun…” Yengem kahveleri getiriyor. İlk fincan Halil İbrahim amcaya… Sonraki Yaşar yengeye, bir sonraki dedeme… Sedirden inip yere bağdaş kuruyor Halil İbrahim amca. Ben yanı başında, diz çökmüş, gözümü dikmiş ona bakıyorum. Dumanı tüten kahveden koca bir yudum höpürdetiyor. Sonra da koca bir “Ohhhh…”   “Canına değsin gelinim, pek güzel olmuş.”  Dedem, gelinlere çatmak ayıp olacağından, babaanneme bakıp kaşlarını indiriyor, “ Emine, hani lokum? Kutuda beklesin diye mi aldık iki kilo lokumu? Gavenin yamacına goyvesenize birer tane?” Annem fırlayıp yerinden, duvardaki cam dolaba yöneliyor. Lokumlar orada. Halil İbrahim amca koyveriyor kahkahayı, “Enişte, aman deyim. Gızdırma Çete Feyzullah’ın gızını.  Gurtarıvemem bak sonra seni.” Birden ışıyıveriyor gözlerim, “Halil İbrahim amca?”  “Buyur gızım?”   “Sen tanıyor muydun Çete Feyzullah dedeyi?” “Nerdeee? Ben doğmadan çok önce göçmüş bu alemden. Amma emekli olduktan sonra kendime iş gayıt edindim, aradım, sordum, iki yıl uğraştım. Buldum izini”  Ahhh nihayet! Kökümüzün, ocağımızın, bucağımızın hiç değilse bir parçasını öğrenebileceğim sonunda. Bir de Feyzullah dedenin çeteliği mevzuu var ki, asıl heyecan orada. “Eeee?” diyorum heyecanla. “ Aaaa yok, dur daha anlatma. Kağıt kalem bulayım.” Aynalı konsolun sıkışmış çekmecesini güç bela açıp biraz eşindikten sonra bir kalem geçiyor elime. Eee kağıt? Eskimiş,    yıpranmış, görevi bitmiş hiçbir şeyin ikinci kez kullanılmadan atılmadığı bu evde kağıttan bol ne var? Eski takvim kartonları rulosu sedirin altından çıkarılıyor. Çoğu sararıp tozlanmış bir tomar karton… Değil not tutmak, roman yazsan bitiremezsin ruloyu. Krem renkli küçük formika sehpa, dantel örtüyü ve plastik gül demetini üzerinden atıp,  yazı masası olmaya çoktan gönüllü. “Haaa” diyor Halil İbrahim amca göz kırpıp yerinden kalkarken, “Acele yok. Hele bi öğle namazını kılalım. Accık bekleycen.”

     “ Boylu poslu, burma bıyıklı, pehlivan gibi adammış rahmetli gençliğinde” diyor Halil İbrahim amca çay kaşığını tabağının yanına koyarken.  “Gerçi ölmüş gitmiş, heybetinden zerre eksilmemiş ya. Emine ninenizi kaçırmış. Taliplisi çokmuş. Güzel kadınmış, suna gibiymiş Emine nineniz. Feyzullah dede civanmert adammış amma, mal yok, mülk yok, para yok, pul yok… Olmazlanmış Emine ninenin babası. “Süründürmem ben gızımı” demiş. Demesiyle de bizim dede almış geçivermiş gızı anasının koynundan bi gece vakti. Ünnemişler, bağırmışlar, çağırmışlar, nafile. Kimse alamamış elinden sevdiğini. O zamanın Makedon candarmasına haber salmış babası. Bulup getirene iki dana vaat etmiş. Yok Allah yok. Bulan getirebilen çıkmamış. Gel zaman git zaman böyükler affetmişler ikisini de. Çift sürmüş, zeytin toplamış, nalbantlık etmiş garısına gül gibi bakmış Feyzullah dede. Bakmışlar ki Emine’nin gıkı çıkmıyo, el mahkum susup oturmuş anası bubası. Bi de tabi korku dağları bekliyo. Golay mı Feyzullah’a çatmak. Deliye çıkmış adı. Hakkını yemeğe kalkanın garşısına palaylan dikilirmiş. Kendine değilse bile atına itine gözdağı verirmiş adamın. Harama el sürmez amma, hakkına göz dikenin de gözünü çıkarırmış.      Yapma, etme, elini belaya sokma, diyenlere dönüp bakmazmış bile. “Ne konuşursunuz bre” dermiş. “Kızdırmayın benim deli kafamı. Topunuzu keser atarım te şu kesekliğe. Alırım kızanlarımı giderim karşiya. Te urda durur evimiz ucağımız ayni dedelerimizin bıraktıgi gibi. Varırım bab-ı ali’ye. Derim ki, böyük cihan padişahım ben geldım te bu kızancıklarımla birlikte te te Makedon’dan. Senin babanın babasının da babası demiştir askerlerine ki kimseler dokanmasın babamın babasının da babasının bırakıp gittığı eve ucağa. Te bir gün dönersek gerıya, bulalım er bir tuğlasını yerli yerında. Koca cihan padişahı verır yanımiza iki asker, göndertir bizi evimize ucağımıza. Te sizin gibiler de kalır buracıkta aha büyle manda boku gibi ” Biraz da Osmanlı’nın vefasına duyduğu güvenden olacak, bu kadar gözü kara, korkusuz, deli bir adammış Feyzullah dede işte. İki oğulları olmuş, babaları gibi boylu poslu, pehlivan kılıklı.  Birinin adı Ali, Birinin adı Muhammet… Biriktire biriktire iki dana sahibi olmuşlar bunlar. Bi de koyun sürüsü. Sütünü sağarken, yavrusunu satarken iyi kötü bi çiftlikleri de olmuş. Anlayacağınız, gül gibi geçinip giderlermiş işte. Böyle bi kurban bayramı arefesi, akşam vakti çıkmış evden Feyzullah dede. Kasabada kurbanlık sattığı adamın birinden alacağını almaya çağırmışlar. Atına atladığı gibi sürmüş kasabaya rüzgar gibi. Hanın aşevinde beklerlermiş borçlular bizim dedeyi. Tek tek saymışlar eline altın liraları.  İyice geç olmadan dönmek için evine, yola çıkmış atıyla.  Kasabanın çıkışında Makedon candarması beklemez miymiş meğer Feyzullah dedeyi. Yolu kesip durdurmuşlar. “ Eyy deli Feyzullah, çıkar cebinden keseyi” demişler. “ Ne yapacaksınız keseyi?” demiş dede. “Terzi Osman’dan çaldığın altınları geri alacağız” demişler. “Ne çalmasi, ne dersiniz siz bre? Ben ona kurbanlık sattım da aldım altınlarını, çekilin yolumdan ” dese de dinletememiş dede. Dört tane izbandut gibi candarma saldırmış Feyzullah dedeye. Yer misin yemez misin demeden meşe odunlarıyla dövüp, kolunu kanadını kırıp, para kesesini de alıp atmışlar yolun kenarına. Altınları kaptırmak o kadar değil ama dayak yemek çok dokunmuş kanına.   And içmiş, hesabını sormaz mıyım bunun, diye.  Çok değil, iki ay sonra yapmış planı kafasında. Birer birer çıkacakmış her birinin karşısına.  Palasını, nacağını bilemiş, ustura gibi yapmış. İşi gücü boşlayıp kasabayla köy arasını kendine iş edinmiş. On gün geçmeden dört candarmanın de cesedi bulunmuş kasabada. Birini kesip dereye atmış. Birisini adamın kendi evinin bahçesindeki ağaca kurbanlık gibi sarkıtıp boğazlamış.  Üçüncüsünü kuşluk vakti yolda durdurup ikiye biçmiş. Sonuncusunu öldürmemiş ama daha beter yapıp dilini kesmiş sağ eliyle birlikte. Adam delirmiş, hayır etmemiş zaten. Ölse daha iyiymiş. İşte böylece deli Feyzullah olmuş çete Feyzullah. Ne yaptılarsa yakalayamamışlar. Karısını oğlanlarını esir alırlar diye, babasının evine yollamış hepsini bizim dede. En iyisi Feyzullah’ı yakalayıp yok etmekmiş. Bir plan yapmışlar. Evinin yanındaki derede beklemişler. Gece olup karanlık basınca evini ateşe vermişler. Ya içeride ölür ya da dışarı çıkar. O zaman da onu biz öldürürüz, demişler. Ateşi gören konu komşu kova kova suyla toplanmış evin çevresine. Onlar duvarlara su atmaktayken evin çatısı tutuşuyormuş. Çatıya yetişelim derken duvarlar alev alıyormuş. Sabah olmuş, gün ışımış. Evden geriye dumanları tüten enkaz yığını kalmış. Makedon candarması durumdan memnun, cesedi bulmaya gelmişler. Bi de bakmışlar ki ceset falan yok. Ara, tara yok… Meğer karısının çarşafına bürünüp kadın kılığında çıkmış evden Feyzullah dede. Oradan babasının evine… Öpmüş koklamış oğlancıklarını, karısını. “Hele karşıya geçeyim, padişahımız efendimize çıkıp ahvalimi anlatayım,  baba ucağını bulayım. Gelip seni, hem kızancıkları alacağım. Gideceğiz te ata ucağına” demiş karısına. Vurmuş atının karnına kırbacını, gidiş o gidiş.”


  Babaannem kalkıp ışığı yakmasa karanlığı fark etmeyecektik. O kadar kilitlenip kalmıştık hikayeye.  Mutfaktan yemek kokuları gelmese acıktığımı da anlamayacaktım. Bir kez daha kuruldu sofra. Yemek yemek ne mümkün. Aklım, atını kamçılayıp sınırları aşmaya niyetli dedede. Yiğit bir efe değildi belki, ama bir masal kahramanıydı işte sonuçta. Benim için koca bir ömrün kahramanı. Sofrada da rahat vermedim Halil İbrahim amcaya. “ Çıkmış mı padişaha?” “Orası meçhul, bilen yok. Ama zor biraz. Osmanlı’nın son yılları…  Padişaha çıkacak da, ata ocağını geri isteyecek de… Olur iş değil. Nasıl olmuş bilmem, döne dolana gelmiş taa buraya, Tire’ye yerleşmiş çete Feyzullah. Burada da bir süre nalbantlık yapmış, kır bekçiliği yapmış. Bir gün tütün çardağında Nefise ninemizi görmüş. İçinin yağları erimiş o saat. Derler ki Emine ninemize pek benzermiş Nefise ninemiz. Ondan olsa gerek, çarpılmış Feyzullah dede. Amma velakin, o zamanlar göçmene yerli kızı vermezlermiş. Haber yollamış bizim dede. Olmaz, demiş Nefise ninenin babası. Mümkün değil, olmaz… Bu kez kendi gitmiş çardağa bir sabah vakti. Mavzerini koymuş çardağın ortasına. ‘ Te bana bakasın bey baba’ demiş. ‘Bana Makedon’da derler idi çete Feyzullah. Duymuşsundur eral namımı. Eğer ki kıziçeni verir isen bana,  evladın ömrü billah gürmez, bilmez zillet nedir.’ Hasan dede anlamış damadın demek istediğini, mecbur kalmış Nefise Nineyi Feyzullah dedeye vermeye.“  

              Yemekler yenildi, çaylar içildi. Dedem ve Halil İbrahim amca akşam namazını camide kılmaya karar verdiler. Ne uzun sürdü namaz? Gelmek bilmediler. Döndüklerindeyse yataklar hazırlanmış, konuklar odalarına buyur edilmişlerdi. Yorgundular. Hem daha yarın da buradaydılar. Ne acelem vardı ki?  Hem artık biz de eve gitmeliydik. Yarın erkenden gelip öğrenebilirdim hikayenin sonunu.  Bunun sonu olan bir hikaye olmadığını o zamanlar bilemezdim tabii.  Bizimle devam eden, çocuklarımızla ve onların da çocuklarıyla devam edip gidecek bir destan değil miydi aile hikayeleri?  Peki, ya Emine nine ve oğlanlar? İşte içimi kanatan yanı buydu hikayenin. Yıllar sonra, oğulları biraz büyüyüp annelerine yoldaş olacak hale geldiğinde, oğullarıyla birlikte İstanbul’a gelir Emine nine. Nasıl yapar nasıl becerir bilemem, kocasının izini sürer, Tire’ye gelir. Bakar ki evlenmiş, iki de kızları olmuş. Birisi babaannem, ki adı Emine, diğeri Babaannemin kız kardeşi Mediha teyzem. Sessiz sedasız döner, Bursa’ya, akrabalarının yanına yerleşir. Emine’ye kocalık, ama en çok da oğullarına babalık edecek iyi bir adamcık bulurlar. Baş göz ederler Emine’yi. Halil İbrahim amcam gider, izini sürer, üç ay önce öldüğünü öğrenir, günlerce dilinin ucunda tuttuğu lafları yüreğine saklayıp döner.

    Nedeni ne olursa olsun, tınısında acıyı barındıran kelimedir göç. Mutlu anlar gelmez akla. Kopuştur, yerinden yurdundan sökülüp atılıştır. Bıçak yarasıdır bir kanı durmaz, yanık izidir yıllar sonraya hatıra. İstisnasız bütün göç hikayeleri dağılıştır,  savruluştur.  Ve nihayetinde, sağ salim varabilmişsen, yabancılıktır, elliktir, garipliktir dili diline, huyu huyuna uymayan o yeni yerde. Günler, aylar süren sefalettir, açlıktır, pisliktir, ölümdür göç. Başına ne geleceğini bilmemektir. Hele mübadele… Sökülmüş diş yeri gibi bomboş kalır kopup geldiğin ellerdeki yerin. Koparıldığın topraklara gönderilen kaderdaşlarının boşluğu, sökülmüş dişin boşluğu gibi karşılar seni. Dilin değdikçe bir garip et çukurudur hissettiğin, her seferinde acıyan.  Bebeğinin ölüsünü, denizin soğuk suları mezarı olmasın diye, günlerce kucağında taşımaktır sıkış tepiş bindirildiğin gemide. Yunan dölü, gavur tohumu, Türk artığı sayılmaktır vatan diye gönderildiğin yaban ellerde.  Adın  Mehmet’tir, Feyzullahtır, Emine’dir, Aleksi’dir, Eleni’dir… Fark etmez. Sokağın göçmenisindir. Bu kadarı yeter seni tanımlamaya.
                                                                                                FİLİZ SONSUZ/10Kasım2015



Yetmiyor-Hatice Engin

Eylül güzel bitmişti ama Ekim ‘in sonları da onu aratmıyordu hani. Berrak bir gökyüzü, kavurmayan güneşin kararında sıcaklığında, bir pazar güzellemesi  yapalım istemiştik.
Kuzeye, daha kuzeye idi istikametimiz.
Görmediğimiz koylara , köylere gidelim istemiştik bugün.
Yolumuz denizle kesişiyordu kimi.  İşte bu kesişmelerde gün boyu kayalıklar arasında parçalanmış şişme bot parçalarına, turuncu beyaz can yeleklerine, bir yerlere sıkışıp kalmış kot pantolonlara, tişörtlere şişme botların içine yan yatmaması ve batmaması için konan siyah plakalara rastlamıştık deniz kenarlarında.
Suriyeli mültecilerden geriye kalanlardı bunlar, biliyorduk. Aylan’ın cansız minik bedeni, Ege kıyılarına vurmadan çok önceleri de buralar, kaçakların umut yolculuğuna  çıkmak için kullandıkları yol güzergahlarıydı. Biliyorduk.
Biliyorduk ama yine de kısa zaman önce buralardan geçen insanlardan geriye kalanlar içimizi burkmuştu. Kadın çocuk, yaşlı, hasta…..  bir çok profil çizebiliyorduk onlara.
Tam karşımızda duran Midilli onlar için kurtuluştu. Oysa orada da istenmiyorlardı. Yurtsuz, kimliksiz, belki de son kuruşlarına kadar teslim olmuşlardı umut tacirlerine.
Limanın dolgu taşlarının arasında, dalgalarla bir yakınlaşıp ,bir uzaklaşan çantayı farketmemiz, geç olmuştu biraz. Saman sarısı renginde bir sırt çantasıydı denizin içindeki. Kenarları deri ve kahverengi dikişli, demir zımbalı ve  kumaştandı.
Sanki o da bize yaklaşmak, sahibinden kalanları bize göstermek istercesine denizin onu çekmesine direniyor, gitmiyordu. Dalganın iyice kıyıya sürüklediği esnada ıslanma pahasına da olsa çantayı denizden almaya karar verdim.
İçinden naylon bir poşete sarılı ekmek döküldü önce yere. Denizin lime lime ettiği ekmeğin yanında bir şişe su, bir paket bisküvi, yeşil beyaz kareli bir kadın gömleği, mavi bir kadın eşarbı, bir de, deri mont vardı. Montun iç cebinde abartılı bir kabarıklık hepimizin dikkatini çekmişti. Naylona sarılı küçük bir paketi çıkardığımızda ,Kur’an ve bir ayet parçasının  bu kabarıklığın sebebi olduğunu anladık.
Öylece kalakalmıştım kadın tarafımla bir sınırda yine. 2013 te Mardin’de Suriye sınırında sormuştum bu soruyu. Sınır nerde başlar? diye.
İşte yine bir sınırdaydım.
Denizin iki yakası…
Biri umudun bittiği, diğeri umudun başladığı iki yer.
Gelenler mi şanslıydı yoksa kalanlar mı?
Kaç mayından geçmişlerdi insanlıklarını, onurlarını , duygularını parça parça ettikleri?
Bir kurşunluk canlarını denize feda etmek mi ağır gelmişti yüreklerine, yoksa bir daha belki hiç göremeyeceklerinin sızısı mı?
Yaşamak, ölüm kadar ağırdı oysa onlara.
Çantadan önümüze savrulan bir hayattı.
Genç bir anneydi belki çantanın sahibi. Kucağındaki çocuğu gecenin karanlığında ağlamasın diye  bisküvi almıştı belki. Su ve ekmekten ibaretti yiyecekleri. Kaç öğüne bölünecekti ya da kaç çocuğa. Nasıl adil olabilecekti ekmeğin yoksunluğunda,çocukları arasında?
Soğuk olduğunda giymeyi düşündüğü montunun cebindeki Kur’an’ın verdiği manevi güçle umutlarını  tazeleyen, karşıya sağ salim geçip geçmeyeceğini bilmese de,bir gün doğduğu topraklara döneceğinin hayalini kuran genç bir kızdı belki de çantanın sahibi.
Kimi bırakmıştı arkasında?
En son kime değmişti yüreği?
Umuda gitmenin ayrıcalığıyla , geride kalan kimin gözlerinden kaçırmıştı gözlerini ?
Belki de bota bir kişinin daha binebilmesi için sadece tüm ağırlıklarını atmışlardı.  Kur’an bile ağırlıktı o an. Ucunda yaşamın olduğu karanlığa attıkları adımda, din bile yüktü belki de.
Ya da….! Karaya vurmuş paramparça bot artıklarından sonra denizin acımasızlığına karşı kaç kulaç atarak direnebilmişlerdi yaşamaya.
Yakalanmıştı insanlığım. En suçsuz hallerimle, hem de suçüstü.
İnsanın insana yaptığına, savaş bezirgânlarına, tacirlere, tüccarlara, saraylara, sultanlara binlerce lanet okumak, yetmiyor.
Yüreğimden taşan öfkeyi anlatmaya kelimelerim, yetmiyor.
İnsanlığın bu kadar dibe vurduğu, ahlaksızlığın bu kadar prim yaptığı bu dünyaya daha ne kadar dayanabileceğimi tahmin etmeye aklım yetmiyor artık.
Soruyorum kendime, insanlığın sınırı nerde başlar?

Hatice ENGİN