“Kelebek Etkisi terimi, 1961'de Edward Lorenz tarafından popülerleştirilmiştir ve onun adıyla anılmaktadır.
Lorenz, bir meteorologdu ve hava tahmininde bulunmak amacıyla bir bilgisayar
programı geliştirmeye çalışıyordu. Lorenz, ilkin girdiyi ki; bir problemi
çözmek üzere kullanılan, hâlihazırda etkileri ve sonuçları bilinen veriye
denir, olması gerekenden biraz daha ayrıntılı olarak, 0.506 değerini girmesi
gerekirken, 0,506127 değerini girdi. Bu ufak farklılığın, beklenen sonuçtan çok
farklı bir sonucu doğurduğunu fark etti ve bir süre bu duruma anlam veremedi.
Daha sonra bunun "Kelebek Etkisi" olduğunu anladı ve terim o
zamandan beri popüler olarak bilim dünyasında yerini aldı. New York Bilimler
Akademisi'nde bir konferans veren Lorenz, "Bir martının kanat
çırpışlarının, iklimin tümünü sonsuza kadar ve kökten değiştireceği" bilgisini verdi.
Temel olarak kelebeğin kanat çırpışı metaforu ile anlatılmak
istenen şudur:
Elbette hiçbir kelebeğin kanat çırpışları tek başına bir kasırga
ya da hortum meydana getiremez. Ancak bir kelebeğin kanat çırpışının yarattığı
etki olmadan ortaya çıkamayacak, yani eşik enerjisine ulaşamayacak bir hortum,
kelebeğin kanat çırpışlarının etkisiyle o eşiği aşabilir ve hortum meydana
gelebilir. Yani burada aslında limit bir durumdan bahsedilmektedir. Çeşitli
fiziksel olaylar sonucu bir hortumun oluşabilmesi için gerekli koşullar ve
enerjinin limit düzeyde sağlandığı ancak halen hortumun çok küçük miktar da
olsa bir enerjiye ihtiyaç duyduğunu düşünürseniz, minik bir kelebeğin, minik
bir kanat çırpışının bu eşiğin aşılmasına yarayabileceğini anlayabilirsiniz.
Buradaki öz ise şudur:
Dinamik sistemlerde göz
ardı edilebilirmiş gibi gözüken etkiler bile birikerek çözümün ya da sonucun köklü bir şekilde değişmesine ya da
hiç var olmayacakken var olmasına yarayabilirler.”
***
Yukarıdaki satırları
internet ortamında yer alan www.evrimagaci.org adresinden alıntıladım. Fazla
teorik bir başlangıç oldu değil mi? Fakat bu ‘Kelebek Etkisi’ tanımı hakikaten
güçlü bir metafor… Bilimde kullanılmasının yanında, felsefi anlamda da neden
sonuç ilişkisine dair yazmak isterken araç olarak ele alınmasında bir sakınca
yok gibi geldi bana. Kullanmadan önce de kökenine bir bakalım istedim. Metafor…
Diğer bir tanımla, bir şeyi başka bir şeyle anlatmak…
Kelebek Etkisi; yani
her şey birbirine bağlıdır. Şeyin iyi ya da kötü olması fark etmez. Olan her
bir şey, bir başka olacak olanın, iyi ya da kötü nedenidir. Bu durum, meselâ
toplumsal olaylarda bir yığın örneğini görebileceğimiz evrensel bir gerçek öyle
değil mi? Gerçi ben bu yazıya, küçük dünyalarımızda, günlük hayatlarımızda olanlardan
söz etmeyi planlayarak başladım ama zikretmeden geçemeyeceğim taptaze bir örnek
de var bu konuda. Şu sıralar yaşanan Reno direnişiyle başlayan olaylardan söz
ediyorum. Reno direnişe geçti ve motor üretmedi, Romanya’daki fabrika durdu. Ya
da Ford Otosan Bursa’daki yedek parça üreten fabrikaların da direnişe
geçmesiyle tatile girmek zorunda kaldı. Heyecanla, umutla izlemeye devam
ediyoruz. Ama şimdilik bunları bir kenara bırakıyorum. Dedim ya, bu yazıda
konumuz başka…
Sanırım ‘Kelebek
Etkisi’ konusunda hemen herkesle hemfikirizdir. Dünya’ya şöyle bir göz ucuyla
baktığımızda dahi, sayısız örneğini görebileceğimiz bu teoriyi kabul etmeyecek
bir durum yok zaten. Gelelim benim bu aralar asıl kafama takılan birkaç mevzuya.
Aynı evrensel gerçek bireysel yaşantılarımızda da vücut buluyor ya, işte bu
noktadan baktığımda anlayamadığım bir şeyler var:
Nasıl oluyor da bir
kelebeğin narin kanatlarının çok ama çok uzak bir mesafede hortumlara,
kasırgalara, sellere neden olabileceği fikrini kabul edip benimserken, küçük
dünyalarımızda, günlük hayatımızın akışı içinde, bizzat kendi
davranışlarımızın, hem de hiç mi hiç uzaklarda olmayan yanı başımızdakilere
etkilerini görmezden gelebiliyoruz? Nasıl oluyor da, bir yandan yaşamaya devam
ederken; kimin
kaynağını, zamanını nasıl tükettiğimizin, kurnazlıklarımızın, maskelerimizin,
bir başka insanla tartışma yöntemimizin, iktidar hırslarımızın, tasfiye
edemediğimiz ilkel güdülerimizin ve hemen hepimizde az ya da çok var olan
çözemediğimiz aşağılık duygularımızın etrafımızda yarattığı etkileri yok farz edebiliyoruz?
Yoksa bunu yaparken sığındığımız kale ‘Özgürlük’ mü? Bu soylu kavram etrafımıza
yorucu yıpratıcı dalgalar yayarken özünü koruyabilir mi?
Sözlükte özgürlük; “herhangi
bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir
şarta bağlı olmama durumu, serbesti ve her türlü dış etkiden bağımsız olarak
insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu,”
diye tanımlanıyor. Karar vermekle kalınmıyor tabii, o karar eyleme dönüşüyor
devamında. Düşünüyorum, düşünüyorum bir
türlü anlamlandıramıyorum. Her şeyden önce mümkün mü böyle bir şey sorusunun
etrafında dolanıyorum. Kısıtlama yok, zorlama yok, dış etki yok, hiçbir şart yok…! Olanaksız bir durum değil mi
bu? İçinde bulunduğumuz ekonomik anlamdaki sınıftan, cinsiyetimize,
mesleğimizden, içine doğduğumuz aileye, yaşadığımız iklimden, okuduğumuz okula
vs. vs. bizi etkileyen sonsuz etkiyle çevrili olduğumuzu inkâr edebilir miyiz? Aklımıza
gelen gelmeyen bütün bu etkilere istesek de istemesek de sımsıkı bağlı değil
miyiz? Biz onlardan onlar bizden, sürekli alıp vermiyor muyuz? Bırakalım
eylemlerimizi, düşüncelerimizi bile oluştururken farkında olmadan veya olarak
bu etkileri taşıyoruz üstümüzde. Düşünceler durduk yerde kendi kendilerine
olgunlaşmıyorlar ki… Okuyoruz, seyrediyoruz, dinliyoruz. Değil sadece içinde bulunduğumuz
zaman ve çevreden etkilenmek, koskoca insanlık tarihinin ve bizden fersah
fersah uzak yaşamların dahi etkisi altındayız. Bu kadarla da kalmıyor. Şu anda ya
da geçmişte bizim öznesi olduğumuz eylemler de, yakında ya da uzakta olanları
etkilediği gibi, bizzat kendi geleceğimizde olacakları da etkiliyor.
Özgürlüğe, hele de bireysel
özgürlüğe söz söylediğimi düşünüp kızanlar olabilir. Oysa gerçeği yakalamaya
çalışıyorum sadece, özgürlüğe doğru yerden bakmaya çalışıyorum. İnsanoğlu
önceleri savaşlarda esir aldıklarını öldürüyordu. Çünkü iş yapsalar da,
ürettiklerinden fazlasını tüketiyordu esirler. Sonrasında tohumlar ıslah
olunca, su denetim altına alınınca ve aletler kullanılmaya başlayınca bir kişi
birçok kişilik üretim yapmaya ve ürettiğini pazarlamaya başladı. İşte o zaman
bir çeşit canlı alet olan esir, en değerli üretim aracına dönüştü. Adı da
‘Köle’ oldu onun. Köle olmayansa ‘Özgür’dü, hepsi bu ve bu günlere geldik işte.
Yine köleler ve özgürler var dünyada. Yalnızca sıfatlar farklı artık. Demem o
ki; özgürlük bütüne ait bir kavram, tek tek bireyler için konuşulması havanda
su dövmek kadar boş bir çaba olarak görünüyor bana. Bu anlamda bireysel
özgürlük bir yanılsama sanki. Suya yazılmış bir kelime ya da aynadaki yansıma
gibi bir şey...
Ayna deyince; zaman zaman, kimi
zaman ya da her zaman önümüzde bir aynayla hayatımızı sürdürme hallerimiz geliyor
aklıma. Zaman zaman ve kimi zamanı bir kenara bırakırsak, şu her zaman dünyayla
arasına ayna koyanların durumu oldukça düşündürücü… O aynada sadece kendini
görerek, kendi el kol hareketlerine, gülümsemesine ya da gözyaşlarına bakarak
yaşayanlar ayna kırılınca ne hale düşerler bir düşünsenize… Ve ayna kırılır bir
gün, kırılmama olasılığından daha yüksektir kırılma olasılığı…Gerçekten...!
Bir de ‘Dumanın Doğası’ mevzuu var.
Yani sigaradan bir nefes çekilir ve sonra havaya doğru üflenir. Her seferinde değişik şekiller belirir insanın
burnunun ucunda. Dumanın doğası deyip geçebiliriz ama öyle değil işte. Öyle
olmadığını aşağıdaki alıntıdan öğrenebiliriz. Uzunca bir ara not ama telaşa
kapılmadan, tane tane okuyunca bir tat bırakıyor insanın belleğinde.
“Bir
sigara dumanının havada yaptığı şekiller tamamen düzensiz ve bağımsız
rastlantıların ürünü olarak görülebilir. Ancak bir teorik fizikçi dumanın bu dinamiğinin aslında ortamdaki birçok parametre ve etken ile belirlendiğini bilir. Dumanın hareketine neden olan
hafif bir hava akımı aslında odanın başka yerindeki bir sıcaklık değişikliği ve
basınç farkının neden olduğu bir harekettir. Ayrıca dumanın dinamiğini
etkileyen girdiler birbirlerine bağlı olabilirler ki bu durumu tam anlamıyla
içinden çıkılmaz hale sokar. Sigara dumanı örneğine geri dönersek, hava
akımının yalnızca sıcaklık değişiminden kaynaklandığını farz edelim (ki
pratikte bu milyonlarca etkenden biridir). Sıcaklık değişimi ortamda basınç farkı yarattığından hava akımını etkiler.
Ancak oluşan hava akımı sıcaklıkta tekrar değişimlere neden olacağından farklı
girdilerle tekrar bir fonksiyon oluşturur ve bu değişim sonsuza kadar
devam eder. Birçok farklı girdinin sürekli değişerek fiziksel değişimler ve
farklı düzenler yaratması ve bu düzenlerin yine kendisini etkilemesi insan
zekasının ve günümüzdeki gözlem ve bilimsel tahmin yeteneklerinin çok çok
üstünde olmasından dolayı kaos olarak nitelendirilir. Oysa tüm bu değişimlere
neden olan fiziksel yasalara ve matematiksel açıklamalara hâkimiz. İşte bu
noktada karşımıza düzen ve kaosun aslında birbirine ne kadar sıkı sıkıya
sarılmış olduğu ortaya çıkar. Fiziksel yasalar ne kadar basit olursa olsun
sonuç o kadar rastlantısal ve karmaşa doludur.”
Sigara dumanının hareketlerine neden
olanları; sıcaklık değişikliğini, hava akımlarını, basınca dair oynamaları
öğrendiğimizde, zarif hareketlerle önümüzde salınan o tülsü şekillerin hiç de
öyle kendiliğinden ya da doğası gereği hareket etmediğini kavramıyor muyuz?
Bunu kavrayınca ne mi oluyor? Neden olanları değiştirdiğimizde başka bir
şeylerin olacağını öğreniyoruz. Yukarıdaki paragrafta sigara dumanının yerine
insanı ya da içinde insanın olduğu bir olayı ya da olaylar dizisini koyarak
okuyorum bir de. Kimilerinin ‘Fıtrat’, kimilerinin ‘Doğa’ diye tanımlayarak bir
yığın sevimsiz, tatsız kişilik özelliklerini ya da içinde bulundukları
ortamları aklamaya çalışmalarının nasıl da işin kolayına kaçmak olduğunu
görüyorum. Ne fıtratı, ne doğası? İnsan, daha doğrusu insan beyni varsa geçelim
hepsini bir kalem. Şairin Taranta-
Babu’ya 5. mektubunu hatırlamanın tam da sırası…
“Düşün
TARANTA - BABU!
İnsanoğlunun yüreği
kafası
kolu
yedi kat yerin altından
çekip çıkarıp
öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki
kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,
yılda bir veren nar
bin verebilir.”
Hem siyasi gelişmeler ve kritik bir
seçim süreci ve hem de toplumsal olaylar açısından kızgın bir fırının
içindeymiş gibiyiz bu günlerde. 2013 Haziran’ından beri çok farklı bir
Türkiye’de yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki, bir yerde bir şeylere itiraz eden
insanlar çıkmasın, bazen kalabalık, bazen üç beş kişi olsa da… Türkiye uzun
yıllar uyuduktan sonra uyanan bir volkan gibi. Arada şiddetli püskürüyor
lavlar, arada yavaş yavaş yayılıyor yüzeye ama uyanık olduğu kesin. Üstelik
durum Türkiye’yle sınırlı da değil, gün geçmiyor ki Dünya’nın doğusundan
batısına, güneyinden kuzeyine ateşli olaylara tanık olmayalım. Hal böyleyken benden
çıka çıka bu yazı çıktı bu hafta.
Bunca
lafı niye mi ettim ben? İşin aslını itiraf edeyim, tek bir sorumlu var o da
doktorum. Kafamın tepesinde yer alan 1 lira büyüklüğündeki saçsız bölgeye
bakarak “Saç kıran olmuşsunuz,” dedi bana geçenlerde ve “Kan tahlilleriniz bu
kadar normal olduğuna göre bunun tek bir nedeni var sıkıntı ve stres… Çözün.”
Düşündüm
taşındım bu sıkıntı nereden gelebilir diye. Kişisel olarak somut tek bir A ya
da B olayı yok hayatımda şu aralar. Sonra meseleyi ‘Tarih’i olan ‘Sosyal’ bir
türe ait olmama bağladım. Hepimiz gibi insan olmama yani… Sözün özü saçımın
gönlünü almaya, onu geri getirmeye gayret ediyorum içimi dökerek. Lâkin ben
bunu yapmaya çalışırken ‘Kelebek Etkisi’yle bir başkasının saçsız kalmasını, kurdeşen
dökmesini ya da ne bileyim kalbinin sıkışmasını da istemem tabii. Yazının
konusu insan… İnsana dair önce gerçek olanı görmek ve sindirmek ve sonra bu
gerçekle neler yapabileceğimize bakmak en doğrusu herhalde. O yüzden hepimize bir teselli olur mu acaba
düşüncesiyle William Shakespeare’in içimi bir nebze olsun serinleten dizelerini
paylaşmak istiyorum.
"En iyi değilim, en kötü de.
En cömert değilim, en cimri de.
En kibirli değilim, en mütevazı da.
Hiç kimseyi kandırmamış değilim, herkesi
aldatmış da.
Kimseyi yarı yolda bırakmamış değilim, herkesi
satmış da.
Hep iyiliğimden kaybetmiş değilim, kötülük yapa
yapa kazanmış da.
Çok başarılı olduğum günler de oldu, dibe vurduğum
da.
Sevgi dolu değilim, nefret dolu da.
Barışçıyım, biraz da savaşçı.
Biraz güçlüyüm, biraz zayıf.
Biraz iyiyim, biraz kötü.
İyi, kötü
İnsanım"
Bana göre bir kabulleniş olan bu dizelerin, bu
razı olma durumunun yanına “İnsanım ve bütün
bunları değiştirmeye muktedirim,” sözünü de eklemeyi başarabildiğimiz
zaman, işte ancak o zaman, olgun bir şeftali tadında olabiliyor hayat.
Eylül’de görüşmek üzere hoşça kalın, sağlıcakla
kalın.
Filiz Engin/25.Mayıs.2015