İspanya’dan mektup var
Merhaba Amiga,
Eğer sen erkek olsaydın amigo
demem gerekecekti. İspanyolcada kelimeler cinsiyete göre değişiklik gösteriyor
çünkü... Amigo ya da amiga... Yani
arkadaş... Her dilde güzel bir sesi var bu kelimenin sanki… Sence de öyle değil
mi?

Yirmi beş yıl Londra’da
yaşadıktan sonra şimdi buralarda sudan çıkmış balık gibiyim dersem yalan olmaz.
Bir köy yaşamı içindeki insan ilişkileri beni en çok şaşırtan… Oysa bilmediğim
bir yaşam biçimi de değil, sadece unutmuşum. Mesela geçen akşam ne oldu biliyor
musun? Kocamla bir bara gitmiştik ve gece geç vakit eve döndüğümüzde kocamın
şapkasını oturduğumuz barda unutmuş olduğunu fark ettik. Geri dönmedik tabii,
neyse giden gitti diye düşündük. Ertesi gün bir poşetin içinde kapımıza asılı
bulduk şapkayı. Henüz iki haftadır yerleşik yaşama geçtiğimiz bu köydeki
insanlar bizi tanıyor, nerede yaşadığımızı biliyor ve unuttuğumuz şapkayı
evimizin kapısına kadar getirmeye üşenmiyor!
Neyse biraz daha başa döneyim.
Sen bir yığın detayı merak edersin şimdi. Biliyorsun Ekim sonu çıktık yola
Londra’dan… İçimdeki heyecanı tahmin edersin. Hayalini kurmak, kurgulamak iki
yılımızı almıştı. Beklemek zorunda olduğumuz koşullar yerli yerine oturmuştu.
Ve biz on sekiz ay sürecek, başka bir ülkede, bambaşka ve hiç bilmediğimiz bir
dil ve yaşam biçimiyle iç içe olmak üzere, üstelik kurduğumuz hayaller dışında
hiçbir ön hazırlık yapmadan bastık gaza… Çok da iyi etmişiz böyle yapmakla. Bir
aya yakın İspanya topraklarında dolanmak, yaşamak üzere seçeceğimiz o küçük
alanı bulmak süreci gerçekten keyifliydi. Sen de hep dersin ya, “Yolda olmak,”
en güzeli diye…
Sonunda Viver’i bulduk. Kış
aylarında 1400 kişinin yaşadığı, yaz aylarında nüfusun çoğaldığı bir köy
burası. Dağdayız, yaşlandıkça insan deniz kenarlarından dağa doğru mu çekilmek
istiyor nedir? Aslında denize uzaklığımız araba
ile yarım saat ama köye çam ağaçlarıyla donanmış dağların arasında kaybolan
yollardan çıkıp inerek varıyoruz. Köyün denizden yüksekliği yaklaşık 559 metre.
Ama iş köyü bulmakla bitmiyordu
tabii, yaşanacak evi de bulmak gerekiyordu. Sözün tam burasında Pilar’dan
bahsetmek zorundayım. Yahu senin hiç seni görünce hararetle sarılıp öpen bir emlakçin
oldu mu?
Önce telefonda tanıştık onunla.
Gördüğümüz bir broşürde beğendiğimiz evin altında onun telefon numarası vardı.
Olmayan İspanyolcamızla ve onun da yarım yamalak İngilizcesiyle güç bela bir
randevu ayarlayabildik. Ofisini bulmakta hayli zorluk çektik. Neden dersen
adresi bulduk bulmasına da vitrininde yabancı ülkelerin tatil broşürleri mi istersin,
kapı girişinde yapay çim numuneleri olan bir standı mı istersin ne ararsan
vardı. Yani bir emlakçinin ofisine geldiğimize bir türlü ikna olamayıp
kapısında dikildik bir süre. Sonradan anladık tabii, İspanya’nın son 4-5 yıllık
inşaat endüstrisinde yaşadığı kriz Pilar’ı da
etkilemiş ve bulduğu her yolla para kazanmaya çalışıyordu. Sonra o kapıda bizim
alık alık duruşumuzu görüp başta da dediğim gibi kırk yıllık arkadaşmışız gibi
gelip boynumuza atıldı.
Pilar ellili yaşlarını süren,
fazla özen gösterilmemiş dalgalı boyalı saçları, balıketinin ötesine geçti
geçecek ama uzun bacaklarının bu görüntüyü hafiflettiği ilk arkadaşımız oldu
buralarda. O yüzden benim için değerli ve böyle uzun uzun bahsediyorum
kendisinden. Ertesi gün bizimle ev göstermek için köyde buluşmaya gelirken, elinde fırından yeni çıkmış Altura kasabasının
ünlü meyveli çöreği ile hoplaya zıplaya geldi. Çöreği uzatırken “Bunu
kahvaltıda ye, bundan sonra başka türlü kahvaltı edemeyeceksin,” dermiş gibi
geldi bana. Dil bilmiyorum ya henüz… Valla bölgenin suyundan mıdır nedir
kadınlar çok enerji dolu...
Evi bulup yerleşmemiz sürecini
uzun uzun anlatmayacağım. Fakat bir şeyi belirtmek istiyorum bu konuyla ilgili.
Bir toplumu anlamanın diğer bir yolu da kiralık ev gezmekmiş meğer. İnan öyle
çok şey öğreniverdim ki, dil bilmemenin neden olduğu o sağır/ dilsiz durumumda
bile.
Köye yerleştikten sonra
bölgedeki bizim usul pazarları keşfettim. Haftanın belli günü belli kasaba ya
da köyde kurulan pazarlar söz ettiğim... Ama sen daha şanslısın, çünkü burada
asla seçmece yok. Buna karşılık senin Burhaniye pazarında yaşayamayacağın bir
şey var burada. Aldığın miktarı çoksa indirim yapıyorlar. Mesela enginarın bir
kilosu 1,5 Euro, iki kilosu 1 Euro diye yazıyor etiketlerin üzerinde… Sesler
ise dili değişik olsa bile birebir aynı… “Geeell, ucuza geeell,”…Ha bu arada
senin anlata anlata bitiremediğin o kavuniçi mantarlar bu pazarda da satılıyor.
Bir ara nasıl pişirdiğinin tarifini yaz bana.
Yemekten bahsetmişken kabak
tatlısı meselesine girmeden yapamayacağım. Akdenizlinin tembelliğinden doğmuş
şahane bir tatlı… Biz kabak tatlısını yaparken o koca kabakla nasıl boğuşuyoruz
değil mi? Ayıklamak için yani… İspanyollarsa işin kolayını bulmuş. Bal kabağını
ortadan ikiye bölüyorlar, çekirdeklerini temizliyorlar ve o haliyle, yani
kabuğuna falan da dokunmadan ve şeker koymadan atıyorlar fırına. Kızarınca
çıkarıyorlar. Masaya o haliyle getiriyorlar. Sen de kaşıklayarak afiyetle yiyorsun.
Krema, kaymak, ceviz zevkine kalmış. Bu kadar kolay yapılıyor diye sakın
lezzetsiz bir şey sanma… Gerçi buradaki kabaklar az bi şey daha küçük ama bana
Türkiye kabaklarıyla da aynı sonucu verir gibi geldi. Deneyip haber versene…
Köyde bir kütüphane var. Orada
emekli olmuş, genellikle 65 yaş üstü insanlara İspanyolcadan matematiğe ya da
İngilizceye birçok konuda kurslar yapılıyor. Dili öğrenmek için ben de bu yolu
seçtim şimdilik. Ya da seçmek zorunda kaldım. Malum köy yeri, öyle dil kursu
falan yok tabii… Geldiğimin üçüncü günü tanıştığım genç ruhlu, enerji dolu
Alisa, köyün cafesinde buluşup kahvelerimizi içtikten sonra -Alisa az da olsa
İngilizce biliyor- bana köyün önemli mekânlarını gösterdi ve belediyenin
yetişkin eğitim öğretmeni Estela ile tanıştırdı. Alisa ve Estela’nın konuşmalarından
bütün anladığım Perşembe günleri öğleden sonra dörtte kütüphaneye gelmemi
istedikleri oldu. Sonrası işte, dediğim gibi bu kursa gidiyorum.
Senin değişik tatlara ilgini
bilip de Lagrima’dan, yani Gözyaşı’ndan söz etmemek olmaz… Yılbaşında benim
İngilizce öğrettiğim ve onun da bana İspanyolca öğrettiği komşunun oğlundan bir
hediye aldım. Hani makine yağı satarlar ya, öyle minik, kapkara bir teneke kutu…
Üstünde süslü beyaz harflerle Lagrima yazıyor.
Anlamadım, anlattı Manu.
Bizim köyün de içinde yer aldığı Alto Palancia
bölgesinde yetişen Serrana cinsi zeytinlerin ilk hasatının ürünü olan zeytinler
aynı gün soğuk prese veriliyormuş ve ilk damlaları özel olarak 250 mililitrelik
bu teneke kutulara ya da siyah şişelere doldurulup piyasaya sürülüyormuş. Farklı
yeşil renge sahip ve daha önce tatmadığım, inanılmaz lezzetli aroması olan bir
yağ bu… Koyu renkli ambalajın nedeni ışıktan korunup tadı bozulmasın diyeymiş.
Eminim çok merak etmişsindir bu tadı, hiç merak etme gelirken bir kutu getireceğim.
Evet, bu ilk mektup daldan dala
biraz da turizm broşürü gibi mi oldu bilmem. Ama sen de benden bu tür haberleri
bekliyordun en çok. Yaşama ve insanlara dair detaylı mektuplar benim de bu yeni
yaşama giderek daha çok dâhil olmamla yazılacak doğal olarak. Ben iyiyim.
Londra’dan bir süre uzaklaşmak konusunda verdiğim karardan ötürü en küçük bir
pişmanlık duymak şöyle dursun, sonsuz bir keyif içindeyim.
Değişik dillerden, kültürlerden
insanları tanımak benim için tam bir macera tadında. İnsanların yüzeyde algıladığımız
farklılığı, derinlerine inince nasıl da aynılığa dönüşüveriyor. Farklı
coğrafyalarda dolaşırken en önemli gözlemim bu aslında… Neyse bu başka bir
mektubun konusu olsun ve ben şimdi İspanyolca fiil çekimlerine geri döneyim.
Özlemle kucaklıyorum, Sen de yaz.
DENİZ OLDFIELD
KARAR SİZİN, GERÇEK İMZANIZLA YA DA TAKMA BİR ADLA
MEKTUPLARINIZI BEKLİYORUZ.
Posta Kutusu 65
Burhaniye/Balıkesir-TURKEY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder