Gülten Hanım, koltuğunu Didar Hanım’ın
yatağının yanına yanaştırmış, arada bir mendiliyle yüzünden boynuna ip gibi
akan terini siliyor, yastığa dağılmış
beyaz saçlarını toparlayıp düzeltiyordu. Kırk yıllık can dostunun yüzündeki
acıyı görmeye daha fazla dayanamadı Gülten Hanım. Kalktı, gülkurusu, saten
perdeleri çekti. Güneş varlığını hala
hissettirse de odaya gül renginde, sakin, sessiz, huzurlu bir loşluk doldu.
Duvardaki büyük sarkaçlı saatin tıkırtısı ve bitkin yatan hastanın sık, sıkıntılı
nefesi dışında odada çıt çıkmıyordu. Kocaman yatağın içinde kaybolup gitmiş,
incecik bedene baktı yaşlı kadın. Kırk yıl önce, aileye gelin geldiğinde
tanışmışlardı Didar’la. İkiz sandığı
Mehmet’in ve Mustafa Uğur’un annesi…
Sakin, hep gülümseyen ama gözlerindeki kuyu gibi derin mutsuzluğu
saklayamayan güzel kadın Didar… Mehmet ve Edibe’nin hikâyesini öğrendiğinde
büyük bir sevgiyle kendisine yakın, çok daha yakın hissettiği, zamanla sırdaş
bildiği, derdini aldığı, derdini paylaştığı Didar…
Saatler, bu sessiz, umutsuz
çaresizlikle ağır ağır geçti. Doktorların tahminine göre artık bitmek
üzereydi. İlk başlardaki iyileşecek, iyileşmeli
duygusunun yerini ‘acı çekmesin’ dilekleri almıştı son bir aydır. Didar’ının başucunda geçirdiği bir haftada
kırk yılı tekrar tekrar yaşadı Gülten Hanım. Ne anlatılamaz acılar, ne
anlaşılamaz yaralar kanamıştı yıllarca,
şimdi bebek kadar kalmış şu incecik kadının yüreğinde. “Gülten…” dedi fısıltıyla
Didar Hanım. “Eğil…” Eğilip kulağını Didar’ın dudaklarına dayadı Gülten Hanım. “Annemin
yanına gömün beni…” Bir iki güçsüz öksürük çıktı dudaklarından. Çay kaşığıyla
su damlattı ağzına Gülten Hanım. Son kalan gücüyle elini tuttu Gülten’in.
“Hakkını helal et…”
Kıyameti kopardı Mustafa Uğur. Ne
demekti anasının yanına gömülmek? Yüzlerce binlerce yıldır bu kasabada hangi
kadın kocasının yanı dururken anasının babasının yanına gömülmüştü ki annesi ta
Kütahya’ya götürülüp gömülecekti? “Ben
de evladıysam…” dedi hiddetle, “hele bi götürün Kütahya’ya… Bak bakalım gelip
bi kürek toprak atıyo muyum mezarına. Bi Fatiha okuyo muyum? Ben de evladıysam…
Anamın yeri babamın yanı… Hadi bakalım bi götürün ta Kütahya’ya…” Gülten Hanım sigarasını kül tablasına öfkeyle basıp
fırladı oturduğu koltuktan. Mustafa Uğur’un karşısına dikilip gözlerinin içine
kurşun gibi bir bakış fırlattı. “Bunca yıldır kocası var mıydı ki şimdi olsun?”
dedi deliler gibi bağırarak. “Kırk yıldır kocasız nasıl yaşadıysa, şimdi de
sensiz gömülüversin. Ne eksilir hayatından şimdiden sonra?”
Göz
gözü görmez yağmurun altında, anneciğinin yanına gömüldü Didar Hanım. Cenaze
kalabalık değildi. Gülten Hanım, Mehmet,
üç beş akraba, birkaç komşu… İlk
kez, gerçekten istediği bir şeye,
sonunda kavuşmuştu Didar. Annesinin aksine, istediği ve hatta istemeyi akıl
edemediği her şeyi zahmetsizce elde etmeye alışık Mustafa Uğur, ilk kez
dediğini yaptıramamanın ağır yenilgisiyle, Kütahya’ya gitmemiş, öfkeden
delirmiş halde İstanbul’a dönmüştü.
Ağır, sel gibi akan yağmurun altında
çıktılar şehirden. Gülten Hanım, ağlamaktan şişmiş gözleriyle uzun uzun baktı
Mehmet’e. “Aman yavrum” dedi. “Acele
etme. Bu yağmurda hızlı gitsen ne olacak? Allah korusun…” Birkaç saat kadar,
susarak, çıt çıkarmadan geçip gittiler tarlaların, köylerin, kasabaların arasından. Hava
kararmış, yağmur azalayım dememişti.
Gülten Hanım sıkıntıyla çantasını açıp sigara paketini aradı. Çakmağı
güç bela buldu karanlıkta el yordamıyla. Kocaman, valiz gibi çantanın içinden,
Gülten Hanım’ın yanından eksik etmediği elmalı sabunun kokusu doldu arabaya.
Yeşil elma kokusu… Ve yağmur…
Mehmet yüzünü
buruşturdu. İkisi de yedi yaşlarında falandı herhalde. Tam da bu günkü gibi bir
Ekim akşamıydı. Yağmur ne dediğini bilmiyordu. İki kardeş ödevlerini
bitirmişler, odanın ortasındaki büyük yemek masasının etrafında, ellerinde
yarısı yenmiş elmalar, koşuşturup oynuyorlardı. Dedeleri Mustafa Ağa iki küçük
çocuğu susturup oturtamayınca odasına çekilip erkenden yatmış, babaları eve fitil
gibi sarhoş gelmiş, koltukta uyuşuk gözlerle çocuklara bakıyordu. Bir ara ayağı
halıya takılıp düşünce Mehmet’in elması yuvarlanıp sobanın altına gitmişti.
Masanın üzerindeki meyve tabağında kalan son elmaya uzanmıştı Mehmet. Mustafa
Uğur da uzanmıştı aynı elmaya. Çekişmeye başlamışlardı. Sonra, nasıl olduysa
Mustafa Uğur’un eli elmadan kaymış, düşüp başını masanın ayağına vurmuştu. Eline
kıymık batsa ortalığı ayağa kaldıran Mustafa Uğur feryat figan ağlamaya başlamıştı.
İlyas, Mustafa Uğur’u kucaklayıp öptü,
öptü. Oğlunun masanın ayağına çarpan kafasını ovuştururken bir yandan da
nazlandırıyordu Mustafa Uğur’unu, “Ne
olmuş benim paşama? Kim ağlatmış benim pehlivanımı?” Bağırtıyı kesmişti Mustafa
Uğur. Babası hışımla kalkıp yerinden,
annesinin kucağında iki büklüm oturan Mehmet’e yürümüştü sallanarak. Rakı kokan
nefesiyle bağırmıştı sesi çıktığı kadar. “Anan siktir olup giderken başıma bela
bıraktı seni. Dikme o gök gözlerini bana…” Annesi Edibe’nin gözleri gibi,
masmaviydi Mehmet’in gözleri. Belki de sırf bu yüzden, sırf Edibe’yi hatırlattığı
içindi bu öfkesi İlyas’ın. Didar Mehmet’i kucaklayıp çıkarmıştı
odadan. “Bakma mavişim sen babana.”
demişti Mehmet’e sarılarak. “Sarhoşken ne dediğini bilir mi o?” Elma kokusu ve
yağmur nasıl da kazıp çıkarmıştı derinlerdeki öfkeyi. En acı verenler en
derinlerden kopup gelenler değil miydi zaten? Çocukken, daha hiçbir şeyin
farkında değilken, neden kardeşinden daha az sevildiğini bilmiyorken mesela,
içine bir yerlere gömdüğü acı neden yok olup gitmiyordu da en olmadık zamanda
fırlayıp yüreğini un ufak ediveriyordu insanın? İki kardeş arasında baksan, fark yoktu.
İkisi de şehirden, en iyi mağazalardan giydirilir, ikisi de tırıl tırıl,
tertemiz, Mustafa Ağa’nın torunlarına yakışacak şekilde yaşatılırlardı. Ama
işte Mehmet babası kızmasın diye daha uslu durmak, babası Mustafa Uğur gibi onu
da ava götürsün diye daha iyi nişan almak, babası onun da başını okşasın diye
kül tablasını söylenmeden boşaltmak, babası bir kere olsun gözlerine bakıp
‘aferin’ desin diye daha çok çalışıp takdirname almak zorundaydı. Mustafa Ağa
ve karısı, oğulları kadar değilse de Mehmet’i yok saydıklarını saklamayı hiçbir
zaman başaramamışlardı. Mehmet’in mavi gözleri, onlara da yıllar önce Edibe’nin
çıkıp geldiği, mavi gözleriyle eve kâbus gibi çöktüğü o uğursuz geceyi
hatırlatıyordu. Mehmet, onlar için de, geçmişteki utancın, eski bir ameliyatın silinmez
iziydi. Bir tek annesi, Didar, sımsıkı
sarılıp sıcacık bakıyordu gözlerine. Didar için Mehmet, İlyas’ın sevgisine
layık bulunmamış bir kader ortağıydı. Bu çocuğa baktıkça, Didar’ın içinde
itilmişliğe, unutulmuşluğa, yok sayılmışlığa dair ne varsa ayağa kalkıyordu.
Anlaşılan gece de yol da
uzayacaktı. İleride bir yerlerde yağmurdan köprü yıkılmış, yol kapanmıştı. Geri
dönüp komşu kasabadan geçen yoldan gitmeleri gerekecekti. Sıkıntıyla ofladı
Mehmet. Arabayı çevirdi. Yarım saat kadar geri gitmeleri gerekiyordu. “Bi
benzinlikte dursak da tuvalet bulsak Mehmet’im” dedi Gülten Hanım.
Elma olayından çok değil, üç yıl
kadar sonra, Mehmet annesiyle ilgili gerçeği, kavga ettiği sınıf arkadaşından
öğrenmişti. Küçücük kasabada bu kadar süre saklanması bile bir mucize olan sır,
sonunda ortaya çıkmıştı. Mehmet, deli gibi ağlayıp Didar’a koşmuştu. “Sen benim annem değil misin? Sen benim annem
değil misin sahiden?” Didar ne dediyse olmadı. Sonunda babaannesiyle birlikte anne
bildiği kadın Didar, oturup uzun uzun, daha fazla yarasını kanatmadan
anlattılar olan biteni. Mehmet o günden sonra daha da içine kapandı, daha uzun,
daha derin sustu. Önce hiç görmediği annesi Edibe’yi, sonra Didar’ı düşündü. Bu
güne kadar bir kez olsun hissetmemişti annesi olmadığı gerçeğini. Evde
sevgisini kuşkusuz hissettiği tek insandı Didar. Bir süre “Didar anne” dedi.
Didar’ın gözlerindeki hüznü hissetti çok geçmeden. Yeniden sıcacık, yumuşacık
annesi oldu Didar Mehmet’in.
Birer çay içip yeniden yola
çıktıklarında vakit gece yarısını geçmişti.
Artık saklanacak yanı kalmamıştı. Konuyla ilgili herkes öldüğüne göre
Mehmet, herkesten sakladığı gerçeği Gülten yengesine anlatabilirdi. “Yenge.
Biliyor musun? Ben annemle görüşüyorum.” dedi. Gülten Hanım şaşkın, gözlerini
kocaman açıp sordu, “Hangi annenle oğlum? Ne diyosun sen?” “Edibe annemle…” “Nasıl oldu? Nerede buldun? Anlatsana
yavrum!” Mehmet uzun uzun anlattı. İki
kardeş liseyi şehirdeki okulda okumuşlardı ya hani. Hani babasının halasının
yanında kalmışlardı o sırada. Edibe gelip bulmuştu oğlunu. “Görür görmez
anladım annem olduğunu” dedi Mehmet. “ Çok benziyordu bana. Gözleri, çenesinin
sivriliği…” Sinirlendi Gülten. “Sormadın mı neden bırakıp gitmiş seni? Sormadın
mı nasıl kıymış kundaktaki yavrusuna?” “Öyle değilmiş işte” dedi Mehmet.
Arabayı çekip sağa, öfkeden elleri titreyerek, bağıra çağıra, söve süpüre
anlattı bildiklerini, duyduklarını. Mehmet daha bir aylık bebekken, dedesi
Mustafa Ağa annesinin odasına çıkmış, Edibe’nin kolundan tutup duvara savurmuş,
yüzüne tükürüp suratına bir tokat atmış, “topla neyin varsa çık git bu evden!”
diye bağırmıştı. Edibe diklenmiş, hiçbir yere gitmeyeceğini söyleyip oğluna
sımsıkı sarılmış, ağlamış bağırmış; ama çare etmemişti. Mustafa Ağa Edibe’nin
kulağına eğilip dişlerinin arasından, “Sen bilirsin. Kurtçalı Emine’yi biliyon
değil mi? Hani goca çınarın dallarında asılı buldulardı bi sabah. Yarın sabah
da seni bulmasınlar onun gibi” deyip çıkmıştı odadan. Deli gibi korkmuştu
Edibe. Kurtçalı Emine’yi caminin arkasındaki koca çınarım dallarında asılı
bulduklarında Emine dört aylık hamileydi. Ve Mustafa Ağa’yı kadının evine girer
çıkarken görenler, o günden sonra bu konuda tek kelime edememişler, Emine’nin
kendini astığını söyleyen otopsi raporuyla da herkes her şeyi tamamen unutup
gitmişti. Mehmet, direksiyona kafasını dayayıp uzun uzun ve sessizce ağladı.
İçinde saklayacak hiçbir şeyi kalmamış insanların boşalmışlığıyla çevirdi
kontağı. Yarım saat sonra evdeydiler. Bomboş ve artık bambaşka bir yere
dönüşmüş olan evlerinde…
FİLİZ
SONSUZ