
Lewis Carroll’un Alice
Harikalar Diyarında romanını bilmeyen yoktur sanırım. Her şey Alice bir
tavşanın peşinden koşarken, küçük bir kapıdan geçtiğinde başlar ya o romanda, biz
de BBKT olarak Aralık ayında bir hafta arayla iki kez geçtik benzer bir
kapıdan. Bizim için özel günler Ekim başında TAKSAV’ dan gelen davetin hocamız tarafından duyurulmasıyla
başladı. Hepimizi aldı yellim yelalim bir telaş… Heyecanlanmamak mümkün mü?
Ankara ve İzmir’de, hem de uluslararası bir festivalde sahne alacaktık. Üstelik
birçoğumuzun ilk turnesi, hatta bazılarımızın ilk oyunuydu “Dalga.”
Neyse efendim uzatmayayım,
Ekim’den Aralığa günler birbiri ardına bol çay, bol kahve, az uyku, az yemek
ama hepsine rağmen sürekli ilerliyor olmanın keyfiyle akıp geçti. Önce Ankara,
bir hafta sonra İzmir derken konaklama şansı da bulduğumuzdan, özellikle
Ankara’ya dair yaşadıklarımızı, gözlemlerimizi, izlediğimiz oyunları, geçtiğimiz
günlerde, hep birlikte şöyle koyu, ballı bir sohbetle mühürleme fırsatını bulduk.
Bu yazı yer yer benim duygularımı yansıtsa da, daha çok o sohbette BBKT Dalga
Ekibi üyesi arkadaşlarımın sohbetlerinden süzülerek kimin söylediğine
bakmaksızın ortaya çıktı…
Otobüse
Binerken İçimizde Taşıdığımız Duygular
“Ankaralıyım, bütün ailem beni izlemeye
gelecekti ve bu bana büyük bir telaş verdi.
İlk repliğimi unutacağımı düşünüyorum her sahneye çıkışımda. Böyle
düşündüğümü hatırlayınca da hiçbir zaman unutmuyorum.”
“İlk
kez bir turneye gidiyordum. Yetmezmiş gibi bir de ilk kez sahneye çıkacaktım.
Hem de başkentte, hem de uluslararası bir festivalde. Ne halde olduğumu tahmin
eder sanırım herkes.”
“Birlikte
bir oyun çıkarmak başlı başına heyecan verici bir süreç. Çok özel bir bağ
oluşuyor ekipteki kişiler arasında.
Geçen Şubat’tan beri adım adım ilerleyen ve güçlenen bir bağ bu. Şimdi
de böylesine bağlandığım kişilerle bir turneye gidiyordum. Heyecan ve keyif
duygusunu birlikte yaşadım.”
“Haftaya
değil, ondan sonraki hafta değil, ondan sonraki hafta Ankara’dayız diye
geçmişti otobüse binmeden önceki günler. Maaş günü bekler gibi o günü bekledim.
Koltuğa oturduğumda “nihayet,” dedim. Ha bir de kar beklentisi vardı içimde.
Bizim burada pek yağmıyor ya. Belki Ankara’da görürüz dedim ama olmadı.”
“Bir
oyuna hazırlanma sürecinde çok güzel anlar yaşayabildiğin gibi çok gergin anlar
da yaşabiliyorsun. Bunların hepsi oyunun daha iyi çıkabilmesi için oluyor
tabii… Çünkü herkesin ayrı ayrı o kadar çok emeği var ki bir oyunda. O emekler
boşa gitmesin istiyor insan. TAKSAV’ da ilk kez yer almıyoruz, daha önce de
gitmiştik ama yine de çok heyecan veren bir duygu. Hele gençlerle birlikte yer
almak daha da güçlendiriyor bu duyguyu. Onlarla gidilen her turne bana göre çok
daha lezzetli.”
Aramızda heyecanını
bastırıp sorumluluklarının stresini taşıyanlar da vardı. Onların yükü daha
ağırdı hiç kuşkusuz:
“
İyi bir yolculuk için gereken araç bize verilecek mi? Yolculuk kimsenin kalbi
kırılmadan geçebilecek mi? Çünkü birinin sıkıntısı bütün ekibe yansıyacak.
Fakat dekorları yerleştirdikten sonra arabada koltuğa oturunca stres biraz daha
geride kalıyor. Ve “Hadi bakalım arabada ne kadar eğleneceğiz?” bölümüne
geliyor sıra… Bazı arkadaşlarımızın ilk
turnede yaşadıkları heyecanı ben yıllardır her turnede yaşıyorum. Yani bitmiyor
o heyecan. Yabancılaşılabilen bir duygu değil. Ve özellikle belirtmek isterim,
yoldaki keyif bambaşka bir duygu... Otobüsün bir arka kısmı var her yolculukta.
Onlar susmamayı tercih ederler. Sürekli bir canlı müzik yayını olur arkadan
öne. Bu kez de öyle oldu. Bu coşku diri tutuyor insanı.”
Burada bir parantez
açmak istiyorum. Biz bunları konuşurken biraz sonra başlayacak çocuk gurubu
çalışmasının üyeleri yavaş yavaş gelmeye başladılar atölyeye. Bize biraz da
imrenerek baktıklarını fark etmemek mümkün değildi. İçimden “Üzülmeyin,” dedim,“Sıra
size de gelecek.” O sırada bir gün önce annesini kaybetmiş liseli bir
arkadaşımızın çalışmaya geldiğini gördük. Buruk bir sevinç kapladı hepimizi.
Konuşmasak da birbirimizin yüzüne baktığımızda anladık bunu. Yasını bizim
yanımızda yaşamak istiyordu belli ki. “Ne güzel bir topluluğun içindeyim,” diye
bir kez daha düşündüm. Sarıldık, kucaklaştık, sohbet devam etti sonra…
Bu oyunun başarısına
çok önce inanlar olmuş aramızda ki ben de onlardan biriyim. İlk gösterimizi
Mayıs’ta yapmıştık ama ondan önce Ankara haberi bekleyenler varmış. Hatta bu
arkadaşlarımız geçen yıl üniversite sınavlarına katılmışlardı. Üniversiteye
giremedikleri ve Burhaniye’de kaldıkları için sevinmişler, oyunla Ankara’ya
gidebilecekleri için. Artık nasıl bir aşksa bu!
Profesyonel oyunculuk
da yapmış bir arkadaşımız TAKSAV’a ilk kez gittiği için korku yaşadığından söz
etti:
“Türkiye’de
tiyatro olarak en üst seviyede ne varsa bu festivale dâhil oluyor ve bizim de
orada sahne alıyor olmamızdı bu korkuya neden olan. Ama sonra gördüm ki, biz
oraya yakışıyormuşuz, onu anladım.”
Turnede BBKT’ de
tanışıp aşık olan ve birbirinden hiç ayrılamayan bir çiftimiz vardı. En büyük
heyecanın otobüste yan yana oturacakları bir yer kapmak olduğunu öğrenince hep
birlikte kahkahayı patlattık.
Tiflis Vaso Abaşidze Devlet Tiyatrosu’dan Carmen
Ankara’da kaldığımız
oteli beğenmeyen olamazdı. O yüzden hiç konuşmaya gerek duymadık. Fakat yeri
gelmişken Angora Otel çalışanlarına çok teşekkür ederiz. Çok güzel ağırlandık
otelde.
Sohbetimiz, bana
sihirli bir dünyaya girmişim izlenimini en çok hissettiren saatlerle devam etti.
Şinasi Sahnesi’nde izleme şansına kavuştuğumuz dans tiyatrosu Carmen’den söz
ediyorum.

“Bir
kadının sahnede bu kadar güzelleşebileceğini tahmin edemezdim. Bölük pörçük de
olsa Carmen’i izlemiştim daha önce ve şimdiye kadar pek ilgimi çektiğini
söyleyemem. Ama bu gösteri bambaşka bir şeydi doğrusu.”
“Konuyu
çözmeye çalıştım. Ve bir de bu ekiple ben aynı festivaldeyim. Büyük bir onur
duygusunu yaşadım.”
“Carmen
dans tiyatrosunda hepimiz yorgunduk aslında. Yoldan gelmiştik, birçoğumuz
uyumamıştı… Büyük bir tiyatro salonundaydık, Şinasi sahnesi… Salonun kendisi
zaten büyüleyiciydi. Seyirciyle dolu olması da cabası. Ne olacağını bilmiyordum, ne seyredeceğim
hakkında hiçbir fikrim yoktu ama soluksuz izledim sonra.”
“Bir
sanat ürünü insanda kendisinde bilmediği özellikleri ya da istekleri de
çıkarabilir ortaya. Mesela Carmen bende dans etme isteği uyandırdı. Bunu
yapabileceğimi düşündüm, denemeyi çok istedim. Çok özendim yani…”
Dans tiyatrosundan
hoşlanmayanlar da vardı aramızda. Ama ekipte hemen herkes büyülenmiş
seyrettiğimiz oyun karşısında. Carmen’in müziğini dahi ilk kez duyanlar vardı.
Tarz olarak beğenmeseler de sahnede sergilenen şeyin hakkını veriyordu herkes.
“Carmen
benim izlediğim en iyi gösterilerden birisiydi. Gözümü kırpmadan izlediğim bir
oyundu. Ve fotoğraf makinemi yanıma almadığım için çok kızdım kendime.”
“Sahne
alev toplarıyla doluydu sanki. Her bir oyuncu ayrı bir alev topu… Hareket eden,
yuvarlanan, yükselen, alçalan kıvılcımlar var şu anda gözümün önünde. Oyundan çıktığımda beynimden alevler
yükseliyor gibi hissettim.”
Tiyatro nedir? Birçok
tanım var elbette ama çok basit bir yerinden bakarsak, aynı zamanda oyuncuların
kelime, jest, mimik vs kullanarak sahnede performans sergilemesidir. Ve çoğu
seyirci en çok kelimeleri izler. Carmen’de o en çok izlenen, yani kelimeler
olmadığı halde, üstelik bizim ekipte mesela, birçok kişi konuyu da bilmediği
halde bir saat koltuğuna çakılı kalıp gözlerini sahneden ayıramadı.
Ve bir tartışma açıldı
aramızda. Acaba hikâyeyi bilmek mi iyi bilmemek mi? Kimimiz bir film izlemeye
benzetti ve “Hayır,” dedi,“Hikâyeyi bilmek istemezdim, çünkü o zaman sonunu
bilecektim ve heyecanım azalacaktı.” Kimimiz “Konunun özünü bilseydik en
azından iyi olurdu,” dedi. Kimimiz “Hikâyeden çok dansın, müziğin, insanın
büyüsüne kapılmak daha zevkli, hikâyeyi bilmek istemezdim,” dedi. Bir kişi de
şöyle dedi:
“Eğer
ki oyunu seyrettikten sonra Carmen’i araştırmak isteği verdiyse bilmeyenlere,
bence oyun çok başarılı, yoksa bir eksiklik mi var diye düşünüyor insan.”
BGST’den
Lorca’nın Acıklı Güldürüsü
Carmen’in yarattığı
coşkulu duygularla Ankara sokaklarını bir süre arşınladıktan sonra yine Şinasi
Sahnesi’nde, bu kez Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun bir oyunu için
koltuklarımıza kurulduk. Doğrusu ya, tiyatronun seyirci koltuğunda oturup
merakla neler olacağını beklemenin de ayrı bir tadı var. Lorca adını duyunca
onun bir oyunu sanmıştım ben. Oysa BGST’nin kendi yorumlarıyla bir Lorca
biyografisiymiş. Biyografi lafı biraz itici gelir bana. Önce tereddütlüydüm o
yüzden. Ama iyi ki önyargıya kapılmak gafletinde bulunmamışım. Sözü
arkadaşlarıma bırakacağım ama bir şey daha söyleyeyim. Böylesi bir oyunla bizim
yaş ortalaması epey genç olan gurubumuz Lorca’yı tanıdı. Ne şans… Bu oyuna dair
arkadaşlarımın düşünceleri:
“İlk
kez deneysel tiyatro ile tanıştım ve muhteşemdi.”
“Oyunculuklarını görünce, çok çalışmam
gerektiğini düşündüm.”
“Seslerini
kullanma becerileri müthişti. Sanki dublajmış gibi netti sesleri.”
“Bir
oyunda dekorun hiç de o kadar önemli olmadığını düşündüm.”
“O
kadar sürükleyiciydi ki, ikinci perde de olsa dedirtti bana…”
Bir arkadaşımız
‘deneysel tiyatro olmasına rağmen’ diye bir tanımlama yapınca kafamda soru
işareti belirdi, acaba deneysel tiyatroya olumsuz bir bakışı mı var? Sordum, cevapladı:
“Hayır,
tam tersi… Bir şeyi kendilerince
yorumlayıp ortaya koyuyorlar. Normalinde çok kötü bir şey de çıkabilir. Klasik
tiyatroya göre daha riskli bir alan. Mesela ben yapamayacağımı düşünüyorum.”
Günümüze göndermelerin olmasını beğenen de
olmuş beğenmeyen de.
“Sanırım bu oyundaki
tek olumsuz yan, Federico Garcia Lorca gibi bir şairin, oyun yazarının, oyuncunun, ressam ve
bestecinin hayatının anlatıldığı bir oyunun içinde, günümüz esprilerinin
kullanılmasıydı. Onlar olmadan da olurdu bence. Yine de Lorca’nın onu
tanımayanlara böyle başarılı sahnelenmiş bir oyunla anlatılması, tanıştırılması
hoşuma gitti.”
Aramızda üniversite
gurubu diye beklentisi düşük olarak oyuna giren bir arkadaşımız, oyunu
izledikten sonra fikrini değiştirmiş:
“İspanya’da Lorca’yla ilgili bir festival olsa bu ekip gider oynar ve büyük beğeni
toplar. Ayakta alkışlanırlar, ödül alırlar. Nasıl iyi analiz etmiş bu adamı
diye merak ederler ve sorarlar İspanyol musun diye? Oyuna bir tiyatrocu gözüyle
baktığımda ise minimal şekilde de her şeyin yapılabileceğini gördüm.
Oyunculukla her şey yapılabilir ve önemli olan da budur tiyatro açısından. İyi
oyunlar için büyük sahneler gerekmiyormuş. İyi reji, iyi kalem ve tabii iyi oyunculukla yapılamayacak şey yok,”
Yön
Sanat
Ve geldik Yön Sanat’la tanışmamız
konusuna. En çok konuştuğumuz konu olsa da bu yazıda en az yeri alacak. Çünkü
herkesin tamamıyla hemfikir olduğu bir konu bu... Yön Sanat Atölyesi’nin
kurucusu Erdem Öksüz bizim oyunumuzu seyretmeye gelmişti ve sonra atölyelerine
davet etti bütün ekibi. Bu sayede öyküden öyküye atlayarak oturduğumuz yerde
bir çok hayata seyahat ettik Erdem Öksüz’ün bal damlayan diliyle…
Özel bir şey yapıyor Yön Sanat. Kendilerinin
tanımıyla aktarmak istiyorum yaptıkları şeyi.“Herkes İçin Sanat” diyorlar öncelikle ve:
“Yola çıkarken bizi hep ileriye
götürecek temel ilkelerimizi belirleyip, onlardan hiç taviz vermemeye söz
verdik. Bu rotayı çizerken hareket noktamız Sanatla hayalin engelsiz yorumunu
tüm duyarlı insanlara tanıtmak...” diye devam ediyorlar.
Tahmin edeceğiniz gibi
önlerine toplumun koyduğu engellerle büyümüş insanların bir araya geldiği bir
atölye Yön Sanat. Dört yılda kat ettikleri yol ise inanılmaz. Dilenmeden, bağış
toplamadan, kendi kazandıklarıyla sanat yapıyorlar, sahnede engellerini
anlatmıyorlar, tiyatro yapıyorlar hepimiz gibi.
Bir tek arkadaşımızın
sözleriyle paylaşıyorum ortak düşüncelerimizi:
“Yön
Sanat Atölyesi’nde bulunan herkesi tanıdığım için hem mutlu ve hem de şanslı
hissediyorum kendimi. Bıraksalar sabaha kadar dinlerdim onların hikâyelerini.
Hatta günlerce. Erdem abi o kadar içten, o kadar keyifli anlatıyordu ki… Orada
tanıdığımız insanlar bana göre hayatı gerçek anlamda yaşıyorlar. “Gerçek” yaşıyorlar daha doğrusu. Yalansız, sansürsüz olduğu gibi, oldukları
gibi… Ve dinlediklerimden sonra şunu emin bir şekilde söyleyebilirim. Hepsi çok
onurlu insanlar. Kendilerine karşı, dünyaya karşı dürüstler. Hiçbirimizin
cesaret edemediği şeyleri yapıyorlar, söylüyorlar.”
Birkaç
Keşke
“Keşke
festivalin başından itibaren orada olabilsek ve bütün oyunları izleyebilsek…”
“Festival
dediğin tek bir alanda olmalı. Ulaşım derdin olmayacağı için zaman
kaybetmezsin, sempozyumdan çıkar, oyuna girersin. En azından aynı semtte
olsa... O da belki şeyle alakalı, güzel büyük, çok amaçlı, sahneli bir yerin
olmamasıyla alakalı…”
“Benim
ilk turnem… Hepimizin, yani dünyanın her yanından gelen tiyatrocuların birlikte
olacağı bir alanda olacağımızı düşünmüştüm. Herkes oturur, sohbetler edilir,
birbirlerine aktarımlar yapar farklı tiyatronun elemanları. Öyle bekliyordum
doğrusu. Keşke…”
Susuyoruz, kimbilir
belki bir gün bu keşkeler gerçekleşir.
Ve…
Küçük bir kentte
yaşadığımız için sanata dair beslenebildiğimiz alan az. Her ay bir tiyatro
ekibi bile gelse şahane olur ama böyle değil işte gerçek. İnsan iyi bir sanat
yapıtını izlediğinde ya da okuduğunda belki net bir şekilde içinde “şu” kalıyor
denemez ama insan olma halinde bir gelişme yaşıyor hiç kuşkusuz. Bir basamak
atlıyor, bir sonraki baktığı şeye bu yeni birikimle bakmaya başlıyor bence. Sonuçta
her iki oyun ve Yön Sanat’taki söyleşimiz ufkumuzu genişletti. Yeni sorular,
yeni heyecanlar yaşıyoruz hem tiyatroya ve hem de hayata dair şimdilerde.

Sözün özü başta da
dediğim gibi sihirli bir kapıdan girdik ve bir süre muhteşem diyarlarda
dolaştık biz. Peşinden gittiğimiz tavşan kim miydi? Bilmiyorum, belki de neydi
diye sormak gerek soruyu…
FİLİZ
ENGİN
*Dalga emekçilerinden oluşan kolaj Ender Kurt tarafından hazırlanmıştır. Teşekkürlerimle...
*Dalga emekçilerinden oluşan kolaj Ender Kurt tarafından hazırlanmıştır. Teşekkürlerimle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder