Tecavüzün bir tarihi var!..
Merhaba
Canım,
Aslında
kendime dair birçok yeni haber vereceğim, içimde büyüttüğüm bazı düşünceleri,
planları paylaşacağım bir mektup olacaktı bu. Düne kadar hazırlığım bu
yöndeydi. Bloknot açık, kalem onun yanı başında, kafamdakileri iyice bir
pişirmem, bir oturuşta yazıp bitirmem için beni bekliyorlardı masanın üzerinde.
Olamadı… Yaşanan yeni bir kötülüğün haberi ve o habere dair muhtelif yorumlar
benim önüme geçti.
Önce
tecavüz edilip sonra bıçaklanan, bıçak darbeleri yetmeyince kafasına defalarca
levyeyle vurularak öldürülen, katilin yüzünü tırmaladığı için tırnak aralarına
girmiş olabilecek deri parçalarından deyyusun kim olduğu saptanamasın diye iki
eli kesilip bir taraflara savrulan ve bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de
kimliği anlaşılmasın diye yakılarak dere ağzına atılan üniversite öğrencisi
genç bir kızın haberiyle çalkalandık bu kez. Yaşamaya dair hevesimizi kursağımızda
bırakan yeni bir olay daha!
Bu
satırları okurken kaşlarını çatışını, “Kahretsin, bu ne ilk, ne de son,” diye
aklından geçirerek başını bir o yana bir bu yana sallayışını görür gibiyim.
Tahmin edeceğin gibi aynı düşünceler içindeyim. Bir yanım en ilkel güdülerimi
derin yerlerdeki uykularından uyandırıp su yüzüne çıkarıyor ve bunu yapanların,
mesela ceza olarak cinsel organlarının ellerinden alınmasını istiyor. Diğer
yanım “Neden?” deyip cevaplar aramak üzere okumaya, düşünmeye, anlamaya sevk
ediyor beni. Eminim aklı, vicdanı olan her insan tıpkı benim gibi bu gelgiti yaşıyor
şu sıralar.
Tecavüz;
evet, bir anlamıyla “Birinin namusuna saldırma” ama aslında daha geniş bir
alanı kapsayan anlamı var bu kelimenin. Sözlükte, “Aşma, ötesine geçme, başkasının hakkına el
uzatma” diye geçiyor bu diğer anlam. Buna bağlı olarak tecavüzcü de; karşı
tarafın isteklerini, hislerini ve haklarını dikkate almadan, kendi istediğini
gasp yoluyla elde etmeye çalışan bir hırsız, bir saldırgana dönüşüyor.
Kelimenin anlamındaki bu genleşmeyle birlikte cevap verilmesi gereken sorular,
nedenlere dair cevaplar çoğalıp duruyor. Keşke sadece, bir bakanın beyan ettiği
üzere, bu tür olaylar “münferit” diyebileceğimiz, birilerinin akıl sağlığıyla
ya da toplumdaki bireylerin cinsel açlıklarıyla açıklanabilir olsa… Oysa
tecavüz hiç ama hiç öyle “kendine özel” bir olay falan değil! Baştan ayağa
içinde yaşanılan toplumun yarattığı bir yaşam biçimine, bir ahlak anlayışına
dayanıyor tecavüz. Bunu söyledikten sonra da sıraya yeni bir soru giriyor. Bu
yaşam biçimini niye yarattı toplum?
Dönüyorum,
dolaşıyorum ve her can acıtan ve utanmadan “münferit” deme cüretinde
bulundukları olayın arkasında mülkiyet denen o illeti, hatta illet ne kelime o
canavarı buluyorum. Yüzyıllardır yedikleriyle bir deve dönüşmüş, uzun dişli,
ağzından kan damlayan ve asla doymayan mülkiyet... İnsanlık bu kavramla
tanıştıktan, daha doğru tanımla bu kavramı yarattıktan sonra başlamadı mı her
şey? Önce “Benim toprağım”la başlayan ve “Kadın da benim”e kadar gelen; vahşet,
acı, kan ve gözyaşıyla yoğrulup pişirilmiş koca bir tarihi peşimiz sıra
sürüklemiyor muyuz? Tecavüzün, üstelik sadece kadına tecavüzle sınırlı olmayan
bir tarihi var. Gerçek bu… Hal böyle olunca, sadece son fotoğrafa bakarak bu
konunun içinden çıkmak, yani çözüme giden yola girmek mümkün mü?
Geçenlerde
okuduğum bir yazıda “Tecavüz cinsel ve
bireysel bir eylem değildir. Gerçekte tecavüz tarihi bir olaydır ve uygarlığın
varoluş karakteri ile bağlantılıdır. Tecavüzün bir tarihi vardır. Bu tarih özne
nesne, ezen ezilen, boyun eğen boyun eğdiren ilişkisi başladığı zamana değin
uzanan oldukça eski bir tarihtir. İnsanlığın ilk toplumsal biçimi olan doğal
toplum tecavüzü tanımıyordu. Çünkü tecavüze zemin olacak bir toplumsal
biçimleniş yoktur. Yani tecavüz bir toplumsal kader gibi ezel ebed değildir.
Tecavüz insan toplumun geçirdiği değişim süreçlerinde ortaya çıkmış insan
yaratımı bir olgudur. İnsan toplumunun baştan itibaren içerdiği bir hakikat
değildir, yaratılmıştır.” diyor. Sen de katılmıyor musun bu cümlelere? Tecavüz etme cesareti kendini özne, karşındakini nesne
hissetmekten kaynaklanmıyor mu? Ebeveyn kendini özne hisseder, çocuğu döver,
erkek kendini özne hisseder, kadına etmediğini bırakmaz, devlet öznedir,
yurttaşlar nesne, kapitalist bir toplumda eşyanın tabiatına uygunluğuyla
bağlantılı olarak patron kendini özne hisseder, emekçinin canına okur, öğretmen
sınıfın öznesi ama müdürün nesnesidir… Örnekleri çoğalt dur…
Televizyonumuzun
başında ya da internette, vicdan sahibi bireyler olarak kadına yönelik tecavüze
karşı olayları izlerken olanları lanetliyor, gözyaşı döküyoruz. Ama büyük
çoğunluğumuz hayatımızın hemen her alanına sızmış; cinsiyetimizle, rengimiz,
milliyetimiz ya da konuştuğumuz dille hiçbir ilgisi olmayan o devasa tecavüz
kültürünü hissetmemekte direniyoruz.
Hepimizi
hem yasa ve hem de öfkeye boğan, güzel gözlü Özgecan Aslan’ın cenazesinde şöyle
bir şey oldu. Kadınlar onun tabutuna erkeklerin el sürmesine izin vermediler ve
kendileri taşıdı tabutu. Bir yanıyla simgesel bir nitelik taşıyan bu davranış
alkışlarımıza neden olurken, benim içimi ne yalan söyleyeyim, diğer yandan bir
hüzün kapladı bu görüntüleri izlediğimde. Kadın erkek demeden hepimizi nesne olarak
gören, kendine dev aynasında bakıp bakıp özne olarak hisseden egemen güçlerin,
bir yığın yaratılmış üst kimlikle bizi birbirimizden uzaklaştırdığı yetmiyormuş
gibi kadın erkek olarak da ayırıyor, hatta bazı durum birbirimize diş
bilememize neden olabiliyor. Daha dün Facebook’ta genç bir delikanlımız Özgecan
için yapılacak mitinge katılmakla ilgili “Özgecan'la
aynı lisede 3 sene okumuş biri olarak siz kadınlarımızın arasında utanarak da
olsa bulunmak istiyorum izniniz olursa,” diye yazdı. Ne diyeyim ki? Böyle…
(...)"Fakat vahşice
işlenen bir tecavüzü protesto etmek kolaydır. Şimdi beni iyi dinle, çünkü
aslında bu olayın altında değiştirilmesi çok zor kalıplaşmış eylemler var.
Mesela artık annen, kız kardeşlerinden önce sana yemek servisi yaptığında onu
reddetmeyi öğrenmelisin. Dürüst olmak gerekirse ondan önce davranıp kendi
yiyeceğini kendin servis etmelisin. Hatta yemek pişirmeyi, temizliği, bulaşığı
eşit olarak paylaşman gerekiyor. Peki ya çamaşır? Belki de bir dadın veya
yarı-zamanlı bir hizmetçin var; fakat yine de annen ve kız kardeşlerinin
yaptığı bir sürü ev işi var. Annen bulaşıkları dizerken ve çamaşırlarını
katlarken TV seyretmene veya maça gitmene pek gerek yok gibi."
Bu satırlar lanet olası küçükmüş gibi
görünen bir yığın detayı getirdi aklıma... Oğlan çocukları ve anneler... Bana
göre işin bir başka önemli tarafı, bu mektupta vurgulandığı gibi erkeğin
kendisiyle didişmesi, sonradan edinilmiş bir yığın yanlış davranış biçiminden
kendini arındırmaya çalışması gerekliliğinin yanı sıra, kadının da kendisini
gözden geçirmesi şart değil mi? Sonuçta o yemeği tabaklara dağıtan kadının
bizzat kendisi!
Başta
da dediğim gibi, tam sana mektup yazma kararı verdiğim bir sırada bu tecavüz ve
cinayet haberinin gelişi; kalemime geldiği gibi rahatça yazdığım insanların
başında olduğun için, yaratmaya çalıştığın yeni yaşam biçiminde, belki de hiç
duymak istemeyeceğin sözlerle dolup taştı. Kızma bana… Buralardan binlerce
kilometre uzaklara gidip, internetle bağını da koparma kararından sonra, ne
dünya ve ne de bu topraklarda olup bitene dair hiçbir bilginin olmadığını düşündüğüm
anlarda bazen kızıyorum sana, bazen de, evet itiraf ediyorum, imreniyorum.
Koca
gözlü ve tıpkı babası gibi güleç yüzlü oğluşunun fotoğraflarını aldım. Henüz
bir aylık olduğu halde o ne tombişlik öyle… Yanaklarından kan damlıyor. İki aya
kalmaz sen onu evin yanından akan nehirde yıkamaya da başlarsın, yaparsın,
biliyorum.
Seni,
hayat karşısında korkusuzca ilerlemeni, yanı başındaki sevgilin, yoldaşın
Kerem’i ve tabii henüz sesini duyamadığım güzel oğlumuzu seviyorum. Uzun
mektuplar yaz bana, ihtiyacım var. Hepinizi öpüyorum.
15.Şubat.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder