ÖYKÜ- KOD ADI CAMGÜZELİ

                                     
 
           Yeri göğü yırtan bir gürültüyle sıçrayarak uyandı. Kendini can havliyle yatakla komedin arasındaki boşluğa atıp kocasına seslendi, “İyi misin? Bir şeyin var mı?” Kocası kahkahalarla bakıyordu yerde yatan karısına. “Rüya falan mı görüyordun? Ne bu halin?”  Kadın korkudan ve öfkeden kocaman açılmış gözlerle baktı kocasına. “ Kaçış yok artık. Bombayı patlattılar.”  Adam hala gülüyordu, “Ne bombası yahu, rüya görmüşsün sen. Baksana dışarıdaki yağmura. Sel götürecek ortalığı. Yıldırım düştü. Gök gürültüsüydü o.”  Kulak kabartıp sesleri dinledi kadın. Evet, yağmurun sesinden başka ses yoktu ortalıkta.  Hala yaşadığına göre gelmiş olamazlardı. Sakinleşti. Her şeyi açık edecekti neredeyse. Ne demişti telefondaki ses? “Kocan bile bilmemeli, çok gizli.” Tepkilerini kontrol edebilmesi gerekiyordu. Kendisine verilen görev ve son durum bunu gerektiriyordu. “Evet ya, korkunç bir rüya gördüm, ondan korktum herhalde.” Bu kısa açıklama yeterdi durumu toparlamaya. Kahvaltı masasını toplayıp çıktılar evden. Yapılacak bir sürü iş vardı bugün.

             Gelenekselleşmiş iş yeri sabah şakalaşmalarıyla uğraşacak halde değildi. Akşamki kupa maçının geyiği yapılıyordu serviste.  Kafasında dönüp duran milyon tane işi sıraya koymakla meşgul olduğundan, günaydın dileklerini duymadı bile. Başını bilgisayarına gömüp, tüm kurumlara gönderilecek mektupları yazıyordu ki masasındaki telefon çaldı. Telefonunun saatine baktı, dün arandığında da saat onu yirmi beş geçiyordu. Kalbi küt küt atmaya başladı. Rengi mi sararmıştı ne, çekmecesinden aynayı çıkarıp kendine baktı. Telefon ısrarla çalıyordu. Karşısındaki masadan Gül, “Açsana telefonu, bi saattir çalıyo” diye çıkıştı. Çaresiz kaldırdı ahizeyi. Aynı kalın ve buyurgan erkek sesi tüm asabiyetiyle azarladı Figen’i; “Figen Hanım,  mektuplar hazır değil mi hala? Müdür Bey’i daha ne kadar bekleteceksiniz?”   Kekeleyerek “ta tamam efendim, bir saate kadar hazır olur mektuplar,” diyebildi. Kafasını tekrar bilgisayarına gömüp yazmaya devam etti. Gül önce sinsi bir bakış atıp sonra sesine dostça bir hava verip güya yardım teklif etti. “Yetiştiremeyeceksen ver birazını da ben yazayım.”  “Olmaz, veremem” dedi Figen. “Talimat böyle.” Sesindeki telaş komik gelmişti Gül’e.  Odayı çınlatan bir kahkaha attı. “ Ay ne talimatı ayol, alt tarafı bayram tebriği yazacaksın. Ne talimatı?”  Gül’ün masasına doğru eğilip sadece ikisinin duyabileceği bir sesle fısıldadı Figen, “ Lütfen kendi iyiliğin için ısrar etme. Bu mektuplar var ya, sadece bayram mesajı için değil. Daha fazlasını bilmen senin için iyi olmaz.” Gözlüklerini takıp yine ekrana dikti gözlerini. Uluslar arası bir antlaşma metni yazıyormuş ciddiyetiyle devam etti işine.  Bölümünde kendisinden habersiz işler döndüğünü sanan Gül, soluğu müdürün yanında aldı.    “ Gizli saklı ne olabilir ki Gül Hanım, göndereceğimiz bayram mesajlarını yazdırıyoruz, o kadar.” Müdürün cevabına rağmen şüpheleri giderilememişti Gül’ün. Kollarını göğsünde kavuşturup, burnunu havaya dikip, sağ ayakkabısını tıp tıp tıp yere vurup  “Ay ne biliyim müdür bey, Figen Hanım öyle fısıl fısıl konuşunca bozuldum yani. Benim bilmediğim ne var diye…”

                   Koca gün yemeğe bile çıkmadan, arada bir sıkıntı ve korku karışımı gözlerle camdan bakıp, bilgisayarında bir şeyler yazıp çizmeye devam etti Figen. Mesai bitimine on dakika kala şefinden izin isteyip çıktı iş yerinden. Asansöre yönelmişken, fikir değiştirip yangın merdivenlerinden indi.  Servisi beklemeden bir dolmuşa atlayıp, evinden iki durak önce indi dolmuştan. Hemen bir taksi çevirip evinin sokağının köşesine kadar taksiyle geldi. Küçük makyaj aynasında makyajını kontrol ediyormuş gibi yapıp, arkasından gelen var mı diye baktı. Sokak boştu. Bütün gün iş yerinin önünde bekleyen siyah takım elbiseli adamları
atlatmıştı nihayet.  Kocası geldi işten, yorgun argın. Soru yağmuruna tuttu adamı. Apartmanın karşısındaki beyaz Renault kime aitti, bakkalın önündeki toptancı minibüsü neden bir saattir orada duruyordu, sokakta siyah takım elbiseli, siyah güneş gözlüklü adamlar görmüş müydü?  “Ne bileyim yahu beyaz araba kimin, toptancının arabası neden hala orada? Siyah takım elbiseliler de kim? N’oluyo Allah aşkına? ” “Yok bişey” deyip geçiştirdi kocasının sorularını.  Yemek yapmak istemedi canı. Odalarda dolandı durdu. Perdenin arkasından sokağa baktı birkaç kez uzun uzun. Yaşadığı heyecan fazla gelmişti yüreğine. Yatak odasına gitti. Biraz uyumaktı niyeti. Güneşlikleri çekip odayı karartması lazımdı. Güneş daha batmamıştı ve ışıkta uyuyamazdı. Camdan bir kez daha baktı sokağa. Karşıdaki caminin avlusunda alışılmışın dışında bir hareketlilik olduğunu fark etti. Tek tek baktı avluda bekleşenlere. İkisini tanıyordu. Altı numaradaki hacı amcayla sokağın başındaki tek katlı evde oturan yaşlı adam, hanımeli çardağının altında oturmuş sohbet ediyorlardı. Ayakta konuşanlar tanıdık gelmedi. Bir ara hepsi birden dönüp Figen’e baktılar sanki. Hemen kendisini yana atıp camdan uzaklaştı.  Sırtını duvara verir vermez keskin, minik bir çığlık kopardı. Karşısında duran birisi vardı odada. Kocası koşup geldi. “Dikkat et, elinde silah var,” diye bağırıyordu kadın.   Odada kimse yoktu. “Kimin elinde silah var Figen? Ne diyorsun sen ya? Neyin var senin ?” Kadın hala kıpırdamadan duruyordu. Adam yanına gitti, kendine gelsin diye karısını hafifçe sarstı. Figen sapsarı kesilmiş, karşı duvara bakıyordu. Karısının gözlerini diktiği yere dönüp bakınca karşı duvara dayanmış makyaj masasının aynasında yansımalarını gördü. Durum artık gülünemeyecek kadar vahimdi. Karısına sarıldı, gördüğü şeyin kendisi olduğunu, odada kimsenin olmadığını anlatsa da Figen’in sakinleşmesi mümkün değildi.  Buzdolabından kolonya şişesini getirip Figen’in bileklerini ovdu uzun uzun. Yüzüne, alnına serin serin sürdü limon kolonyasını. “Hadi uyu biraz” dedi, “Ben yanındayım merak etme.”   Biraz olsun sakinleşmiş, nefes alış verişi normale dönmüş, derin bir uykuya dalmıştı Figen.  Arada sıçrıyor, yeniden hızlı ve kesik kesik nefes almaya başlıyor, ağlayıverecek bir çocuk gibi dudaklarını büzüp mızıldanıyordu uykusunda.

         Bir yıl kadar önce başlamıştı aslında her şey. “Ya da ben o zaman fark edebildim.” diye düşündü adam. Mutfakta şarkı türkü mırıldanan neşeli kadınlardan değildi Figen. Ama bir süredir mırıl mırıl bir şeyler söylediğini duyuyordu kocası.  Bir keresinde karısının kendi kendine sorular sorduğunu, cevaplar verdiğini duymuş, telefonda konuştuğunu sanmış, mutfağa gidip baktığında lavabonun önünde durup rolünü ezberlemeye çalışan oyuncular gibi, bir şeyler tekrarladığını fark etmişti. Telefon falan da yoktu elinde. “Kiminle konuşuyorsun hayatım?”  demişti dalga geçen bir sesle. Figen duymamıştı bile kocasının sorusunu. Sonra, bir keresinde de, bahar başlarıydı, bir gün elinde bir saksı camgüzeliyle gelmişti eve Figen. Balkona çıkıp iyi güneş alan bir köşeye saksıyı yerleştirip,     “İyi mi burası” diye sormuştu çiçeğe.   Kocası şaşırmıştı. Çiçek sevmezdi Figen. Düğünlerinde gelen saksı çiçeklerini bile annesine göndermişti. “Hayırdır, sen çiçek sevmezsin ki. Nereden çıktı bu saksı?”  “Eve dönerken gördüm çiçekçinin vitrininde. Aslında görmezdim belki, ama “Beni al” dedi.  Ben de aldım getirdim işte.”  İlerleyen günlerde karısının çiçekle konuştuğuna sık sık şahit olmuş, üstünde durmamıştı. Annesi de çocukla konuşur gibi konuşurdu çiçekleriyle nazlandıra nazlandıra. “Hanimiş benim pembe gülüm, nasıl da güzel açarmış…”  Kadınlar severdi böyle şeyleri.

             Dokuz yıllık evlilikleri, çok istedikleri halde, çocuksuz sürüyordu. Figen’in üniversite öğrencisiyken bir eylemde tutuklanıp günlerce dayak yiyip işkence görmesinden miras kalan bir yumurtalık problemi nedeniyle çocuklarının olamayacağını öğrendiklerinden beri konuyu açmıyorlardı bile. Hiçbir zaman kucağına alıp sevemeyeceği çocuğunun yerine koyacaktı çiçekleri artık belki de, kim bilir? Balkon saksılarla dolmuştu birkaç hafta içinde.  Çiçeklerle sohbet neyse de, her şeyden korkmalar, kâbuslar, saçma sapan sorular, kendi kendine konuşmalar falan…  Kararlıydı adam,  ilk fırsatta karısıyla oturup konuşacak, işin aslını öğrenecekti. Bir şeyler mi saklıyordu Figen?

                Defalarca denemiş, her seferinde “yok bi şey” cevabını almıştı adam. Sadece bir keresinde “bilmesen daha iyi olur, hiçbir şey sorma bana” demişti Figen. İşi gücü bırakıp karısını birkaç gün takip etti. Görünürde, her seferinde farklı bir yoldan gidip geliyor olmasının dışında anormal bir şey yoktu. Her sabah işe gidiyor, akşamları da eve dönüyordu kadın.   Bir de, işten dönüşünde caminin duvarının dibinde oturan dilenciye para veriyor, bir şeyler söyleyip hızla uzaklaşıyordu. Bu güne kadar duygu sömürüsü yaptıklarını düşündüğü için dilencilere kızan kadın nasıl olmuş da yumuşamıştı, anlayamadı kocası.

                 Günlük yaşamında belirgin bir değişiklik yoksa da gün geçtikçe farklı birisi oluyordu Figen. O ağır başlı kadın gitmiş, saçma sapan davranan, bazen rengârenk, bazen simsiyah giyinen bir kadın gelmişti yerine. O sabah gözlerine inanamadı kocası. Mini bir kot etek, sarı mavi pembe çiçekli çoraplar ve mor bir gömlek giymişti Figen. “Bu gün izinlisin galiba” dedi adam. “Yoo işe gidiyorum.”  dedi ve kafasına kocaman bir hasır şapka takıp çıktı evden Figen. Apartmandan çıkar çıkmaz sağı solu kontrol etti. Otobüs durağında bekleyenlere baktı. Gazetesini açmış okuyan adamı gördü.   Şapkasını neredeyse gözlerini kapatacak kadar yüzüne indirip hızlı hızlı geçti durağın önünden. “Ne sanıyorsunuz siz beni” dedi içinden, “siz akıllısınız da ben aptal mıyım? Beni böyle babam bile tanıyamaz.”

           İş yerine girer girmez bütün gözler Figen’i takip etti. Gülüşmeleri, fısıldaşmaları duymadı bile. Şapkasını çıkarıp çantasını masasının çekmecesine koyacaktı ki, “Personel şefi seni görmek istiyor,” dediler. Dönüp Gül’e baktı. Gül, bilgisayarın ekranından gözlerini ayırmadan “ Hemen gelsin dedi,” diyerek pis pis sırıttı.  Gül’ün de onlardan olduğunu çoktan fark etmişti de, personel şefi hakkında pek de emin değildi Figen. Ama adamın zamansız ortadan kaybolmalarını, hastalık bahanesiyle ikide bir rapor almalarını hatırlayınca,   asıl köstebeğin personel şefi olduğunu düşünmeye başladı. Şimdi de odasına çağırıyordu. Kalbi küt küt atmaya başladı. Kapıyı çalıp şefin odasına girdi. Tam tahmin ettiği gibi, adam son derece nazik davranıyordu. “Buyurun Figen Hanım, lütfen oturun,” deyip masasının önündeki koltuğa oturttu Figen’i.  Kadının ağzını açmasına fırsat vermeden aynı kibarlıkla devam etti söze. “ Biliyorsunuz, uzun yıllardır birlikte çalışıyoruz. Çalışkanlığınızdan ve bağlılığınızdan hep çok memnun kaldık.”  ‘Bağlılık’ kelimesini söylerken sesindeki vurgunun anlamını gayet iyi anlamıştı Figen. Adam her şeyi biliyordu ama mesele Figen’e itiraf ettirebilmekteydi.         “ Fakat son günlerde sizde bir yorgunluk sezinliyoruz,” diye devam etti adam. “Geçen yaz izin kullanamadığınızı fark ettik. Bir iki haftalığına izine ayrılmanız gerektiğini düşünüyoruz. Baktınız yorgunluğunuzu atamadınız, iki hafta da rapor alır dinlenirsiniz, olmaz mı? Sonrasını da dönünce düşünürüz.”  Birden her şeyi anladı Figen. Geçen akşam kelimesi kelimesine aynı şeyleri kocasından da duymuştu. “Çok yoruldun. Bir iki hafta izin alsak da şöyle bi Yunan adalarını gezsek, tatil yapsak? Ne dersin hayatım?”  demişti kocası. Yanı başında bir hainle birlikte yaşadığını çok geç fark etmişti Figen. Demek kocası, personel şefi, Gül ve diğerleri…  Hiç cevap vermeden çıktı şefin odasından. Artık bir dakika dahi kalamazdı burada. Evde de güvende değildi.    Sadece iş yerinden, evinden değil, ülkeden ayrılmasını istiyorlardı. Sonrası ne kadar da kolaydı. “ Gemiden düştü, kayboldu” deseler, kim arar sorardı ki arkasını?

             Adliye binası her zamanki gibi kalabalıktı. İlk kez adliyeye gelen Figen için bu kalabalık korkutucuydu. Elinde telsizlerle dolaşan bir sürü adam, cep telefonlarıyla sürekli konuşan insanlar, sağa sola koşuşturan avukatlar… Kapıdaki aramadan kurtulmak için çok uğraştıysa da başaramadı. Sırayla alıyorlardı herkesi içeri. Birkaç gün önce yaşanan baskından sonra kapıdan kuş uçurtmuyorlardı. Büyük kesintinin olduğu gündü. Kesintiyi de baskını da açık açık söylemeseler de iki gün önce fısıldamışlardı kulağına. “ Her şeye hazırlıklı ol, karanlık hep gebedir,” deyip susmuşlardı. Büyük kesinti günü, birden bütün fısıltılar susmuş, sokaktaki adamlar kaybolmuştu. Ama aynı günün gecesinde eskisinden de kalabalık ve gürültücüydüler.


               Savcılık koridorunu hızla geçti. Başsavcının odasını buldu. “ Hay aksi, bu da ne şimdi,” dedi öfkeyle. Kapıda polisler durdurdu Figen’i.  Kendinden emin bir sesle “Başsavcı Bey’i görmem gerek,” dedi. Renkli çorapları, mini kot eteği, kocaman hasır şapkasıyla tam bir karikatür gibiydi. Polisler, izin vermek istemediler. “ Milli güvenlik meselesi olduğunu söyleyin, beni kabul edecektir,” diye ısrar etti Figen. “Bize söyle, biz iletiriz,” deyip başlarından savuşturmak istedilerse de Figen polislerin kulağına eğilip, “Bilmemeniz sizin için daha iyi olur. Bırakın geçeyim, yoksa pişman olacaksınız. Ben istihbarattanım,” diye tehdit edince polislerin tepesi attı. Kolundan tutup dışarı atacaklardı ki, elinde dosyalarla ufak tefek aceleci bir katip başsavcının kapısını çalıp odaya girdi. Aralık kalan kapıdan hızla kendisini içeri atan Figen, can havliyle bağırmaya başladı, “Sayın başsavcım, çok önemli. İzin verin raporumu bırakıp çıkayım. Ölüm kalım meselesi, milli güvenliğimiz tehlikede. Her an her şey olabilir!”  Odasına paldır küldür dalan şamatacı gök kuşağına bakıp gülsün mü, kızsın mı bilemedi başsavcı, ama merak da etti. “Bırakın anlatsın” dedi polislere. Polisler iki adım gerileyip elleri silahlarında beklemeye başladılar. “Söyle bakalım, neymiş bu kadar önemli olan? ”  Figen hiç konuşmadan, başsavcının önüne az önceki hengâmede yırtılmış bir kâğıt bıraktı. Kâğıtta titrek ve karmakarışık bir yazıyla Odanız dinleniyor, yazarak anlatacağım. İstihbarattanım. Adımı bilmeseniz de olur. Kod adım ‘camgüzeli’ Her şeyi raporumda anlattım. Kocam bile onlarla işbirliği yapıyor.” yazıyordu.  Masaya bir tomar kâğıt bıraktı. Tam çıkacaktı ki başsavcı buyurgan bir ifadeyle oturmasını emretti. Kâğıt tomarını şöyle bir karıştırdı, gizlemeye çalışsa da dudaklarındaki gülümseme fark edildi. Yüz kırk iki sayfadan oluşan, bilgisayarda gelişi güzel yazılmış, yaklaşık iki yıl öncesinden başlayan bir tür günlük tutuyordu başsavcı elinde. İlk sayfayı açtı. İlk gizli mesaj dün, televizyondaki haber spikerinden geldi. Kocam bile anlamadı.  Şifreyi bir tek ben biliyordum,” yazıyordu ilk paragrafta. “Güneş sisteminin dışındaki WXHNK500 gezegeninden geldiklerini söylüyorlar. Emirlerini yerine getirmezsem apartmanın asansör boşluğuna yerleştirdikleri nükleer bombayla dünyayı yok edecekler.Rast gele okumaya devam etti başsavcı.  Kırk üçüncü sayfada tek bir cümle vardı, “Bu gün mutfaktaki musluktan fısıldadılar.” Birkaç sayfa daha çevirdi, Artık istihbarata çalışıyorum. Bu gün bütün devlet dairelerine şifreli mektuplar yolladım, hepsini uyardım. Ortalardan bir sayfa, cümlenin yarısı bir önceki sayfada kalmıştı belli ki, şöyle devam ediyordu, fark ettiğini anlayınca camgüzelinin bedenini terk edip insan kılığında takip etmeye başladılar. Siyah takım elbiseleriyle de daha fazla sürdüremediler… Son sayfalarda durum iyice karışıyordu. Cümleler yerini karmakarışık, rastgele sıralanmış kelimelere bırakmıştı. Beyaz renaultlarıyla caminin dilencisi şimdi FISILDAMAYIN ARTIK dileniyorlar gökyüzü yeşil olana kadar ve amerikada belediye başkanı olacak FISILDAMAYIN DEDİM beni de herkesi de KESİN ŞU FISILTIYI. Çığlık attık birlikte…”  Oyunu sürdürmek zorunda olduğunun farkındaydı başsavcı. Yırtık kâğıda    İyi iş çıkardınız Camgüzeli. Minnettarız. Kocanızın ve diğerlerinin gözaltına alınması için emir vereceğim. Lütfen kocanızın adresini, telefon numarasını yazın,  yazıp Figen’in önüne uzattı. Yirmi dakika sonra kocası başsavcının odasından alıp çıkardı Figen’i. Ağlamaklı bir sesle sarıldı karısına,   “ Her şey düzelecek hayatım, söz veriyorum her şey düzelecek. Hiç bırakmayacağım seni, söz.” 10.04.2015 SONSUZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder