Didar Hanım/Filiz Sonsuz

                                        

  Gülten Hanım, koltuğunu Didar Hanım’ın yatağının yanına yanaştırmış, arada bir mendiliyle yüzünden boynuna ip gibi akan terini siliyor,  yastığa dağılmış beyaz saçlarını toparlayıp düzeltiyordu. Kırk yıllık can dostunun yüzündeki acıyı görmeye daha fazla dayanamadı Gülten Hanım. Kalktı, gülkurusu, saten perdeleri çekti.  Güneş varlığını hala hissettirse de odaya gül renginde, sakin, sessiz, huzurlu bir loşluk doldu. Duvardaki büyük sarkaçlı saatin tıkırtısı ve bitkin yatan hastanın sık, sıkıntılı nefesi dışında odada çıt çıkmıyordu. Kocaman yatağın içinde kaybolup gitmiş, incecik bedene baktı yaşlı kadın. Kırk yıl önce, aileye gelin geldiğinde tanışmışlardı Didar’la.  İkiz sandığı Mehmet’in ve Mustafa Uğur’un annesi…  Sakin, hep gülümseyen ama gözlerindeki kuyu gibi derin mutsuzluğu saklayamayan güzel kadın Didar… Mehmet ve Edibe’nin hikâyesini öğrendiğinde büyük bir sevgiyle kendisine yakın, çok daha yakın hissettiği, zamanla sırdaş bildiği, derdini aldığı, derdini paylaştığı Didar…  

     Saatler, bu sessiz, umutsuz çaresizlikle ağır ağır geçti. Doktorların tahminine göre artık bitmek üzereydi.  İlk başlardaki iyileşecek, iyileşmeli duygusunun yerini  ‘acı çekmesin’  dilekleri almıştı son bir aydır.  Didar’ının başucunda geçirdiği bir haftada kırk yılı tekrar tekrar yaşadı Gülten Hanım. Ne anlatılamaz acılar, ne anlaşılamaz yaralar kanamıştı yıllarca,  şimdi bebek kadar kalmış şu incecik kadının yüreğinde. “Gülten…” dedi fısıltıyla Didar Hanım. “Eğil…” Eğilip kulağını Didar’ın dudaklarına dayadı Gülten Hanım. “Annemin yanına gömün beni…” Bir iki güçsüz öksürük çıktı dudaklarından. Çay kaşığıyla su damlattı ağzına Gülten Hanım. Son kalan gücüyle elini tuttu Gülten’in. “Hakkını helal et…”

   Kıyameti kopardı Mustafa Uğur. Ne demekti anasının yanına gömülmek? Yüzlerce binlerce yıldır bu kasabada hangi kadın kocasının yanı dururken anasının babasının yanına gömülmüştü ki annesi ta Kütahya’ya götürülüp gömülecekti?  “Ben de evladıysam…” dedi hiddetle, “hele bi götürün Kütahya’ya… Bak bakalım gelip bi kürek toprak atıyo muyum mezarına. Bi Fatiha okuyo muyum? Ben de evladıysam… Anamın yeri babamın yanı… Hadi bakalım bi götürün ta Kütahya’ya…”  Gülten Hanım sigarasını kül tablasına öfkeyle basıp fırladı oturduğu koltuktan. Mustafa Uğur’un karşısına dikilip gözlerinin içine kurşun gibi bir bakış fırlattı. “Bunca yıldır kocası var mıydı ki şimdi olsun?” dedi deliler gibi bağırarak. “Kırk yıldır kocasız nasıl yaşadıysa, şimdi de sensiz gömülüversin. Ne eksilir hayatından şimdiden sonra?”

   Göz gözü görmez yağmurun altında, anneciğinin yanına gömüldü Didar Hanım.    Cenaze kalabalık değildi. Gülten Hanım,  Mehmet,  üç beş akraba, birkaç komşu…  İlk kez,  gerçekten istediği bir şeye, sonunda kavuşmuştu Didar. Annesinin aksine, istediği ve hatta istemeyi akıl edemediği her şeyi zahmetsizce elde etmeye alışık Mustafa Uğur, ilk kez dediğini yaptıramamanın ağır yenilgisiyle, Kütahya’ya gitmemiş, öfkeden delirmiş halde İstanbul’a dönmüştü.

   Ağır, sel gibi akan yağmurun altında çıktılar şehirden. Gülten Hanım, ağlamaktan şişmiş gözleriyle uzun uzun baktı Mehmet’e. “Aman yavrum” dedi.  “Acele etme. Bu yağmurda hızlı gitsen ne olacak? Allah korusun…” Birkaç saat kadar, susarak, çıt çıkarmadan geçip gittiler tarlaların,  köylerin, kasabaların arasından. Hava kararmış, yağmur azalayım dememişti.   Gülten Hanım sıkıntıyla çantasını açıp sigara paketini aradı. Çakmağı güç bela buldu karanlıkta el yordamıyla. Kocaman, valiz gibi çantanın içinden, Gülten Hanım’ın yanından eksik etmediği elmalı sabunun kokusu doldu arabaya. Yeşil elma kokusu… Ve yağmur…  
                             
     Mehmet yüzünü buruşturdu. İkisi de yedi yaşlarında falandı herhalde. Tam da bu günkü gibi bir Ekim akşamıydı. Yağmur ne dediğini bilmiyordu. İki kardeş ödevlerini bitirmişler, odanın ortasındaki büyük yemek masasının etrafında, ellerinde yarısı yenmiş elmalar, koşuşturup oynuyorlardı. Dedeleri Mustafa Ağa iki küçük çocuğu susturup oturtamayınca odasına çekilip erkenden yatmış, babaları eve fitil gibi sarhoş gelmiş, koltukta uyuşuk gözlerle çocuklara bakıyordu. Bir ara ayağı halıya takılıp düşünce Mehmet’in elması yuvarlanıp sobanın altına gitmişti. Masanın üzerindeki meyve tabağında kalan son elmaya uzanmıştı Mehmet. Mustafa Uğur da uzanmıştı aynı elmaya. Çekişmeye başlamışlardı. Sonra, nasıl olduysa Mustafa Uğur’un eli elmadan kaymış, düşüp başını masanın ayağına vurmuştu. Eline kıymık batsa ortalığı ayağa kaldıran Mustafa Uğur feryat figan ağlamaya başlamıştı. İlyas,  Mustafa Uğur’u kucaklayıp öptü, öptü. Oğlunun masanın ayağına çarpan kafasını ovuştururken bir yandan da nazlandırıyordu Mustafa Uğur’unu,  “Ne olmuş benim paşama? Kim ağlatmış benim pehlivanımı?” Bağırtıyı kesmişti Mustafa Uğur.  Babası hışımla kalkıp yerinden, annesinin kucağında iki büklüm oturan Mehmet’e yürümüştü sallanarak. Rakı kokan nefesiyle bağırmıştı sesi çıktığı kadar. “Anan siktir olup giderken başıma bela bıraktı seni. Dikme o gök gözlerini bana…” Annesi Edibe’nin gözleri gibi, masmaviydi Mehmet’in gözleri. Belki de sırf bu yüzden, sırf Edibe’yi hatırlattığı içindi bu öfkesi İlyas’ın.  Didar Mehmet’i kucaklayıp çıkarmıştı odadan.  “Bakma mavişim sen babana.” demişti Mehmet’e sarılarak. “Sarhoşken ne dediğini bilir mi o?” Elma kokusu ve yağmur nasıl da kazıp çıkarmıştı derinlerdeki öfkeyi. En acı verenler en derinlerden kopup gelenler değil miydi zaten? Çocukken, daha hiçbir şeyin farkında değilken, neden kardeşinden daha az sevildiğini bilmiyorken mesela, içine bir yerlere gömdüğü acı neden yok olup gitmiyordu da en olmadık zamanda fırlayıp yüreğini un ufak ediveriyordu insanın?   İki kardeş arasında baksan, fark yoktu. İkisi de şehirden, en iyi mağazalardan giydirilir, ikisi de tırıl tırıl, tertemiz, Mustafa Ağa’nın torunlarına yakışacak şekilde yaşatılırlardı. Ama işte Mehmet babası kızmasın diye daha uslu durmak, babası Mustafa Uğur gibi onu da ava götürsün diye daha iyi nişan almak, babası onun da başını okşasın diye kül tablasını söylenmeden boşaltmak, babası bir kere olsun gözlerine bakıp ‘aferin’ desin diye daha çok çalışıp takdirname almak zorundaydı. Mustafa Ağa ve karısı, oğulları kadar değilse de Mehmet’i yok saydıklarını saklamayı hiçbir zaman başaramamışlardı. Mehmet’in mavi gözleri, onlara da yıllar önce Edibe’nin çıkıp geldiği, mavi gözleriyle eve kâbus gibi çöktüğü o uğursuz geceyi hatırlatıyordu. Mehmet, onlar için de, geçmişteki utancın, eski bir ameliyatın silinmez iziydi. Bir tek annesi, Didar,  sımsıkı sarılıp sıcacık bakıyordu gözlerine. Didar için Mehmet, İlyas’ın sevgisine layık bulunmamış bir kader ortağıydı. Bu çocuğa baktıkça, Didar’ın içinde itilmişliğe, unutulmuşluğa, yok sayılmışlığa dair ne varsa ayağa kalkıyordu.

   Anlaşılan gece de yol da uzayacaktı. İleride bir yerlerde yağmurdan köprü yıkılmış, yol kapanmıştı. Geri dönüp komşu kasabadan geçen yoldan gitmeleri gerekecekti. Sıkıntıyla ofladı Mehmet. Arabayı çevirdi. Yarım saat kadar geri gitmeleri gerekiyordu. “Bi benzinlikte dursak da tuvalet bulsak Mehmet’im” dedi Gülten Hanım.

     Elma olayından çok değil, üç yıl kadar sonra, Mehmet annesiyle ilgili gerçeği, kavga ettiği sınıf arkadaşından öğrenmişti. Küçücük kasabada bu kadar süre saklanması bile bir mucize olan sır, sonunda ortaya çıkmıştı. Mehmet, deli gibi ağlayıp Didar’a koşmuştu.  “Sen benim annem değil misin? Sen benim annem değil misin sahiden?” Didar ne dediyse olmadı. Sonunda babaannesiyle birlikte anne bildiği kadın Didar, oturup uzun uzun, daha fazla yarasını kanatmadan anlattılar olan biteni. Mehmet o günden sonra daha da içine kapandı, daha uzun, daha derin sustu. Önce hiç görmediği annesi Edibe’yi, sonra Didar’ı düşündü. Bu güne kadar bir kez olsun hissetmemişti annesi olmadığı gerçeğini. Evde sevgisini kuşkusuz hissettiği tek insandı Didar. Bir süre “Didar anne” dedi. Didar’ın gözlerindeki hüznü hissetti çok geçmeden. Yeniden sıcacık, yumuşacık annesi oldu Didar Mehmet’in.

  Birer çay içip yeniden yola çıktıklarında vakit gece yarısını geçmişti.  Artık saklanacak yanı kalmamıştı. Konuyla ilgili herkes öldüğüne göre Mehmet, herkesten sakladığı gerçeği Gülten yengesine anlatabilirdi. “Yenge. Biliyor musun? Ben annemle görüşüyorum.” dedi. Gülten Hanım şaşkın, gözlerini kocaman açıp sordu, “Hangi annenle oğlum? Ne diyosun sen?”  “Edibe annemle…”  “Nasıl oldu? Nerede buldun? Anlatsana yavrum!”  Mehmet uzun uzun anlattı. İki kardeş liseyi şehirdeki okulda okumuşlardı ya hani. Hani babasının halasının yanında kalmışlardı o sırada. Edibe gelip bulmuştu oğlunu. “Görür görmez anladım annem olduğunu” dedi Mehmet. “ Çok benziyordu bana. Gözleri, çenesinin sivriliği…” Sinirlendi Gülten. “Sormadın mı neden bırakıp gitmiş seni? Sormadın mı nasıl kıymış kundaktaki yavrusuna?” “Öyle değilmiş işte” dedi Mehmet. Arabayı çekip sağa, öfkeden elleri titreyerek, bağıra çağıra, söve süpüre anlattı bildiklerini, duyduklarını. Mehmet daha bir aylık bebekken, dedesi Mustafa Ağa annesinin odasına çıkmış, Edibe’nin kolundan tutup duvara savurmuş, yüzüne tükürüp suratına bir tokat atmış, “topla neyin varsa çık git bu evden!” diye bağırmıştı. Edibe diklenmiş, hiçbir yere gitmeyeceğini söyleyip oğluna sımsıkı sarılmış, ağlamış bağırmış; ama çare etmemişti. Mustafa Ağa Edibe’nin kulağına eğilip dişlerinin arasından, “Sen bilirsin. Kurtçalı Emine’yi biliyon değil mi? Hani goca çınarın dallarında asılı buldulardı bi sabah. Yarın sabah da seni bulmasınlar onun gibi” deyip çıkmıştı odadan. Deli gibi korkmuştu Edibe. Kurtçalı Emine’yi caminin arkasındaki koca çınarım dallarında asılı bulduklarında Emine dört aylık hamileydi. Ve Mustafa Ağa’yı kadının evine girer çıkarken görenler, o günden sonra bu konuda tek kelime edememişler, Emine’nin kendini astığını söyleyen otopsi raporuyla da herkes her şeyi tamamen unutup gitmişti. Mehmet, direksiyona kafasını dayayıp uzun uzun ve sessizce ağladı. İçinde saklayacak hiçbir şeyi kalmamış insanların boşalmışlığıyla çevirdi kontağı. Yarım saat sonra evdeydiler. Bomboş ve artık bambaşka bir yere dönüşmüş olan evlerinde…

                                                                                                                       FİLİZ SONSUZ

Gizli Bahçe/Arzu Doğan

Dört yıl sonra bir konserde denk gelip hemen birbirimizi tanımıştık. Aynı eğitmenin öğrencileriydik. Çıkışta sözleşip bir kafeye gittik, hava oldukça soğuktu. İçeride fazla insan yoktu. Kalabalıktan pek hoşlanmadığım için halimden memnundum. Çin porseleninde gelen çaya bayılıyorum. Burayı seviyorum sırf müzikleri bile ayrı bir dünya buranın. Sohbete, tanıdık notalar, müzik eşlik ediyordu. İşte o anki sohbet tarifsizdi. İçinizi ısıtan şömine, dumanı tüten çay, güzel sohbet ve ruhunuzu gezdiren müzikler bu gece essizdi. Birkaç nota uzaklaştırmıştı beni sohbetten, elimde çay fincanı ateşe bakıp dalıp gitmiştim.
 -"La Corda De Promo" yani "song from a secret garden" dedi.
Kafa sallayabildim sadece gözlerim dolarak. Harika bir piyano-keman düetidir.
–Durumi’yi hatırladın değil mi?
-Durumi! Diyebildim sessizce, gözlerimi ateşten ayırmayarak. Hayatımda tanıdığım muhteşem kadınlardandı. Belki bu yüzden Kang Mae hep ona "didişken" diyordu. Tanıdığım ve sevdiğim bir keman sanatçısıydı. Çocukluğundan beri kemana gönül vermiş ve harika çalıyordu. Konser ve ekip için liderdi çoğu zaman. Sorun olan yerde çözüm Durumi'dir. Yılmaz, yıkılmaz, canı yansa da umursamaz, ikna gücü yüksek, hayat dolu… Bir kez Kang Mae'yi konsere ikna edemeyince Kang Mae'nin tek serveti olan köpeği Thowen'i kaçırmıştı. Konseri kabul etmeden de vermemişti. Pes etmek onun dünyasına aykırı bir kavramdı. Didişken lakabını fazlasıyla hak ediyordu.
 -Nella Fantasia konserini hatırlıyorsun değil mi?
 -Nasıl unuturum? Baş ağrısı için sürekli ağrı kesici hap kullanıyordu. Konserden üç dakika önce bir çınlamayla duyamaz hale gelmişti. Dehşet içindeydi, elleri titriyordu. Sahneye çıkmıştı baş kemanistti geri de dönemezdi. Kang Mae ile tokalaşırken "duymuyorum" dedi. Sesi titriyordu. Kang Mae gözlerinin içine bakıp "notalara değil sadece ellerime ve yüzüme bak geçecek "dedi. Gözünden birkaç damla yaş döküldü, kemanı omzuna yerleştirirken. Salon ağzına kadar doluydu. Hiç duymadan sadece el hareketleriyle nasıl başarıp çaldı inan hala bilmiyorum. Doktor duyma yetisini tamamen kaybettiğini ve işitme cihazıyla sadece konuşulanları anlayabileceğini söyledi, konsere çıkamazdı. Ani çınlamalar yüzünden de birkaç trafik kazasından kıl payı kurtulmuştu.
 -Onunla en muhteşem anın ne?
-Ben ülkeden ayrılmadan önce boş bir konser salonuna gittik."Piyano çalar mısın?" diye sordu."Tabi" dedim. O esnada önce ayakkabılarını sonra çoraplarını çıkardı. Salon soğuktu, üşüteceksin dediysem de dinlemedi her zamanki gibi. Eline kemanı aldı, işitme cihazını çıkardı "Çal" dedi.
 -Bu şarkı mıydı yoksa?
 -Evet! song a from secret garden'di notalarına dokunduğum. Piyano ile kemanın eşsiz uyumu çalıyordu.  Sağır olduğunu bilmesem duyuyor diyecektim. Bittiğinde bir kahkaha attı. Şaşkın gözlerle bakıyordum. Bu nasıl olmuştu? Ayakkabılarını giyerken yüzüme bakıp ifademi keyifle izliyordu. İşitme cihazını takıp "Beğendin mi" diye sordu. Şen sesiyle bir kahkaha daha patlattı,"Bir süredir bunun üzerinde çalışıyordum. Çıplak ayakla tahta zeminde müziğin titreşimini hissedebiliyorum. Bu sayede solo olmaz ama müziğe eşlik edebiliyorum. Nasıl muhteşem değil mi? Yaşadığın surece bir yol vardır" dedi göz kırparak.
-O muhteşem bir kadın.

-Kesinlikle. Bir ressamın gözlerini, sporcunun ayaklarını, fotoğrafçının gözlerini, piyanistin ellerini kaybetmesi ölümcül yıkımdır çoğu zaman. Ama Durumi haklıydı ve bu sözünü ilke edindim hep. Yaşadığın sürece mutlaka bir yol vardır.
                                                                                             ARZU DOĞAN

Öykü-Ankara’nın Bağları/Filiz Engin

Minibüsten indiğimde bütün mahalleyi sarıp sarmalamış, ağaçlardaki yaprakları bile titreten, hani biraz daha gayret etse asfaltı çatlatacakmış kadar yüksek bir tonda çalan türkünün sözleri çaresiz beni de içine çekiverdi birden. Değil bir şey konuşmak, başka herhangi bir şeyi düşünmek bile imkânsızdı çünkü. Ses, her şeyin herkesin üstüne kendinden bir parçayı bulaştırarak kendini iletebileceği en uzak yerlere doğru ilerliyordu.
Ankara’nın bağlarıda
Büklüm büklüm yolları
Ne zaman sarhoş oldun
Kaldıramıyon kolları
Köşeyi dönünce anladım durumu. Kayıt yaptıkları müzik CD’sini pazarlamaya çalışan iki delikanlı, eski model beyaz bir otomobile dev bir kolon yerleştirmişler, pazar yerinin girişine park etmişlerdi. Ellerinde CD’lerinin kopyası, kolondan da CD’nin yayını… Güldüm kendi kendime, öğrendiklerini uyguluyor delikanlılar diye geçti içimden. Bağır, çok bağır, mesela politikacılar gibi sesinle sersemlet etrafındakileri, sonra ne istersen yaptırırsın. Elden ele CD- para değiş tokuşunun aralıksız sürüyor olmasına bakılırsa haklıydım.

 Asıl şaşkınlığım kolonun olduğu arabanın hemen yanı başındaki kahvede oturan Oktay Abi’yi görünce oldu. Yüksek sesle müzik dinlemek şöyle dursun, konuşurken biri biraz heyecanlanıp da sesini yükseltecek bile olsa, kınayan bakışlarını hemen o kişiye diker, konuşan her kimse kendini toparlayıp sesini normal düzeye indirene kadar da gözlerini ondan ayırmazdı. Oysa şimdi sanki hiçbir şey duymuyormuş gibi biraz ilerdeki denize dalmış bakışlarıyla sakin, hatta biraz mahzun öylece oturuyordu. Beni görmemişti. Yanına doğru yürüdüm. Kulağının dibine eğilip “Hayrola, Oktay Abi, Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye bağırdım. İrkildi, kafasını kaldırdı. Önce boş gözlerle yüzüme baktı, sonra kendine geldi. “Vay, Haluk, ne haber gel otur, gel çay söyleyeyim,” dedi. Kahveciye seslendi. Bir sandalye çektim masaya.

Severdim Oktay Abi’yi. Yarım yüzyılı devirmiş, yalnız yaşayan, dış görünüşüne bakıp çok fena aldanabileceğiniz insanlardandı. Tabir yerindeyse sünepe bir tipi vardı. Kısa boylu, dar omuzlu, hafif göbekli, az konuşan, yer yer seyrelmiş saçlı, dış görünüşüyle göze batan hiçbir yanı olmayan biriydi. Ta ki ağzını açıp bir şeyler anlatmaya başlayana kadar. İşte tam o sırada bambaşka bir kimliğe dönüşürdü her seferinde. Genizden gelen ve fiziki yapısına hiç uymayan o son derece kalın ses tonuyla olduğunuz yere mıhlardı sizi. Konuşmak için ağzını açmaya karar verdiği konuya öyle bir başlardı ki, dinlememek ya da başka bir şeyle ilgilenmek imkânsızlaşırdı desem yalan olmaz. Elinizde, gözünüzde ne varsa bir yana bırakır, ağzınız biraz aralık, yüzünüzü ona çevirir, söylediklerine kulak verirdiniz.

Genellikle bir soruyla başlardı konuya. Konu hemen hiçbir zaman güncel ya da popüler olmazdı. Çoğumuzun gün boyu memleketin hali, patatesin pahalılığı, çocuğun karnesi, izlediğimiz bir dizideki olaylar, havanın önümüzdeki günlerdeki durumu ya da yeni bir dedikodunun etrafa sıçrattığı çamurları eşelemekle geçen sohbetlerine karşın Oktay Abi; sigarasından derin bir nefes çekip dumanını havaya üfledikten sonra “Şu gördüğün dumanın ağırlığını ölçebilir miyiz sence?” diye başlardı mesela konuşmaya. Böylece gayet kibar bir şekilde ilk sözü bir anlamda karşısındakine ikram etmiş olurdu.  Çoğu insanda karşılaşmadığımız bir özellik bu. Siz de bilirsiniz herhalde; insanlar genellikle gelir, masanıza oturur, bir çayınızı içerken yeri gelmiş mi gelmemiş mi diye bakmadan gündemdeki bir konuyla ilgili sanırım sözünün kesilmesinden korkarak nefes bile almadan uzunca bir konuşma yapar ve sizden gelecek herhangi bir söz ya da tepkiye izin vermeden kalkıp giderler ya… Neyse, dediğim gibi Oktay Abi öyle yapmazdı. Önce size sorar, ancak cevap almazsa ve soran gözlerinizi yakalarsa anlatmaya başlardı.

Eğer anlatacaklarını birinden duymuş, bir yerde seyretmiş ya da okumuşsa bunu muhakkak belirtirdi. Dumanla ilgili soruyu sorduğu gün de aynı şeyi yapmış, “Seyrettiğim bir filmde öğrendim bu sorunun cevabını. İki kişi konuşuyordu.  Biri diğerine dumanın ağırlığını ölçebilir miyiz diye sordu. Öteki evet ölçebiliriz dedi. Önce sigarayı henüz yanmamışken tartarız, sonra yakıp derin bir nefes çeker, dumanı havaya üfleriz. Ucundaki külüyle birlikte sigarayı bir daha tartarız. İlk sonuçla ikinci sonuç arasındaki fark dumanın ağırlığıdır,” diye anlatmıştı bildiklerini.

Bütün bunlar aklımdan geçerken kahveci çayları getirdi. Tam o sırada ‘Ankara’nın bağları’ bıçakla kesilivermiş gibi sustu. Ani ve güçlü bir ses insanı nasıl irkiltirse, ani bir suskunluk da aynı şekilde ilgiyi üzerine çekebiliyordu herhalde ki, Oktay Abi de ben de kolondan tarafa çevirdik yüzümüzü. Delikanlıların yanına gelmiş iki zabıta memurunu görünce suskunluğun nedeni belli oldu. O belli oldu olmasına da Oktay Abi’nin az önce onu ilk gördüğümde gözleri uzaktaki bir noktaya takılı dalıp gitmiş halindeydi hala benim aklım.

“Kulağının dibinde o müzik bangırdarken ne düşünüyordun sen Abi?” diye sordum. Çayını karıştırıyordu o sırada. Çayını karıştırırken serçe parmağını hafifçe yukarıya kaldırışına takıldı yine gözüm. Kaşığı bardağın ağzına bir iki vurup çay tabağının kenarına koydu ve çayından bir yudum alıp yüzüme baktı.

“ Ne mi düşünüyordum?” dedi, “Ses denen şeyi.”… “Güçlü, kendinden emin ve yüksek tonda çıkan bir sesin ne dediğini gerçekten anlıyor muyuz sence?” diye devam etti. “Bilmem, anlamıyor muyuz?” diye soruyla karşılık verdim. Güldü, “Galiba anlamıyoruz. Az önce ortalığı birbirine katan türkünün sözlerini biliyor musun?” dedi bu kez. “Sadece nakarat kısmını,” dedim. “Adam, ben sevdim eller aldı da içimde acı kaldı diye ortalığı birbirine katıyor, biz nerdeyse göbek atmaya başlayacağız,” dedi. Düşündüm, haklıydı. Ben de şahit olmuştum. Bu ünlü türkü birçok eğlence mekânında, düğünlerde çaldığında insanlar piste atlarlar ve neşe içinde ellerini çırpmaya, parmaklarını şaklatmaya, oynamaya başlarlardı.

Nereye bağlayacak diye yüzüne baktım. Oktay Abi’nin bu kadarla kalmayacağını tahmin edecek kadar tanıyordum onu. Soğumuş çayını bir dikişte bitirdi. “Yani biz şimdi sevdiğini eller aldı diye içinde acı kalan adamın türküsüyle neşeleniyorsak, herhalde kötü kalpli olduğumuzdan değildir bu, öyle değil mi?” dedi.  Mantıklıydı, normalde böyle şeylere üzülürdü insanlar. “Peki, niye sence?” dedim. “Galiba bir kelimenin anlamı kadar, o kelimenin nasıl dillendirildiği ve dinleyenlerin ruh hali de önemli,” dedi. “Hatta belki çok daha önemli,” diye ekledi.

O sırada kar atıştırmaya başladı. İkimiz de susup karın sessizliğine eşlik ettik bir süre. Birkaç gün önce seyrettiğim azılı diktatör Hitler’in yaşam hikayesine ait filmi hatırladım. Savaştan yenik çıkmış yoksullukla mücadele etmeye çalışan bir halkın, onun kendinden son derece emin bağıra çağıra olan konuşmalarını büyülenmiş gibi dinleyip alkışladığı sahneler geldi gözümün önüne. O filme dair düşündüklerimi paylaşmak istedim Oktay Abi’yle. Ama kahve köşesinde üşüyerek konuşmak gelmedi içimden. Ayağa kalktım, “Hadi,” dedim, “Bana gidip sobadaki odunları tutuşturalım, bu sohbet burada bitmez.”

                                                                                            FİLİZ ENGİN

Öykü-Didar/Filiz Sonsuz

               Kütahya’dan gelin geldiğinde on beş yaşındaydı Didar Hanım. Babaannesinin hac kafilesinden arkadaşı Hamide Hanım’ın torunu İlyas’la görmeden, görüşmeden, görücü usulüyle evlendirilmiş, küçük kasabanın yabancıl gelini olmuştu. “Çok zenginler” demişti babaannesi. “Bi evin bi oğlu. Rahat edersin. Evlerinde hizmetkarlar dört dönüyormuş. Görmüş geçirmiş insanlar.”  Didar Hanım hizmetçiler elinde büyümemişse de sıkıntı yüzü görmemişti evleninceye dek. Babasıyla amcasının çalışıp bütün aileyi geçindirdikleri çini atölyelerinde, dedesi hâlâ işin başındaydı. Üç ailenin birlikte yaşadığı koca evi annesiyle yengesi sessiz sedasız, kavgasız gürültüsüz çekip çeviriyordu. Amcasıyla yengesinin çocuğu olmamış, köylerinden bir garibanın yeni doğmuş kızını evlat edinmek istediklerinde de  dedesinin “ne idüğü belirsiz birine mi kalsın mal mülk? Didar sizin de kızınız değil mi?” itirazı üzerine kalakalmışlardı. Didar’ı kendi kızları gibi sevmeseler belki diretirlerdi. Ama işte üzüm gözlü, kömür saçlı kızcağız ellerine doğmuştu ya, kendi doğursa ancak bu kadar severdi yenge. Bir tanecik cici annesiydi Didar’ın. İlyas bir evin bir oğlu, Didar üç evin bir kızıydı velhasıl kelam.

            Bir kamyon yükü çeyizle, sırma işlemelerle, iğne oyalarıyla, güzelliği gençliğiyle günlerce konuşulmuştu Didar kasabada. İmrene imrene anlatılanlardan çok, fesat fısıltılar dolaştı ortalıkta. Kasabada kız mı kalmamıştı? Çeyizse çeyiz, güzellikse güzellik... Kütahya’dan kız almak da neyin nesiydi? Kasabanın en büyük, en güzel evine insanlar akın etti üç gün sonra. Kaymakamın, belediye reisinin, mal müdürünün, komutanın hanımları, gelin mevlidinin şeref konuğuydu. Kuş sütü eksik sofrada, kayınvalidenin yanına oturtuldular. Hemen yanlarında kırmızı kadifeden sırma işlemeli dal elbisesiyle Didar, peri kızı sanırsın…

               Anasının, yengesinin kına sabahı oturtup verdikleri öğütleri unutmamak için bir bir sayıyordu içinden. Yeni gelin konuşmazdı. Her lafa girmezdi. Kocaya, kayınvalideye, hele de kayınpedere sesini çıkarmak en büyük günahtı. Surat asmak ayıptı. Gülmek dediğin ayarında, kararında güzeldi. Gebe kalırsa, doğuma yakın odasından çıkmamalıydı. Tepe gibi karnıyla kayınpederin yanında dolanmak olmazdı… Hiç birini unutmadı. Ama en kolayı susmaktı. Ana kokusuna doyamadan koca koynuna girmek… Konuşacak ne kalmıştı?  

             Çok sürmedi Didar’ın yeni gelin sefası. Evde her işi hizmetçiler kotardığından, ona oturmak, giyinip kuşanıp kayınvalidesiyle gelin gezmelerine gitmek düşüyordu. Aylardır bu durum hep aynıydı. Ama değişen bir şey vardı ki, işte ona alışmak çok zordu. İlk günden beri bir kez olsun gözlerinin içine bakmayan, kendisine tek kelime söz söylemeyen  kocası, artık eve de çok geç gelir olmuştu. Akşam yemeğini yer yemez dışarı çıkıyor, ev halkı kim bilir kaçıncı uykudayken, sabaha karşı hırsız gibi sessizce eve giriyor,  çıt çıkarmadan odaya geliyor, pijamalarını giyip yatıp uyuyordu İlyas. Didar bütün itaatkârlığıyla sadece susuyor, en fazla “aç mısın?” diye soruyor, ama cevap alamadan kocasının horultusu eşliğinde, çaresiz yanına yatıp uyumaya çalışıyordu.

          Kurban bayramı sabahıydı. Ezandan önce uyanıp hazırlandı Didar. Kayınpederi ve kocası camiye gitmek için çıkarlarken ceketini tuttu kocasının. Kulağına eğilip fısıldadı  sessizce “ annemlere de gideriz değil mi?”  İlk kez Didar’ın gözlerinin içine baktı İlyas. Küfreder gibi, dövecekmiş gibi… Eğilip karısının kulağına, fısıldadı yılan gibi, “ çok meraklıysan topla pılını pırtını, götürüp bırakayım ananın evine…” Öfkeyle kapıyı çarpıp çıktı babasının ardından. Koca ev, Didar’ın etrafında fır döndü. Tutunacak yer aradı. Yığıldı kaldı çuval gibi. Kayınvalidesi yetişemedi gelinini tutmaya. Bağırıp hizmetçileri topladı başına. Kaldırıp sofadaki sedire uzattılar Didar’ı. Soğan kesip getirdi birisi. Koklattılar ayılsın diye.  Arabayı yolladılar hükümet tabibine. Bayram falan demedi, koştu geldi doktor bey. Tansiyonunu ölçtü, nabzına baktı… Önemli bir şey yok gibiydi, ama tahliller için bayramdan sonra hastaneye gelmeliydi gelin hanım. Emin olmak lazımdı. Ha… Bir de ağır kaldırmamalı, ani hareketler yapmamalıydı. Ne olur ne olmaz, gebe olabilirdi.

           Evde hava birden değişti. Herkeste bir hafiflik, bir sevinç… “ Hele bi de oğlan olursa…” diyordu kayınpederi, “dile benden ne dilersen gelinim. Bayırdaki bağ senindir bilesin.” Kayınvalide kuyumcuya gitti ilk iş. Adettendi, hasır örgü bilezikle gerdanlık siparişini verdi şimdiden. Terzi çağırıldı eve. Didar’a gebelik elbiseleri diktirildi çeşit çeşit. Allısı, morlusu, ipeklisi, keteni… Lohusalık gecelikleri getirtildi şehirden renk renk. Satenler, ipekliler, poplinler… Bebek için örgü hırkalar, tulumlar sipariş verildi. Yatak takımları, mama önlükleri… Hepsi de ibrişim iğne oyalı. Doğuma bir ay kala, bir sabah, annesiyle yengesi çıkageldi Kütahya’dan. Dünyalar Didar’ın oldu. Nasıl da özlemişti ikisini de. Davul gibi karnını unutup kenetlendi anasına. Hasretinden ağladı, ağladı. Cici annesi karnına baktı baktı, etrafında döndü dolandı, “nur topu gibi bir oğlan gelecek inşallah” dedi. Hiç yanılmazdı.

           Bir  ay geçti geçmedi, bir gece yarısı kan ter içinde doğdu  Mustafa Uğur. Kendi adıyla birlikte, uğurlu kademli olsun diye bir de Uğur densin istemişti torununa kayınpeder. Didar’ın ve Mustafa Uğur’un etrafındaki insan seli bitmek tükenmek bilmiyordu. Komşular, uzak yakın akrabalar, nineler, dedeler, hizmetçiler… Sadece İlyas, ilk birkaç gün evde dolanmış durmuş, sonra eski günlerine dönmüştü. Gecenin bir yarısı bebek ağlayıp uyandırıyor bahanesiyle odasını değiştirmiş, çatı katındaki bir depoyu kendisine oda yapmıştı. Artık sadece birkaç dakikalığına, oğlunu görmek için karısının yanına geliyor, Mustafa Uğur’u sevip, Didar’ın yüzüne bile bakmadan çıkıp gidiyor, ertesi güne kadar bir daha görünmüyordu. Üzüntüsü eskisi kadar derin değildi Didar’ın. Yüreğindeki boşluğu, küçücük elleri, yumuk gözleriyle oğlu doldurmuştu. Onu emzirmek, yıkamak, altını temizlemek, süt kokusunu içine çekmek… Yaşadığını hissetmek…

             Kırk gün sonra evde yeni bir telaş başladı. Didar’ın annesi ve yengesi Kütahya’ya dönmeden bebek mevlidi okutmaya karar verildi. Bir yandan yemek telaşı, bir yandan kutlamaya gelip gidenler… Mevlide iki gün kala, tam işler bitirilmiş, eksiklikler tamamlanmışken, İlyas eve bir bavulla geldi. Bir de kadın… Kadın hamileydi, doğurdu doğuracak. Annesi koşup karşıladı oğlunu. “ Hayırdır İlyas’ım? Bu hanımefendi kim?”    İlyas başını öne eğip mırıl mırıl, duyulur duyulmaz bir sesle, “Bizde kalacak bundan böyle” diyebildi.  Geniş, pazen bir gebe elbisesi giymişti kadın. Burnunu havaya dikip, dik bir sesle, “Ben Edibe” dedi. “Oğlunuzun karısı… İmam nikahlı karısı… Hem de gelininizden önceki karısı… İkinci torununuzun annesi Edibe…” İlyas’a döndü bütün gözler. İlyas gözlerini halıya çivilemiş susuyordu. Eve bomba düşmüştü sanki. Herkes olduğu yere yığılıp kaldı. İlk bağıran, kıpkırmızı kesilmiş suratıyla kayınpeder oldu, “Bu ne rezillik, bu ne edepsizlik… Defolun gidin evimden… Sen misli oğlum yok benim… Derhal defolun gidin…”  “Sen bilirsin Mustafa Ağa” dedi Edibe. “Yarın karakolda koca Mustafa Ağa, kumandana nasıl anlatacak bakalım derdini? İlyas’ını nasıl kurtaracak bakalım mapusluktan?” Kayınpeder öfkeyle bağırıp çağırırken İlyas çaresiz,  Edibe’yi kolundan tutup, çatı katına, odasına götürdü.

         Kirpik kirpiğe değmedi. Sabaha kadar kimse uyumadı.  Herkes odasına çekildi. Kayınpeder bahçeye çıktı. Ofladı, pufladı, sabahı etti. Gün doğar doğmaz arabayı hazırlatıp karakolun yolunu tuttu. Komutandan önce gidip bekledi. Gelir gelmez yapıştı koluna, mırıl mırıl başladı anlatmaya. “ Aman ha kumandan bey” diyordu. “Rezil olduk. Ölsem daha iyiydi. Öleydim de görmeyeydim. Aman ha… Aramızda kalsın… Ocağına düştüm, bi çare… ”  Komutan düşündü, düşündü, kentten tanıdığı bir avukatı aradı, kimden söz ettiğini söylemeden uzun uzun anlattı, dinledi. “Demek mümkün değil ha?” dedi, “demek anlaşılır, öyle mi?” Telefonu kapatıp, Mustafa Ağa’ya acıklı gözlerle baktı. “Maalesef Mustafa Bey,” dedi. “Mümkünatı yok, mecbur kabullenicen. Kadın şikayet ederse…” Mustafa Ağa yorgun ve on yıl daha yaşlanmış olarak döndü eve. Ev halkını toplayıp etrafına, olup biteni bir bir anlattı. “Mecbur kabulleneceğiz” dedi. “Doğuracak çocuğunu bu evde. Bizimle birlikte yaşayıp gidecek. Gittiği yere kadar götüreceğiz. Mecbur… ” Didar’ın kolu kanadı kırıldı. Benzi soldu. Bir gecede eriyip bitti sanki. Yüzü bir avuç içine sığacak kadar kaldı. Kucağında oğlu olmasa görünmez oluverecekti. Eriyip akıp gidecekti. Kayınpeder, ilk kez gelinini karşısına alıp, ağlamaktan şişmiş yüzünü yere eğip, “benim gelinim sensin kızım” dedi. “Sen bu evin temelisin. Oğlum olacak it nereye isterse defolup gitsin. Sen bu evin direğisin.” Didar çoğunu duymadı bu sözlerin.  Oğlunun kundağını sıkılayıp kalktı sedirden. Odasına dönüp bağıra bağıra ağladı. İç çeke çeke uyuyup kaldı halının üzerinde.

              On gün kadar sonra, kuşluk vakti, bir bebek sesi daha duyuldu evin çatı katında. Zayıf, çelimsiz, günsüz doğmuş gibi, titreyip duran bir oğlan doğurdu Edibe. Sübyanın ne günahı var, deyip Mustafa Uğur için yapılmış işlemeli kundaklara sarıp sarmaladılar oğlanı. Mehmet oluverdi adı. “Hiç kusura bakmayın” dedi Edibe. “Babamın adını koyacağım oğluma. Bir eve iki Mustafa yeter de artar bile.” Didar’a düştü nüfusta annelik. İlyas’dan olma, Didar’dan doğma Mehmet… Kimse sormadı iki ay arayla iki çocuk nasıl doğurulur diye. Oldu işte.


            Aradan ne kadar geçti, hatırlamak zor. Bir gün büyük bir kavga koptu çatı katında. Edibe bağırıyor, İlyas susturmaya çalışıyordu. Bebeğinin nüfus defterini bulmuştu Edibe İlyas’ın cebinde. Ana adı Didar… Bütün ev kulak kesildi. “Hani boşayacaktın?” diyordu Edibe. “Hani nikah kıyacaktın bana? Ne demek ana adı Didar? Ne demek olmaz?” “Eeehh” dedi İlyas. “Beğenmezsen çek git. İşte kapı. Olmaz diyorsam olmaz. Kafana sok artık. Babam sağken…” İki gün sonra, geldiği gibi, tek bir bavulla, öfkeden deliye dönmüş bir halde, kapıyı çarpıp gitti Edibe Mehmet’ini geride bırakarak. Ev bebek ağlamasına kesti. Kayınvalide, hizmetçiler… Susturamadılar bebeği. El kadar bebekten bu kadar ses çıksındı?  Kayınvalide çaresiz, kucağında Mehmet, emektar Naime bacıya dönüp “süt anne bulmak lazım bacı” dedi. “Yarından tezi yok haber salmalı köye.” Didar gidip kayınvalidesinin yanına oturdu. Mehmet’i kucağına alıp, elbisesinin düğmesini çözüp,  sütten şişmiş memesini dayadı bebeğin ağzına. Açlıktan kırılır gibi saldırdı Mehmet memeye. Ağzının kenarından akıtarak çekti sütü. Küçücük parmaklarıyla süt annesinin elini tuttu. Memede uyuya kaldı. Küçücük yüreğin atışını dinledi Didar. “Sabi sübyan işte” dedi, “ ne günahı var ki…”  02.02.2016 SONSUZ