Öykü-Filiz Sonsuz

ZÜMRÜT PALAS

     Muzaffer Hanım,  uyandığında ortalık zindan gibiydi. Kaç kere tembihlemişti oysa Hacer Kalfa’ya hava kararır kararmaz idare lambasını yakmasını. O incecik, cılız sarı ışık olmadan nasıl bulacaktı tuvaletin yolunu? Yarın ilk iş, Mevlüd  Efendiyle konuşup Hacer Kalfa’nın işine derhal son verilmesi emrini vermek olacaktı. Terliklerini zor zahmet bulup giydi. Ayaklarını sürüye sürüye ve duvarlara tutunarak kapıya kadar gidip elektrik düğmesini çevirdi. Odaya sapsarı ışık doldu. Işıktan gözleri kamaştı. Bir süre bekleyip gözleri ışığa alışınca yine duvarlara tutuna tutuna tuvaleti buldu. Ayak seslerine uyanan Hacer koşup Muzaffer Hanım’ın koluna girdi. Bir yandan da söyleniyordu mırıl mırıl, “ Ah hanımım, seslensene bana, düşüp kıracaksın bi yerini. Sonra işin yoksa…” “Hiiç konuşma sen”  dedi Muzaffer Hanım. “Topla pılını pırtını, git başka iş bul kendine yarın.”  Hacer alışkındı yaşlı kadının olur olmaz laflarına. Alzheimer,  evlerden ırak,  böyle yapıyordu adamı işte. Yarın sabah bütün bunlar hiç olmamış gibi Hacer’e onlarca iş buyurur, olmayan müşterilerin yatak çarşaflarının değiştirilmesini ister, akşamüzeri Hacer’i Mal Müdürü’nün karısı Lütfiye Hanım sanıp beş çayına davet eder, akşam yemeğinde, yıllar önce veremden ölmüş kız kardeşi Gazanfer Hanım niyetine karşısına oturtur yemek yerlerdi Hacerle.

        Kasabanın orta yerinde, beşer katlı apartmanların, iş merkezlerinin arasında, kırık bir diş gibi kalakalmış, iki katlı, taş bir binaydı Zümrüt Palas. Yıllar önce, Muzaffer Hanım’ın,   Ankara’daki memuriyetinden istifa edip baba ocağına yerleşmeye karar veren kocası Mithat Bey’in babasından miras kalan taş bina, biraz da Muzaffer Hanım’ın kırılamaz inadıyla, özene bezene tadilattan geçirilip, İtalya’dan getirtilen  mobilyalarla döşenip, eşi benzeri İstanbul’da bile görülemeyecek bir motele dönüştürülmüştü.  Mithat Bey’in babasından kalan mirasın yarısını yemişti motel gerçi; ama değmişti de.  Bu küçücük sahil kasabasına büyük şehirden gelip gözlerden ırak birkaç gün geçirmek isteyenlerin gözdesi olmuştu Zümrüt Palas. Kimleri ağırlamamıştı ki vaktiyle… Kasabanın ilk yılbaşı partisine ev sahipliği yapınca ünü yayılmış, İstanbul sosyetesinin gözde mekanı haline gelmişti. Sonra efendim, neydi o cumhuriyet balolarının ihtişamı… Günler öncesinden yer ayırtırdı müdavimleri.

        Zamanla kasabada daha modern, daha yeni otellerin açılmasıyla yıldızı eskisi kadar parlamasa da,  yıllar önceki halini koruduğu, geçmişi çağrıştırdığı için  eskiyi arayanlarca bir süre daha rağbet görmüş, giderek ayda bir iki gariban yolcunun gelip belki bir iki gece konakladığı ucuz bir motele dönüşmüştü Zümrüt Palas. Mithat Bey’in ölümün ardından İzmir’de avukatlık yapan oğulları Kemal, moteli satıp annesini de yanına almak istemiş, Muzaffer Hanım’ın itiraz kabul etmeyen red cevabıyla binayı satmayı başaramamıştı.  Yıllar sonra Alzheimer olan annesini, motelin emektarları Hacer ve kocası Mevlüd Efendi’ye emanet etmiş, motelin geliri karşılığında annesinin bakımını üstlenmelerini istemişti. Motel olarak çok da rağbet görmeyen Zümrüt Palas, Hacer’in ve Mevlüd Efendi’nin elinde iyi işleyen bir esnaf lokantasına dönüşmüştü. Motel’in odalarına yerleşen karı koca, Muzaffer Hanım’a bakıp gözetmeleri karşılığında kârlı bir anlaşma yapmışlardı yapmasına ya, bu anlaşma Muzaffer Hanım’ın ömrü ile sınırlıydı. Yaşlı kadın ölmesin diye gözünün içine bakar olmuştu Hacer ve kocası. Sırf bu yüzdendi aslında, Hacer’in Muzaffer Hanım’ın tek başına tuvalete gitmeye çalışmasına itirazı.

       Hacer, Muzaffer Hanım’ı yatağına yatırıp gidip uyuyacaktı ki yarın için kuru fasulyeyi ıslatmayı unuttuğunu fark etti. Mutfağa gidip koca bir tencerenin içine boca etti iki kilo kuru fasulyeyi. Yanına pilav, piyaz,  bi de ızgara köfte… Tamamdı işte yarının menüsü. Akşam yemeğinde yediği turşu mu yakmıştı içini ne, koca bi bardak suyu dikti kafasına. Mutfaktan çıkacakken dışarıda bir gürültü duydu. Cama gidip bakmasına fırsat vermeden kapı çaldı. Birileri ısrarla zile basıyordu. Zil sesine Mevlüd Efendi fırladı kalktı yatağından. “Gecenin bu vaktinde hayrolsun” diye korkuyla söylendi adam. Bu saatte çalan telefondan da kapıdan da hayır gelmezdi ya…  Karı koca  koşup kapıyı açtıklarında, en önde bir polis memuru, sekiz on kişinin ellerinde çantalar, basamaklarda yalvaran gözlerle bekleştiğini gördüler. Uykusuzluktan gözleri kızarmış polis, bir an önce mevzuyu anlatıp, karakola dönmek niyetindeydi. “Tiyatrocular Mevlüd Efendi” dedi. “Otobüsleri bozulmuş, kalakalmışlar Uzunkavak’ın oralarda. Bu gece yatacak yer lazım şöyle ucuz yollu. Sende oda vardır herhal…”

        Hiç beklenmedik anda çıkıp gelen müşterilerin bırakacağı paranın düşüncesi, uyku sersemliğini bir çırpıda silip atmıştı Mevlüd Efendi’nin gözlerinden. Müşterileri lokantanın masalarına buyur edip ocağa çayı oturttu. Hacer’i odaları hazırlamaya yolladı. Peynir, zeytin falan koydu masalara. Biraz da akşamdan kalan çorba… Yorgunluktan aş ekmek görecek göz kalmamıştı hiç birisinde. Çaylarını içerken bir iki cümle alabildi Mevlüd Efendi ağızlarından. Amatör bir tiyatro gurubuydu. Turneden dönüyorlardı ve ne şans ki, kasabanın girişinde bir yerlerde otobüsleri bozulmuş, ite kaka karakola kadar güç bela gelebilmişlerdi. Nöbetçi polis, hem ucuz, hem yakın olduğu için ekibi Zümrüt Palas’a getirmişti. Çaylarını içip bir iki lokma atıştırdıktan sonra herkes Hacer’in gösterdiği odalara dağıldı.

          Müşteriler öğlene doğru birer ikişer odalarından çıkıp aşağıya indiklerinde Muzaffer Hanım cam kenarındaki berjerine oturmuş, motelin merdivenlerinde   şamata yapan gençleri izliyordu. Ekibin yönetmeni olan, uzun, atkuyruğu saçlı genç adam Muzaffer Hanımın karşısındaki koltuğa oturup cep telefonunda birileriyle konuşmaya başladı. Karşısındaki yabancının bir selam bile vermeyişine sinirlenen Muzaffer Hanım, yaşlı kısık sesiyle Hacer’i çağırdı. “Kim bu edepsiz Hacer Kalfa? Neden alıyorsunuz bu adab-ı muaşeret fukaralarını içeri?”  Hacer, müşteriye duyurmamaya çalışarak, biraz da çocuğunu azarlayan anne  edasıyla kaş göz edip durumu açıklamaya çalıştı Muzaffer Hanım’a. İçerideki kalabalığın ve karşısında oturan adamın bir tiyatro ekibinin elemanları ve motelin  müşteri olduğunu anlatması kolay olmadı.

      Fransız Kız Lisesi mezunu Muzaffer Hanım,   okulun tiyatro gurubunda oynadığı günlere mi gitmişti ne, titreyen bacaklarının üzerinde tay tay duran çocuklar gibi güçlükle ayağa kalkıp, ellerini kollarını havada ağır hareketlerle uçuşturarak Fransızca bir şiir okumaya başlayınca ekibin üyeleri sardı etrafını. Tek kelimesini bile anlamasalar da kulak aşinalığıyla  Fransızca olduğunu anladıkları gösteriyi  pür dikkat izlediler. Gösteriyi bitirip, eğilebildiği kadar eğilip izleyicilerini selamlayan Muzaffer Hanım, gençlerin alkışları ve yardımlarıyla koltuğuna oturdu. Yaşlı kadının gözlerinden, çoktandır kimselerin görmediği bir parıltı geçip gitti. Tek tek baktı genç izleyicilerinin  gözlerine. Birden, ağlamakla gülmek arası bir yüzle ekibin en genç oyuncusu Zuhal’e dikti gözlerini. Kendi kendine söylenir gibi bir sesle ellerini uzattı Zuhal’e.  “Zümrüt’üm, ne zaman geldin sen? Baban mı getirdi seni bana?”  Yaşlı, buruşmuş bir çift eli havada bırakmak istemedi Zuhal. Koltuğun yanına diz çöküp Muzaffer Hanım’ın ellerini tuttu. Belki de oynamaya devam ediyordu yaşlı kadın. Bir kaç dakika önce izledikleri performanstan sonra, şu yaşadıklarının da bir oyun olmadığını kim söyleyebilirdi ki?  Hacer gelip yanına ilişti Muzaffer Hanım’ın. “Yok hanımım” dedi. “Zümürt değil o. Müşteri o, müşteri…” Sonra gençlere dönüp, fısıl fısıl, durumu açıklamaya çalıştı. “ Kusuruna bakmayın, kendisi Alzheimerdır da… Beni hatırlamaz, günde kırk kılığa sokar, amma eskilerden ne varsa bugün gibi bilir. Böyle bi meret işte bu hastalık. Zümrüt kimdir bilmem. Akrabası falan herhal. Her gördüğü kızı Zümrüt sanır.”   

         Akşama doğru at kuyruklu yönetmen neşeyle girdi salona. “Toparlanın arkadaşlar” dedi. “Otobüs hazır. Yola çıkıyoruz.”  Kısa bir pazarlıktan sonra hesabı ödeyip çıktılar motelden. Zuhal, Muzaffer Hanım’ın yanına yaklaştı.   Cep telefonuna bakıp, Muzaffer Hanım’a doğru eğilip “ au revoir madame (1)” dedi. Muzaffer Hanım Zuhal’in ellerini tuttu. Gözlerine uzun uzun baktı. Fısıldadı,  “ au revoir belle fille Zümrüt(2)”

(1)   Hoşça kal madam
(2)   Hoşça kal güzel kızım Zümrüt

                                                                                        17.02.2015 

Muhabbetname- Filiz Engin


Tecavüzün bir tarihi var!..
  
Merhaba Canım,

Aslında kendime dair birçok yeni haber vereceğim, içimde büyüttüğüm bazı düşünceleri, planları paylaşacağım bir mektup olacaktı bu. Düne kadar hazırlığım bu yöndeydi. Bloknot açık, kalem onun yanı başında, kafamdakileri iyice bir pişirmem, bir oturuşta yazıp bitirmem için beni bekliyorlardı masanın üzerinde. Olamadı… Yaşanan yeni bir kötülüğün haberi ve o habere dair muhtelif yorumlar benim önüme geçti.
 
Önce tecavüz edilip sonra bıçaklanan, bıçak darbeleri yetmeyince kafasına defalarca levyeyle vurularak öldürülen, katilin yüzünü tırmaladığı için tırnak aralarına girmiş olabilecek deri parçalarından deyyusun kim olduğu saptanamasın diye iki eli kesilip bir taraflara savrulan ve bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de kimliği anlaşılmasın diye yakılarak dere ağzına atılan üniversite öğrencisi genç bir kızın haberiyle çalkalandık bu kez. Yaşamaya dair hevesimizi kursağımızda bırakan yeni bir olay daha!

Bu satırları okurken kaşlarını çatışını, “Kahretsin, bu ne ilk, ne de son,” diye aklından geçirerek başını bir o yana bir bu yana sallayışını görür gibiyim. Tahmin edeceğin gibi aynı düşünceler içindeyim. Bir yanım en ilkel güdülerimi derin yerlerdeki uykularından uyandırıp su yüzüne çıkarıyor ve bunu yapanların, mesela ceza olarak cinsel organlarının ellerinden alınmasını istiyor. Diğer yanım “Neden?” deyip cevaplar aramak üzere okumaya, düşünmeye, anlamaya sevk ediyor beni. Eminim aklı, vicdanı olan her insan tıpkı benim gibi bu gelgiti yaşıyor şu sıralar.
Tecavüz; evet, bir anlamıyla “Birinin namusuna saldırma” ama aslında daha geniş bir alanı kapsayan anlamı var bu kelimenin. Sözlükte,  “Aşma, ötesine geçme, başkasının hakkına el uzatma” diye geçiyor bu diğer anlam. Buna bağlı olarak tecavüzcü de; karşı tarafın isteklerini, hislerini ve haklarını dikkate almadan, kendi istediğini gasp yoluyla elde etmeye çalışan bir hırsız, bir saldırgana dönüşüyor. Kelimenin anlamındaki bu genleşmeyle birlikte cevap verilmesi gereken sorular, nedenlere dair cevaplar çoğalıp duruyor. Keşke sadece, bir bakanın beyan ettiği üzere, bu tür olaylar “münferit” diyebileceğimiz, birilerinin akıl sağlığıyla ya da toplumdaki bireylerin cinsel açlıklarıyla açıklanabilir olsa… Oysa tecavüz hiç ama hiç öyle “kendine özel” bir olay falan değil! Baştan ayağa içinde yaşanılan toplumun yarattığı bir yaşam biçimine, bir ahlak anlayışına dayanıyor tecavüz. Bunu söyledikten sonra da sıraya yeni bir soru giriyor. Bu yaşam biçimini niye yarattı toplum?
 
Dönüyorum, dolaşıyorum ve her can acıtan ve utanmadan “münferit” deme cüretinde bulundukları olayın arkasında mülkiyet denen o illeti, hatta illet ne kelime o canavarı buluyorum. Yüzyıllardır yedikleriyle bir deve dönüşmüş, uzun dişli, ağzından kan damlayan ve asla doymayan mülkiyet... İnsanlık bu kavramla tanıştıktan, daha doğru tanımla bu kavramı yarattıktan sonra başlamadı mı her şey? Önce “Benim toprağım”la başlayan ve “Kadın da benim”e kadar gelen; vahşet, acı, kan ve gözyaşıyla yoğrulup pişirilmiş koca bir tarihi peşimiz sıra sürüklemiyor muyuz? Tecavüzün, üstelik sadece kadına tecavüzle sınırlı olmayan bir tarihi var. Gerçek bu… Hal böyle olunca, sadece son fotoğrafa bakarak bu konunun içinden çıkmak, yani çözüme giden yola girmek mümkün mü?

Geçenlerde okuduğum bir yazıda “Tecavüz cinsel ve bireysel bir eylem değildir. Gerçekte tecavüz tarihi bir olaydır ve uygarlığın varoluş karakteri ile bağlantılıdır. Tecavüzün bir tarihi vardır. Bu tarih özne nesne, ezen ezilen, boyun eğen boyun eğdiren ilişkisi başladığı zamana değin uzanan oldukça eski bir tarihtir. İnsanlığın ilk toplumsal biçimi olan doğal toplum tecavüzü tanımıyordu. Çünkü tecavüze zemin olacak bir toplumsal biçimleniş yoktur. Yani tecavüz bir toplumsal kader gibi ezel ebed değildir. Tecavüz insan toplumun geçirdiği değişim süreçlerinde ortaya çıkmış insan yaratımı bir olgudur. İnsan toplumunun baştan itibaren içerdiği bir hakikat değildir, yaratılmıştır.” diyor. Sen de katılmıyor musun bu cümlelere? Tecavüz etme cesareti kendini özne, karşındakini nesne hissetmekten kaynaklanmıyor mu? Ebeveyn kendini özne hisseder, çocuğu döver, erkek kendini özne hisseder, kadına etmediğini bırakmaz, devlet öznedir, yurttaşlar nesne, kapitalist bir toplumda eşyanın tabiatına uygunluğuyla bağlantılı olarak patron kendini özne hisseder, emekçinin canına okur, öğretmen sınıfın öznesi ama müdürün nesnesidir… Örnekleri çoğalt dur…

Televizyonumuzun başında ya da internette, vicdan sahibi bireyler olarak kadına yönelik tecavüze karşı olayları izlerken olanları lanetliyor, gözyaşı döküyoruz. Ama büyük çoğunluğumuz hayatımızın hemen her alanına sızmış; cinsiyetimizle, rengimiz, milliyetimiz ya da konuştuğumuz dille hiçbir ilgisi olmayan o devasa tecavüz kültürünü hissetmemekte direniyoruz.

Hepimizi hem yasa ve hem de öfkeye boğan, güzel gözlü Özgecan Aslan’ın cenazesinde şöyle bir şey oldu. Kadınlar onun tabutuna erkeklerin el sürmesine izin vermediler ve kendileri taşıdı tabutu. Bir yanıyla simgesel bir nitelik taşıyan bu davranış alkışlarımıza neden olurken, benim içimi ne yalan söyleyeyim, diğer yandan bir hüzün kapladı bu görüntüleri izlediğimde. Kadın erkek demeden hepimizi nesne olarak gören, kendine dev aynasında bakıp bakıp özne olarak hisseden egemen güçlerin, bir yığın yaratılmış üst kimlikle bizi birbirimizden uzaklaştırdığı yetmiyormuş gibi kadın erkek olarak da ayırıyor, hatta bazı durum birbirimize diş bilememize neden olabiliyor. Daha dün Facebook’ta genç bir delikanlımız Özgecan için yapılacak mitinge katılmakla ilgili “Özgecan'la aynı lisede 3 sene okumuş biri olarak siz kadınlarımızın arasında utanarak da olsa bulunmak istiyorum izniniz olursa,” diye yazdı. Ne diyeyim ki? Böyle…

 “Tahlil, tahlil, tahlil…” diye çatılmış kaşlarınla bana verip veriştirdiğini duyar gibiyim Candancığım. Sen her zaman hızlı çözümlerden yanasındır biliyorum.  Ama ne çare ki, benim beynim de böyle çalışıyor. Yapacak bir şey yok. Çözüm deyince,  Hintli bir erkek gazeteci tarafından, tecavüzle ilgili protestolara katılan Hintli genç erkeklere yazılmış bir mektuptan bir kenara çiziktirdiğim şu sözleri sana yazmak geldi içimden. Bu arada bilmiyordum, Hindistan’da her 21 dakikada bir kadına tecavüz haberi duyuluyormuş!

(...)"Fakat vahşice işlenen bir tecavüzü protesto etmek kolaydır. Şimdi beni iyi dinle, çünkü aslında bu olayın altında değiştirilmesi çok zor kalıplaşmış eylemler var. Mesela artık annen, kız kardeşlerinden önce sana yemek servisi yaptığında onu reddetmeyi öğrenmelisin. Dürüst olmak gerekirse ondan önce davranıp kendi yiyeceğini kendin servis etmelisin. Hatta yemek pişirmeyi, temizliği, bulaşığı eşit olarak paylaşman gerekiyor. Peki ya çamaşır? Belki de bir dadın veya yarı-zamanlı bir hizmetçin var; fakat yine de annen ve kız kardeşlerinin yaptığı bir sürü ev işi var. Annen bulaşıkları dizerken ve çamaşırlarını katlarken TV seyretmene veya maça gitmene pek gerek yok gibi."
Bu satırlar lanet olası küçükmüş gibi görünen bir yığın detayı getirdi aklıma... Oğlan çocukları ve anneler... Bana göre işin bir başka önemli tarafı, bu mektupta vurgulandığı gibi erkeğin kendisiyle didişmesi, sonradan edinilmiş bir yığın yanlış davranış biçiminden kendini arındırmaya çalışması gerekliliğinin yanı sıra, kadının da kendisini gözden geçirmesi şart değil mi? Sonuçta o yemeği tabaklara dağıtan kadının bizzat kendisi!

Başta da dediğim gibi, tam sana mektup yazma kararı verdiğim bir sırada bu tecavüz ve cinayet haberinin gelişi; kalemime geldiği gibi rahatça yazdığım insanların başında olduğun için, yaratmaya çalıştığın yeni yaşam biçiminde, belki de hiç duymak istemeyeceğin sözlerle dolup taştı. Kızma bana… Buralardan binlerce kilometre uzaklara gidip, internetle bağını da koparma kararından sonra, ne dünya ve ne de bu topraklarda olup bitene dair hiçbir bilginin olmadığını düşündüğüm anlarda bazen kızıyorum sana, bazen de, evet itiraf ediyorum, imreniyorum.

Koca gözlü ve tıpkı babası gibi güleç yüzlü oğluşunun fotoğraflarını aldım. Henüz bir aylık olduğu halde o ne tombişlik öyle… Yanaklarından kan damlıyor. İki aya kalmaz sen onu evin yanından akan nehirde yıkamaya da başlarsın, yaparsın, biliyorum.

Seni, hayat karşısında korkusuzca ilerlemeni, yanı başındaki sevgilin, yoldaşın Kerem’i ve tabii henüz sesini duyamadığım güzel oğlumuzu seviyorum. Uzun mektuplar yaz bana, ihtiyacım var. Hepinizi öpüyorum.

15.Şubat.2015








GECİKMİŞ BİR TEŞEKKÜR

                                        
          Bazı şeyleri geç fark ediyor insan. Çoğunlukla da fark edebilmesi için bir neden gerekiyor. Eskilerden bir şarkı, bir türkü, bir koku, bir görüntü… Yok, anımsamaktan söz etmiyorum. Anımsamada da benzer uyaranlar etkili olabiliyor, doğrudur. Ama anlatmaya çalıştığım şey başka. Fark edebilmekten söz ediyorum. Yaşadığımız bir şeyin içimizde yaptığı değişimi, bir deneyimin kişiliğimizde yarattığı evrimi, yani özetle neden sonuç ilişkisini kuruveriyorsunuz kafanızda yıllar sonra.  Bu sessiz sedasız evrimin, çoğunlukla da gizli kalmış kahramanlarına bir teşekkür bile edemediğinizi görüyorsunuz.

         Bulutların bir dağılıp bir toplandığı, havanın yağsam mı yağmasam mı diye nazlanıp durduğu bir öğlen üstü… Hava da nasıl soğuk… Kentte hasat festivali başlıyor. İsmi çok uzun aslında. Aklımda tutamıyorum tamamını. Kış festivali dedim mi anlıyor herkes zaten. Günde en az iki kere parkın içinden geçme günlerim geliyor demektir. Acayip sevinçliyim. Sevincim,  kurulan stantlara. İki hafta boyunca parkın içi cıvıl cıvıl, ışıl ışıl olacak yani. Tam bir panayır havası…  Tedavi edilemez derecede bir küpe hastası olarak büyük bir sevinçle takı stantlarının açılmasını bekliyorum. Pamuk helvacı da var tabii işin içinde. Pembe pembe pamuk yığınları olmazsa şenlik olmuyor ki. Bayram çocukları neşesiyle, stantlarına yerleşmeye çalışan esnafın arasından geçip giderken birden karşımda buluyorum Ayfer Hocamı. İşte budur… Aynı neşe O’nun da gözlerinde...  Rengârenk atkısının neşesi mi vurmuş yoksa gözlerine? Hayır canım, bal gibi de parlıyor gözleri işte. Bir şeyler onda da bahar etkisi yaratmış belli ki.  Hiç girizgâha gerek duymadan, neden söz edeceğimi anlayacağından öyle eminim ki, “Oyyy” diyorum, “nasıl da seviyorum bu cıvıltıyı”.  Gençlik merkezinin hemen yanında, kuru meyveler satan bir tezgâhın önündeyiz.   Saatlerdir süren sohbetimize devam ediyormuş gibi, pür neşe,  lafı alıyor ağzımdan Ayfer Hocam, “Evvveeettt, aynen öyle. Bak, bekliyoruz festival açılışına haberin olsun. Minikleri mutlaka görmen lazım…”  Minikleri mutlaka görmem lazım… Sihirli sözcükler bunlar işte. Minikler… Halk oyunları ekibi…  Bundan daha güzel davetiye olur mu?


          Amma ve lakin bir şeyler oluyor. Normalin biraz dışında bir hareketlilik var büroda.  Çok gecikiyorum.  Ama aklım küçücük zeybeklerin, koca adamlar gibi sert bakmaya çalışan çocuk gözlerinde. Öyle olduğunu oğlumdan biliyorum. Sekiz yaşlarında falandı, arkadaşlarla karar verip, çocuklarımızın ellerinden tutup Ayfer Hocam’ın kapısına dayandığımızda.

          Nasıl da güzeldirler kim bilir. Tabii ki kaçırıyorum gösteriyi. Sonuna zar zor yetişiyorum. Mintiriminnacık adamlar ve kadınlar, sırmalı cepkenlerin içinde kocamanlar. Heyecandan titriyorlar belli ki. Ve belli ki çok alkışlanmışlar. Yanakları al al olmuş. Gözleri parıldıyor her birinin.  Bu kadar mı güzel olunur? Tabii ki anneler, babalar, nineler, dedeler, teyzeler…

            Aaaaa… N’oluyor yahu? Kendimi görüyorum gösteriyi en önde izleyenler arasında. Elimde bir fotoğraf makinesi, Yılmaz’ı arıyorum çocukların içinde. Hepsinde aynı kıyafet, karışıveriyor görüntüler. Şu yüzü protokole dönük olan Yılmaz mı?  Hay Allah ya... O kadar da tembihledim oysa yüzün bana dönük olsun, poz ver de çekeyim falan diye. Çocuk işte. Ben bu kadar heyecanlıysam, o mahvolmuştur kesin. Birden sarsılıyorum. Kalabalığın arasında yakalamaca oynayan iki çocuk, yanımdan geçerken ardı ardına çantama çarpıp beni kendime getiriyorlar. Tabii ya… Yıllar önceydi o. Her birisi büyüdü, koca adamlar oldular. Lise son işte... Seneye belki de üniversite… Ama ne güzel günlerdi.

            İlk kim akıl etti çocukları halk oyunları kursuna yazdırmayı? Muhtemelen Nurşen’di. Çoğumuzdan daha deneyimli bir anne ve veliydi. Bizi bir araya getiren de oydu aslında. Ama dur şimdi. Özlem de önermiş olabilir halk oyunları kursunu. Ne de olsa ana sınıfı öğretmeniydi bizim çocukların.  Aklıma gelirse sorayım bir ara. Her neyse…  Üçüncü sınıfa geçtikleri kıştı. Toparladık çocukları, gittik sevgili Ayfer Arıcan’ın başına. Şanslıymışız, yeni bir minikler ekibi kurulacakmış. Hüseyin Hoca çalıştıracakmış bizimkileri. Hüseyin Demirsaban… Deneyimli bir arkadaşmış. … Bak ben hatırlamıyorum; ama Yılmaz’ı zorla götürüp izletmişim yetişkinlerin çalışmasını. Ve ekibe dâhil olmaya ikna etmek için de bayağı çaba harcamışım.  Neden o kadar zorladığım belli aslında. Birazdan anlatacağım onu da.

            Endüstri Meslek Lisesinin buz gibi spor salonuna doluştuk. Yirmi, yirmi beş çocuk…  Hepsi de aynı yaşlarda. Basket potalarının altında koşuşturanlar, annesinin dizinin dibinden ayrılmayanlar, düğünlerde ille de zeybek oynayan babalarından kaptığı figürleri yapmaya çalışanlar… Ayfer Hocamla Hüseyin Hocam sahanın ortasına gelip dikiliyorlar. Çocuklar toplaşıveriyor etraflarına. Kısa bir tanışma faslından sonra sıraya giriş, ilk figür… Biz anneler, o andan itibaren lisenin koca spor salonunun mütemmim cüzüyüz .  Sanki biz öğrenmeliyiz, sanki biz çıkacağız gösterilere.  Biri çıkıp salonda yankılanan sesiyle “ haydefeleeerrr” dese, atacağız kendimizi ortaya.  O kadar yani.

            Bir ayı dolduruyoruz koloni halinde, kursun en devamsızlık yapmayan anneleri olarak. Bak, ne iyi etmişim de zorlamışım Yılmaz’ı. Bu çocukta var bir şeyler. O kollarını şahin gibi kaldırışı, yere güümm diye diz vurmalar falan… En çabuk benim oğlum öğreniyor aslında, ama ağırdan alıyor biraz, arkadaşları utanmasın falan diye her halde. Ya o bakışlar… Kanında var efelik. Kırk bir kere maşallah benim oğluma. Ama canım, şimdi yanlış anlaşılmasın da, ben de az emek harcamıyorum hani. Çalışmadan eve gelir gelmez yorgun bitkin televizyonun başına çöken çocuğu yerinden kaldırıp, yarım saat daha figürleri tekrarlatmasam unutur ki hemen. Başıboş bırakmaya gelir mi çocuk kısmını? Birinci sınıftan itibaren onunla beraber oturup matematik ödevi yapan kim? Heheyyyt be… Şu anaların hakkı ödenmez ya, neyse… Bir gün anlarlar kıymetimizi belki. E uğraşıcaz tabii ki. Bir deha öyle kendiliğinden ortaya çıkmaz sonuçta, dii mi ama.  

           Çıkışta yakalıyorum Hüseyin Hocayı. “Hocam, ne diyorsunuz? Nasıl gidiyor?” “Gayet iyi” diyor, “ekipten memnunum. Gayet uyumlu ve çabuk öğrenen bir ekip oldular. Böyle giderse haftaya Harmandalı’na geçebiliriz.” Haydaaa… Bu ne şimdi? Bu kadar mı yani? Tam bir hayal kırıklığı… “Hanımefendi, çocuğunuzdaki müthiş ritim duygusunun, harikulade dans yeteneğinin ilk günden itibaren farkındayım. Bu yeteneği lütfen ciddiye alın ve köreltmeyin. Devlet Opera ve Bale Topluluğuna layık bir yetenekten söz ediyorum burada, dikkatinizi çekerim. Bakın harcatmam bu çocuğu, haberiniz olsun” falan demesi gerekmiyor muydu yahu? Tamam, opera ve bale kısmı olmaya da bilirdi. Ama, ama, ama yani…  Ayy evet ya, tabii… Daha bir ay oldu. Bi sürü çocuk arasında Yılmaz’ı şıppadanak fark etmesini bekleyemem ki…

          Üçüncü ayın sonunda, çalışma aralarında hocaları bire bir yakalamak suretiyle  yaptığımız minik veli toplantılarında duymayı beklediğim pek çok şeyden, hiç kolay olmasa da vazgeçmiş oluyorum. Evet, ortada bir ekip var. Halk oyunları, hayatın genelinde olduğu gibi, sağlam, disiplinli, uyumlu bir ekiple birlikte yapılabilinecek bir şey. Ekipteki herkesin iyi olması gerekiyor. Birisinin hatası, diğerlerinin yıldızını falan parlatmıyor. Ve ekibin her üyesi, zincirin bir parçası... Birisi koparsa, zincir dağılıyor.  Artık bakıyorum da, Umut ne de güzel yapıyor kendi etrafında dönme hareketini. Ekip başı “haydeefeleeerrr” derken Ahmet’in yere diz vuruşu şahane yahu. Canı acımıyor mu acaba? Oyy Anıl’ın bakışlara bak. Kartal gibi ya… Çok tatlılar. Ya kızlar… Yaren, Ezgi, Sezen… Ay kuğu gibiler ya. Aferin çocuklara. Karyolamın Demiri’ni öğrenmeye başlayacaklar haftaya. Kaç etti? Dördüncü oyun mu bu?

         Bir Sekiz Eylül günü,  kütüphanenin önündeki gösterilerini hatırlıyorum. Nasıl muhteşemdiler. Her birini ayrı ayrı gördüm. Birlikte, koca bir gövde gibiydiler.

         Teşekkürler sevgili Ayfer Arıcan, teşekkürler sevgili Hüseyin Demirsaban ve gençlik merkezinin tüm çalışanları. Sizler sadece iyi halk oyunları ekipleri yaratmıyorsunuz. Aynı zamanda biz iflah olmaz annelerin saçma sapan hırslarını, belki de hiç fark etmeden ve fark ettirmeden yavaş yavaş törpüleyip bizlerden normal insanlar çıkarıyorsunuz. Hayat,  dev bir ekip işi… Kimsenin tek başına mutlu olamayacağı, herkesin ayrı ayrı vazgeçilemez bir değer olduğu bu dev ekibin hâlâ bir parçası olamamışsak yazık bize. Ha… Bir de… Hiçbir çocuk mükemmel falan olmak zorunda değil. Bırakalım da içlerindeki cevheri kendileri keşfetsin.


   SONSUZ 02.02.2015

MUHABBETNAME-ZUHAL DURAN

Bu hafta bize değil, bizim de tanıdığımız ve sonucu net anlaşılamayan bir dava sonucu hapishaneye girmek zorunda kalan sevgili Zafer Kaygın’a yazdığı bir mektubun kopyasını yollamış sevgili Zuhal Duran…

Sevgili Zafer’e…

“Yağmur çiseliyor
Serez çarşısı dilsiz
Serez çarşısı kör
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü
Yağmur çiseliyor…”

Nazım Hikmet ( Şeyh Bedrettin Destanı’ndan)


Güzel yürekli, aydınlık yüzlü dost, dostum, Zafer. Bu mektubu çok daha umutlu, çok daha neşeli bir ruh haliyle yazmayı o kadar çok isterdim ki. Ama yine de biliyorsun, ne olursa olsun umut tükenmez bende, bizde…

Kendimi kötü hissediyorum biliyor musun? Çünkü sen, o uzun Edirne günlerinden sonra, gökyüzünü tekrar dikdörtgen bir çerçeve dışında görmeye başladığından beri adam akıllı, keyfimizce, gönlümüzce sohbet edemedik bir türlü. Fırsat yaratamadım. Kendi dertlerimle o kadar meşgul bir dönem geçirdim ki. Gerçekten çok üzgünüm bunun için. Sen içerdeyken çok şey konuştuk, çok şey paylaştık. Paylaştıklarımızın üstüne yeni şeyler, sohbetler ekleyemedik.  Ağız dolusu sövemedik olan bitene, olmuş ve olacak olana. Yine de her zaman bildim ben, hissettim yanımda olduğunu, desteğini. Evet dost elin her zaman yanımdaydı. Kabul ediyorum evet, günah çıkarmak istiyorum. Bak, sevdiğin dizelerle başladım mektubuma.  Gerçekten özledim seninle konuşabilmeyi.

Hani bana kızgın olduğunu düşündüğüm zamanlar bana “Sen bir kahraman arıyordun kendine” demiştin ya, düşünüyorum da, haklılık payın vardı. Fark şuydu ama, kahraman aramıyordum. Sen vardın, dostluğun vardı ve bu, benim hayatımda kahraman olman için yeterliydi. Dostluk,  gerçek dostluk, kahramanlıkla eşit düzeyde sanki...  Süper güçlerin yok ama, bazen bir cümlen, belki yazılan, belki söylenen, her şeyi değiştirebiliyordu. Örnek vermek istiyorum tam da burada. Hani sen her şeye rağmen, ne olursa olsun “ yaşamak güzel şeydir be kardeşim” diyorsun ya, kötü hissettiğim, bir şeyleri içinden çıkılmaz bulduğum, hatta dibe battığımı düşündüğüm zamanlarda senin bu cümleyi söyleyişin geliyor aklıma. Hâlâ elimden tutup ayağa kaldırıyor beni bu cümle. Nazım Hikmet, güzel adam…  O seni ayağa kaldırıyor bu cümlesiyle, sen ise dostlarını. Hayır, gerçekten abartmıyorum. Söyler misin bana, bu kahramanlık değil de ne?

Yazdıkların geliyor sürekli aklıma. Ben kocaman gökyüzünün altında yazdım hep sana, sen o dört duvar arasında kocaman dünyanı, dünyayı anlattın bana.  Sana bir şey daha söyleyeyim mi, senden çok şey öğrendim, tahmin edebileceğinden fazlasını. Dostluğunun dışında çok iyi bir öğretmensin ayrıca. Hayır arkadaş, hayır. Abartmıyorum. Abartmayı sevmiyoruz ki biz zaten.
Bazen radyo dinleme isteği duyuyorum. Senin radyo dinlerken yazdıklarını okuduğumda, senin dinlediğin şarkıları dinliyormuş gibi hissederdim. Çok iyi gelirdi bu bana. Aynı şekilde hissetmeyi özlüyorum bazen. Sonra kızıyorum kendime. Bulunduğun, yaşadığın durumu düşünüyorum. Sana yapılmış olan haksızlığı düşünüyorum. Nasıl, neden çaldılar hayatının o günlerini senden? Okuyoruz, görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz olanı biteni, tamam. Ama almıyor işte aklım bir türlü ve almayacak arkadaş.  Dünyaya bizim gözlerimizle, senin gözlerinle bakan, insanca ve dayanışmayla paylaşarak yaşama arzusu dışında, hiçbir şahsi çıkarı olmayan, bunun için sesini çıkaran insanların başlarına gelen bu saçmalıkları aklım, mantığım, yüreğim almıyor, anlayamıyor, kabullenemiyor.  Senin gençliğini, yıllarını elinden almak istiyorlar, daha ötesi var mı? Neyi paylaşamıyorlar Zafer, niye paylaşamıyorlar? Ne yetmiyor da başkalarının özgürlüğüne, vicdanlarına, ceplerine, önlerindeki bir tas çorbaya saldırıyorlar? Gözlerimizin içine soka soka, yüreklerimize iğnelerini saplaya saplaya yapıyorlar her şeyi.  Neden gıkımız çıkmıyor hâlâ?  Daha neyi bekliyoruz, daha kötü neyi bekliyoruz? Sana çok sordum bu soruları. Kaç defa anlattın. Ama bazen şaşırıyorum hâlâ, üzülüyorum, kırılıyorum, öfkeleniyorum. Ne zaman yeter diyeceğiz biz Zafer? Seni yine dört duvar arasına gönderdiler.  Kafandaki, yüreğindeki aydınlık düşünceleri, istekleri söndüremeyecekler ki!

Sen yine, her şeye rağmen “yaşamak güzel şey be kardeşim” diyeceksin. Bunu biliyorlar ve bundan korkuyorlar. Korku… Korkağın dik alası onlar. Korkaklığı en iyi onlar bilir. Korkuyu bizden öğrenemezler, senden öğrenemezler. Öğretmeye çalışıyorlar insanlara, küçücük çocuklara.  Oysa onlar hayal etmeli sadece, sınırsız, sansürsüz. Ülke… Körebe oynayan bir çocuk sanki…  Hani ortada olan, gözleri bağlanmış olan. Gözlerindeki bağı açmak yerine, elleri sağda solda, birileri var mı diye aranıyor, arkasından el çırpanı, şakşakçıyı yakalayıp gözlerini açmasını umuyor. Bütün gücün sadece kendi ellerinde olduğunu bir türlü fark edemiyor.  Bunu dile getirenleri ise, seni örneğin, oyunbozanlıkla suçluyor. Doğruları bilmek istemiyor, kendine güvenmiyor.

Ne yapmalı Zafer; nasıl yapmalı? Hep düşünüyorum bunu.  Kendi kendime suç işliyorum, ortak oluyorum suçumuza. Elimden düşünmek dışında bir şey gelmiyor. Keşke tüm bunları yaşamana engel olacak kadar güçlü olabilsem. Her zaman yanında olabilirim ancak. Hasılı benim can dostum, tam da bu noktada ne diyebilirim artık, bilemiyorum. Çok şey söylenebilir. Aklımdan geçenleri tahmin edeceğine eminim. Bu konuda her zaman iyiydin çünkü.


Umuyorum.  Daha güzel günlerimiz olmasını, gönlümüzce konuşabilmeyi, gülebilmeyi, paylaşabilmeyi…  Ve şunu aklından asla çıkarmamanı istiyorum can arkadaşım, sen bizim onurumuzsun. Eminim ki bizler de senin. Dost elin her zaman yanımızda, dost ellerimiz her zaman yanında.

Mektubuma son verirken, geleneğimize devam edeceğimi belirtmek isterim.  Anlayacağın, yine şiirle son bulacak yazdıklarım. Ahmed Arif… Bilirim seversin. Veda cümlesi kurmayacağım.  Sevmem bilirsin. Hem, veda yok bizim lugatımızda, değil mi?

İÇERDE
“Haberin var mı taş duvar?
 Demir kapı, kör pencere,
 Yastığım, ranzam, zincirim,
 Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
 Zulamdaki mahzun resim,
 Haberin var mi?
 Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
 Karanfil kokuyor cıgaram
 Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”

                                                                                    Ahmed ARİF



    ZUHAL DURAN/  01.02.2015