Çakalların bile tiksindiği çakallar,
Kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
Yılanları bile iğrendiren yılanlar!
Yüz yüze gelince bunlarla
Kanını gördüm İspanya’nın,
Kabarıyordu
Bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!
Hain generaller.
Gel de gör
Caddeler kan revan
Gel de gör
Caddeler kan revan
Pablo Neruda



            1980… Sıcak mı sıcak bir Eylül sabahıydı Hasan Mutlucan türküleriyle uyandığımızda. Ortaokul öğrencisiydim. Diyarbakır’daydık. Babam askerdi ve tahmin edeceğiniz gibi, tam anlamıyla bir fanusun içinde yaşıyorduk. Meslektaşlardan oluşan dar bir çevrede, yalıtılmış bir hayat. Dışarıda neler olup bittiği hakkında neredeyse hiç fikrimiz yoktu. Kendi gerçeklerimiz ve kendi doğrularımız ile mutlu ya da mutsuzduk. Ve yine tahmin edeceğiniz gibi  yine de şahlanan kolbaşının kır atı  göğsümüzü kabartıyordu. Huyumuzdur ya, New York Times ne demiş, Washington Post ne yazmış merak ederiz. Televizyonda diğer ülke liderlerinin ve basınının “ihtilal” ile ilgili beyanatları okunuyordu ve en afili laf  Fransa’dan gelmişti,  “ Ankara’da kadife kaplı postallar yürüdü…”  O güne dair aklımda kalan en net anı bu oldu. Bir de Kenan Evren… Genel kurmay başkanı... Çocuk aklımla, pijamasına bile apolet taktırdığını düşündüğüm kişi…

                          O kadar yalıtılmıştı ki hayatımız, 12 Eylül 1980 ile başlayan yangın günlerinde 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiğini, açılan 210 bin davada 230 bin kişinin yargılandığını, 7 bin kişi için idam cezası istendiğini, 517 kişiye idam cezası verildiğini, haklarında idam cezası verilenlerden 50'sinin asıldığını,  asılanlardan Erdal Eren’in daha 17 yaşında bir çocuk olduğunu,  71 bin kişinin TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandığını, 98 bin 404 kişinin örgüt üyesi olmak suçundan yargılandığını, 388 bin kişiye pasaport verilmediğini ve bu yüzden tedavi olamayıp ölenler olduğunu, 30 bin kişinin sakıncalı olduğu için işten atıldığını, 14 bin kişinin yurttaşlıktan çıkarıldığını, 30 bin kişinin siyasi mülteci olarak yurtdışına gittiğini, 444 kişinin kuşkulu bir şekilde öldüğünü, 171 kişinin işkenceden öldüğünün belgelendiğini, 937 filmin sakıncalı bulunduğu için yasaklandığını, 23 bin 677 derneğin faaliyeti durdurulduğunu,  3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildiğini, 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendiğini, gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildiğini, 31 gazetecinin cezaevine girdiğini, 300 gazetecinin saldırıya uğradığını, 3 gazetecinin silahla öldürüldüğünü, gazetelerin  300 gün yayın yapamadığını, 13 büyük gazete için 303 dava açıldığını, 39 ton gazete ve derginin imha edildiğini, cezaevlerinde toplam 299 kişinin yaşamını yitirdiğini,    14 kişinin açlık grevinde öldüğünü, 16 kişinin -kaçarken- vurulduğunu, 95 kişinin -çatışmada- öldüğünü, 73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildiğini ve 43 kişinin -intihar ettiğinin- bildirildiğini (…) çok sonra iğrenerek ve şaşkınlıkla öğrendim.

          Liste uzun mu geldi?  Sıkıldınız mı? Yaşadığımız günlerde olup bitenlerle arasındaki benzerlik ruhunuzu mu kararttı? Yoksa okumaya değmez mi? Kafasını  kuma gömerek mutlu olanlardan mısınız? O zaman katlayın gazeteyi, bırakın sehpanın üzerine. Açın televizyonu. Gündüz kuşağına dalın gitsin. Siz beni tanımayın, ben de sizi…
     
          1993… Alsancak’da bir büroda çalışıyordum. Bir gün  baktım ki, koca Talat Paşa Bulvarı  polis dolu. Yol tek şeride düşürülmüş.  Bir olağan üstülük ki, ürkütücü. “Hayırdır?” dedim. Arkadaş okkalı bir küfür savurdu.  Kenan Evren geliyormuş, alt kattaki kırtasiyeden boya, fırça falan almaya. Yılda bir iki kez gelirmiş. Her gelişinde bulvarda aynı oyun sahnelenirmiş. Yarım saat kadar kalır, boylarını, fırçalarını alır gidermiş. Ve hayat normale dönermiş. “Aaa” dedim, “ sahiden  resim yapıyormuş mu o?” Cevap olarak savrulan bir dizi küfür daha… Ve bağcığı çözülen balondan boşalan hava gibi büroya doluşan 12 Eylül anıları… Aylarca haber alınamayan dayılar, işkencede sakat kalan kuzenler, yıllarca hapisten çıkamayan bir baba ve aynı nedenle öğretmen olamayan bir oğul, aylarca neredeyse  her gece basılan evler, yakılan kitaplar, toprağa gömülen dede  yadigarı paslı tabancalar… Çaycımız “ E ama kardeş kardeşi vuruyordu?” diyecek oldu, diyemedi. Sustu.

           9 Mayıs 2015… Nasıl gömüleceği hiç umurumda değil. Nasıl öldüğünü merak ediyorum sadece. Bir de mesela son yıllarını nasıl geçirdiğini… Bir kerecik olsun pişmanlık duymuş mudur?  Erdal Eren’in gözleri rüyasına bir kez olsun girmiş midir?  İşkencede çığlık atanların sesleri doluşmuş mudur kulaklarına hiç değilse  bir kerecik? Bedduanın gerçekliğine inanmış mıdır ya da? Anaların, sevgililerin, evlatların beddualarını hatırlamış mıdır, mesela ölümü düşündüğünde? Torunlarını kucağına alıp öpebilmiş midir çocuk masumiyetinden utanmadan? Bahçesindeki gülün rengini fark edebilmiş midir yüreği bu kadar karayken? Saksıda papatya yetiştirmeyi akıl edebilmiş midir aklı bu kadar zorbayken? Gülebilmiş midir ağız dolusu, ruhu bu kadar kirliyken? Ya da intiharı hiç düşünmüş müdür vicdanı bu kadar ağır olması gerekirken? Ama en önemlisi, korkmuş mudur? Hem de şöyle adamı delirtecek kadar esaslı korkmuş mudur? Gecenin bir vakti evin bir yerinden gelen tıkırtıdan,   önüne fırlayıveren  sokak kedisinden, rüzgârdan çarpan pencere kanadından, yediği yemeğin zehirli olmasından korkmuş mudur? Yanında çalıştırdığı insanlardan korkmuş mudur mesela? Ya da ölüm döşeğinde altını temizleyen hasta bakıcıdan? Paranoyak olmuş  mudur?  İdam fermanını imzalarken eli titremezken korkudan bacakları  titremiş midir?

            Haber hâlâ tazeyken okudum feysbukta, güya ölmek için yalvarıyormuş. Hiçbir mahkeme kararının söndüremeyeceği yürek yangınlarını, ölmeyi isteyecek kadar uzun yaşamaya mahkum edilmiş olması biraz közlendirir mi?

             12 Eylül faşizminin katlettiği şair Muzaffer İlhan Erdost’un şiiri ile bitireyim istedim.  
                                                                               
  
K a n ı n    G ü n c e l l i ğ i
 çocukları
çocukları
çocukları 
öldürdüler
 
kuytu diplerde sessiz menekşe
yeşil çağla
ve tatlı bal
gözlerinden öldürüldüler
 
çocukların elleri yumuktur
bilinçleri
su gibidir
akıp gider
ve ölüm imgesi de
daha bilmiyorlardı ölümü
öldürüldüler
 
belki tek bir sözcüğün lezzetini
kara ekmeğin tadını
bilmeden daha
öldüler onlar
bir su gibi
aktılar 
toprağa
 
ayışığının balkıdığı
kırmızı toprağın altında
büyür ölüm
ölüm büyür her yerde
 
yusuflarda ve burada da
yörükselimde ve burada da
ölüm büyür 
her yerde
 Muzaffer İlhan Erdost
                                                                         FİLİZ SONSUZ
                                                                                                                  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder