Bir Kitap; Leyla Erbil-Mektup Aşkları/Filiz Engin


Irk, dil, din, cinsiyet, yaş ve hatta sınıf farkı gözetmeksizin hemen her insanın hayatında en az bir kez karşısında kalakaldığı bir olgu... Aşk... Çağlar boyu yazılmış, çizilmiş, resmedilmiş, günü gelmiş bir mizah konusu olmuş, günü gelmiş bir şarkının içli nağmesi… Fakat asla gündemden düşmemiş aşk...  İnsan evladının belki de en tartışmalı, en içinden çıkılmazmış gibi görünen duygularından biri... 

İnsan bazen gençlik yıllarında okuduğu ve hücrelerine nüfuz ettiğini  bildiği, lakin ilerleyen yaşlarında detaylarını hatırlayamadığı ya da neydi beni o kadar etkileyen diye bir meraka düşerek bir kitabı bir kez daha eline alma ihtiyacı duyabiliyor. 

Mektup Aşkları... Gençlere yazılmış bir kitap aslında... Yolun daha başında olanlara... Ama yazabilmek için ellili yaşlarını beklemiş sevgili Leyla Erbil... Doğrusunu yapmış bence, yazabilmek için yaşananların üzerinden zaman geçmesi gerek. Hayatın süzülmeye, demlenmeye ihtiyacı var ne de olsa.

Farklı bir üslupla oluşturulmuş bir roman Mektup Aşkları. Romanın son sayfalarına kadar kendisinden hiç bir ses alamadığımız genç bir kadın, Jale...  Roman Jale'ye dostları ve âşıkları tarafından yazılmış mektuplarla yol alıyor. Her ne kadar Jale sayfalar boyu hiç konuşmasa da, ona yazılan mektuplardan karakterini algılayabiliyoruz ve bir kimlik oluşuyor kafamızda. Bu arada çevresini kuşatan insanlarla da tanışıyoruz. Birçoğu birbirini tanıyan insanlar zaten. Sacide, Ferhunde, İhsan, Ahmet, Zeki, Reha ve tabii Jale…

Hepsi genç, hepsi diğer yarısını bulma peşinde arayış içinde. Ve yine hepsi o diğer yarının tek bir kimlikte, tek bir vücutta bulunabileceğini düşünebilen yaşlarda henüz.  Henüz, aşkın da diğer her şey gibi sonu olduğunu kavrayamamışlıkla; biten ve çoğu zaman can acıtan aşkların ardından ‘aşk diye bir şey yok,’ deyip işin içinden çıkmaya çalışılan yaşlar. Gerçi nice yetişkinler de kendi deyimleriyle yaşadıkları acı deneyimlerden sonra aynı cümleyi tekrarlamış ve birçoğu içlerinde doğuştan taşıdıkları bu güzelim duygunun üstüne çimento dökmeyi tercih etmiştir. İşin aslına bakarsanız ben hep içten içe üzülmüşümdür bunu yapanlara. Değil mi ki insana en yaraşır duyguların başında gelir aşk!
Evet, aşk biter. Biter bitmesine de ölüm gibi bir yok oluş değildir ki bu bitiş. Yaşayanın bünyesini birçok renge bulaştıran fırça darbelerini atmıştır bir kere aşk. O rengârenk izleri bir yaşam boyu üstünde taşıyacaktır artık aşkı yaşayan. Ve bazılarımızın kendi acılarını, korkularını azaltmak ya da üstünü örtmek için yok deyip bir kenara atmaya çalıştığı aşk; vardır. Gerçekten vardır. Leyla Erbil’in kitapta Jale karakterinin ağzından bizlere aktardığı şu sözlere kulak vermek yeter bence bu gerçeği kabul etmek için:

 “Aslında bir aşka, olup bittikten sonra, en sonundan baktığımda, geride aşk adıyla anılacak bir şey bulamıyorum; belki hoş bir duygucuk, kısa bir süre yaşanmış ama mutlaka sona ermiştir; kalan buruk bir tebessüm, acılı bir anı, yitmiş bir aşk vehmi, görünmez olmuş! Oysa başlarken ne kadar inandırıcıdır her şey. İki insanın, bir örgü gibi, tülden bir dantel gibi sarınmışlıkları vardır aşkın. Etin ete, ısının ısıya geçişi; yitirdiği yarısını arayan insanoğlunun bulduğunu sandığı parçasına rastladığında geçirdiği bir baygınlıktır aşk. Sonu olmasa, sonu gelmese vardır, evet vardır. Bir düşünce olarak, nakşedilmiş bir bilgi olarak genlerimize, vardır; yoktur demeye dilimizin varmadığı; kıyamadığımız için yok olmasına, elbirliğiyle yalandan var ettiğimiz bir sözcük, olmasını hep istediğimiz ve isteyeceğimiz bir umuttur aşk, bu umudu çalmaya kimin gücü yeter yarının insanından?”

Hem Dünya’da, hem ülkede kan, gözyaşı, acı, adaletsizlik böylesine kol gezinirken aşk da nerden çıktı şimdi diye düşünen varsa, inanın ben de tam olarak bilmiyorum. Belki bunca karanlıkta ruhun derinliklerinden gelen bir ihtiyacı, ışığa olan hasreti bir parça dindirmek içindir. Galiba böylesi dönemlerde bize insanlığımızı hatırlatacak hangi duygu, hangi eylem varsa onlara daha da sıkı sarılmak gerekiyor.

                                                                                22Aralık2015/FİLİZ ENGİN

Su Mavisi Kumaş-Filiz Engin


Sınırlar geçiyorum. Üzerimde taşıdığım su mavisi kumaşın, ardım sıra uzanan görünmez kuyruğunu sürükleyerek geliyorum. Kuyruğun her yanında yıllardır birikmiş yükler asılı. O yükü taşıyor, ben onu… Günlerdir yoldayız. Dünyayı benden beni dünyadan ayıran bu kumaşın gözlerimin önündeki el kadar penceresinden görebildiğim; gri bir yılana benzeyen ve sonsuzluğa uzarmışçasına bitmek bilmeyen bir yol sadece. Tenimden yükselen ve her yanıma sinmiş mide bulandırıcı kokuya da yabancıyım artık, hissetmiyorum. Yorgunluk ne kelime, çöldeki devenin susuzluktan çatladığı an gibi, her an dizlerimin üstüne çökebilir ve yok olmaya bırakabilirim kendimi.

Kurumuş ve cinsiyeti olmayan kan lekeleri var kumaşın birçok yerinde. Şaşkınlığı yüzünde donup kalmış çocuk kafaları, kopmuş bacaklar, yerinden oyularak çıkartılmış yürekler var kıvrımlarında… Takma bacaklar da var. Fakat uzaktan fark edilmiyor.  “Yağmur yağsa keşke,” diyorum içimden. Bozkırın sessizliğini delen gürültülü uçaklarla, gökyüzünden dünya yardımı olarak gelen ve daha önce hiç görmediğim takma bacağa ne kadar sevindiğim düşüyor aklıma!

“Son sınırı geçtik,” diyorlar. Başım zonkluyor. Düş içindeymişim gibi bulanık bütün görüntüler. Bir köprünün üzerindeyiz, gökyüzü iyice alçalmış. Öğle vakti olmasına rağmen gün doğumu karanlığındayım. “Durabilir miyiz burada?” diyorum. Ses etmeden frene basıyor sürücü. Bana yardım edenlerden biri kapıyı açıyor. Dışarı çıkıyorum. Önce bir bacağım, sonra yavaşça diğer bacağım onun yanına… Oldukça yüksek bir köprü bu…  Korkuluklarına dayanıyorum, aşağıya bakıyorum. Tanımadığım bir nehir köpükler saçarak gürüldüyor orada… Tanımamamın ne önemi var ki?

Yağmurun habercisi ilk damlaları fark ediyorum o sırada.  Sanki yeniden bir çocuk doğuracakmış gibi hissediyorum kendimi. Karnımın içinde bir şeyler kıpırdıyor sanki. Dedim ya düşte gibiyim, pek farkında olmadan gidiyor elim başımın üstüne. Kumaşı ve ağırlığını avuçluyorum, sıkıyorum. Yavaşça geriye doğru sıyırıyorum onu. Ve tam yüzüm ortaya çıktığında bir yağmur damlası gelip yanağıma dokunuyor. O dokunur dokunmaz önce yüzüme, sonra bütün vücuduma yayılan tertemiz bir serinlikle kuşanıyorum. Hayır, ağlamayacağım. Eğer ağlarsam damlayı hissetmemi engeller gözyaşım. Gözlerim kapalı… Artık hızlanmaya başlayan yağmurun, saçlarıma, ellerime, boynuma, gözlerime dokunuşuna bırakıyorum kendimi… 

Nice sonra gözlerimi açtığımda elimde evirip çevirdiğim su mavisi rengindeki burkama gidiyor bakışlarım. Burkam mı?  Niye ‘benim’ burkam ki? “Hayır,” diye mırıldanıyorum başımı sağa sola sallayarak. Fikir değiştirmekten korkarcasına ani bir hareketle, hiçbir sahile vurmamasını dileyerek boşluğa bırakıyorum onu. Bir süre salınıyor havada.

Ardından, onca ağırlığa dayanamayıp aşağıya doğru düşmeye başlıyor. Nehir köpüklerinin içine alıyor onu.  Dur durak bilmeyen sularında önce ince bir çizgiye dönüştürüyor ve sonra yok ediyor.
                                                                                                                   
                                                                                              FİLİZ ENGİN/2012                                    








Nella Fantasia/Arzu Doğan


           Günlerdir yapılan aralıksız provalara rağmen eseri tam anlamıyla ortaya koyamıyorduk.  Herkes yorgundu ve başarısızlığı kabul etmiştik. O gece prova 23:00 civarı sona ermişti. Gene umutsuz eve dönüyorduk. Ta ki gelen telefona kadar... Sabah 02:00’de stüdyoda acil toplanmamız istenmişti. Oraya vardığımızda neredeyse herkes toplanmıştı ve anlaşılan gene genel, sancılı ve uzun bir prova olacaktı.  Çevreme baktım da, gülümseyen kimse yoktu. Yorgunluktan çok gergindik, çünkü korkuyorduk. Başarısızlık tabii ki kötüydü, ancak biz şeften korkuyorduk. Hem de ölümüne korkuyorduk. Karşısında nefes dahi almaktan korkardım çoğu zaman. Piyanist olmama rağmen karşısında ellerim titrerdi. O gün ise artık tamamen tükenmiştim. Sekiz saat süren bir provadan üç saat sonra tekrar bir prova daha…  Şefin, “hayalet mi gördün? Geç otur da başlayalım” sözleriyle provanın ilk azarını işitmiştim.

           “Herkes hazırsa başlıyorum. Notalara bakmanıza gerek yok, sadece dediklerimi not alın” dedi. Hepimiz elimizde kalem, şefin her dediğini not almaya hazırdık. “Nella Fantasia… 1986 4/4lük bir parça. Ennio Morricone besteledi. Orijinal müziği Gabriel obuasıyla çaldı. “The Mission” filminde soundtrack olarak kullanıldı.  Müzik notalarında bestecinin ayrıntılı açıklaması yok. Bunu çalarken biraz daha legato(1) (yavaş, yumuşak hızda) çalmalısınız. Baştan sona ölçüler. Bu perdeden sadece bu üç notayı belirgin çalın. Burada senkope tam anlamıyla takip edilmeli. O halde buradaki 4/4 lük vuruş. Ama sen bunu alla breve(2) (2/2 notada oluşan ölçü)  çalmalısın”dedi.

             Bu açıklamayı herkes not etmiş, ama kimse bir şey anlamamış, boş gözlerle şefe bakıyordu. Artık kafamız iyice karışmıştı. “The Mission filminde rahip kendi korkusuyla yüzleşiyor, ilkel kabileyle hem de mızrağın ucuyla karşılaşıyordu. O, obua çalarak onların kalplerini kazandı. Söylemek istediğim, O’nun dinleyicileri ilkel insanlardı. Onları tıpkı rahibin yaptığı gibi etkilemelisiniz. Siz şu anki performansınızın kalitesini biliyor musunuz?” deyip piyanonun başına geçti. Haklıydı. Orijinalinden daha hızlıydık ve bir şey eksikti. Notalara tam uysak da bir şey hep eksikti. “Kulağa kötü geliyor, değil mi? Eğer ben ilkel olsaydım, bu performans karşısında ölmüş olurdum” dedi. Hiç sesimiz çıkmadı, çünkü gene haklıydı.  “Öyleyse nasıl çalmalıyım?” dedi. Ve işte bu onun farkıydı. Şef o olmasına rağmen, notalar aynı olmasına rağmen melodi tamamen farklıydı. Bir hışımla yerinden kalktı ve “Hadi o zaman. Rahip gibi olalım ve şunu çalalım. Lütfen herkes gözlerini kapatsın. Önemli olan tempoyu korumak ya da sesin uyumu değildir. Bunlar er geç olacak. Çok sıkı çalışmalı ve çok prova yapmalısınız. İşte önemli olan şu ki, seyircilere ne dinletmek istiyorsunuz? Bu duyguyu, bunu hissedin...” Butonu eline aldı ve “gözlerinizi açmayın. Şimdi sen uzak bir yerden kuşların yankılanan sesini duyabilirsin, akan nehir suyunu. Ve sen, ağaç dalları boyunca güneş ışığının sıcaklığını hissedebilirsin. Sen, yakındaki sincabın hışırtısını duyarsın. Rüzgâr tatlı tatlı eser. Çiçeklerin güzel kokusu rüzgâra karışır, duyarsın…”  Gözlerimiz kapalı, yeşillik bir yerde, doğanın kalbindeydik artık. Rüzgârı, nehri, güneşi kuşları hissediyorduk tüm kalbimizle. “Hissedebiliyor musunuz? İşte cennet burası. Hiç el değmemiş Nella Fantasia’nın dünyasına hoş geldiniz. Kendinizi rahat bırakın. Burada notaları ya da sesleri düşünmeye ihtiyacınız yok. Sadece bunu hissedin. Sadece noktalarda beni takip edin.” Ve başlamıştık çalmaya. “Ses uzaklardan geliyor gibi. Sesi biraz yükselt. Crescendo! Fantasia.Tıpkı bir rüya gibi ! Şimdiyse sesi yavaşça yakına getir. Yavaş yavaş sesin uzakta kaybolmasına izin ver…  Yavaşça…” dedi ve butonu bıraktı. 

                 Evet, çalmıştık! Nasıl yapmıştık? Ben dahil herkes şaşkındı. Tek şaşırmayan şefti. O da daima kendinden ve sanatından emindi. Anlamıştık ki, önemli olan notalar, temel bilgiler kadar önemliydi hissetmek. Hissederek çalmıştık. Çalarken her birimiz içimizdeki Anka kuşunun kanat açmasına izin vermiştik.

                   Bir şef bir orkestrayı, bir orkestra bir ülkeyi etkilemişti bu performans ile. O zaman anlamıştık ki, “SANAT DÜNYAYI BİR GÜN DEĞİŞTİRECEK.!” 
                                                                       10.12.2015 ARZU DOĞAN
.
            


Karabasan/Filiz Sonsuz

              Bu ne böyle? Camlar patlıyor. Bütün oda cam kırığı…  Dolabın kapağı yıkılıyor üstüme. Aynalar  yüzümü mü kesmiş? Hayır yüzüm kanamıyor. Bu kan ne o zaman? Kıpırdayamıyorum.  Ne kadar zaman geçiyor böyle? Yüzlerce yıl mı? Birkaç saniye mi?  Helikopterler geçiyor tepemizden… Çığlıklar, ağlamalar… Anlamıyorum söylenenleri, ama derinlerden bir kadın sesi… Ağlamakla konuşmak arası bir şey...  Bir hikaye anlatıyor. Binlerce yıl öncesinden gelip binlerce yıl sonrasını anlatan bir şeyler söylüyor sanki kadın ağlayarak. Uzaklardan bendir sesleri geliyor belli belirsiz. Yavaş yavaş yaklaşıyor sesler. Ağır ve acıklı bir ayin başlıyor odanın ortasında. Ölmüş çocuklar var  yerlerde. İşte o kadın… Kucağında bir ölü çocuk, battaniyeye sarılı… Ağıt yakıyor kucağındaki küçük cansız bedene. Elinde bir sopa... Sopanın ucunda bir beyaz  bez…  Ağlayarak konuşuyor bilmediğim ama çok sık duyduğum bir dilde.  Çığlıklar  yükseliyor arkalardan bir yerden. Dipsiz bir kuyudan yankılanıyor çığlıklar. Bütün dünya çığlığa kesti bak. Ama ben neden kıpırdayamıyorum? Kaldırıp atamıyorum üstümden yıkıntıları. Nasıl bu kadar ağır olabilir ki? Alt tarafı dolap kapağı işte. Kollarım kalkmıyor. Karabasan mı bu? Uyansam geçer mi?

             Sonra, nasıl oluyorsa çıkıyorum odadan. Her yerim kan revan içinde. Her yerim parça parça… Bir elim bileğimden kopmuş… Sesler geliyor sokaktan. Koşuşturanlar, bağıranlar… Siyahlar giymiş kadınlar, erkekler… Kavşağı kapatmışlar.  Kabarık, dalgalı saçlı bir kadın izleyenlere doğru koşuyor. “Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Zayıf bir adam kavşağın diğer ucunda biriken kalabalığa yöneliyor, her birinin ellerine tek tek dokunarak bağırıyor, “Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Birden, bütün kavşak siyah giymiş kadınlarla, adamlarla doluyor. Etraflarında halkalanmış izleyen kadınlara ve adamlara tek tek dokunup bağırıyorlar, “Ölüyorlar… Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Balkonlardan bakıyor herkes. Çamaşır seren bir kadın “Ölüyorlar” çığlıklarına şöyle bir bakıp, işine dönüyor. Seleden bir yastık kılıfı alıp mandallıyor çamaşır teline. Bir çorap teki düşüyor yastık kılıfının içinden yere. Söyleniyor kadın.  Üst kattaki balkonda sigara içiyor bir adam. Sandalyesinden kalkıp, balkon demirlerine dayanıyor. Uzun uzun bakıyor kavşakta olan bitene. İzmariti öfkeyle fırlatıyor üzerlerine. Kalabalığın arasında bir yerlere düşüyor izmarit. Dumanını görüyorum. Kamyon lastiği yakmışsın sanki. Kapkara çıkıyor izmaritin dumanı. Karabasan mı bu?  Uyanamıyorum. Biliyorum, uyansam geçecek. Dan diye çarpıp balkon kapısını, içeri giriyor emekli öğretmen. Perdeyi  öyle öfkeyle çekiyor ki, halkaların kornişte çıkardığı ses yayılıyor şehrin üstüne. Ağlamakla konuşmak arası gidip gelen kadının sesi karışıyor kornişin sesine. Balkonunda donup kalıyor bir genç kadın. Kilim silkeliyordu az önce. “Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Ağlıyor mu ne?  Kimseler görmesin istiyor ağladığını ama.  Kilimi atıp balkon demirlerine, elleriyle kapatıyor yüzünü. Ellerinin tozu gözünün yaşına karışıyor. Kapkara oluyor kadının yüzü. Gözlerini göremiyorum. En üst kattan bir adam, uzatmış çirkin, şişman, yağlı suratını sokağa ve öfkeden pancar gibi kızarmış,  gözlerini belerterek bağırıyor kavşakta toplananlara. Ne dediğini duymuyorum. Öyle çirkin, öyle çirkef ki, ağzını her açışında ceset kurtları saçıyor tükürük yerine ve aynı sebepten,  duymuyorum ne dediğini.  Daha demincek koşuşturup çığlıklar atan adamlar ve kadınlar yerde yatıyorlar. Kavşakta sesler kesiliyor sonra. Sinek uçsa duyarsın. Çıt yok. Arabalar, çocuklar, rüzgar… Duruyor hepsi birden.  Ah! Biliyorum, uyansam bitecek.  Uyanamıyorum.

                Kavşakta buluyorum kendimi. Güneş battı batacak. Sararıyor dünya. Gölgeler upuzun. Yerde yatanların nabızlarına bakıyor birisi.  Önce kabarık saçlı kadının bileğini tutuyor. Bütün dünyayı kaplıyor ses. Koca şehir, dev bir kalp gibi atıyor. Bırakınca bileği, ses kesiliyor. Biliyorum bu bir karabasan.    O halde ben de yapabilirim. Rüyada doktor olabilirim. Saçlarımın yarısı  kıpkırmızı ve kıvırcık.   Beyaz bir giysi var  üzerimde. Galiba doktorum.  Bir diğerinin bileğinde parmaklarım. Nabzımla aynı şiddette atıyor nabzı. Kalplerimizin sesi kaplıyor yine her yeri. Güm… Güm… Güm… İzleyenlerin arasından insanlar geliyor yanımıza. Her biri yerde yatanlardan birinin bileğini tutuyor. Birden, bütün dünya kavşak oluyor. Yerde yatanlar ve yerde yatanların bileğini tutanlar… Dünya kalp atışına kesiyor.  Evreni kaplıyor… Sağır ediyor kulakları. Güm…Güm… Güm…

             Barut kokuyor hava. Fesleğen dikiyorum saksılara. Balkon fesleğen doluyor. Ama barut daha çok kokuyor fesleğenden. Daha çok fesleğen dikiyorum. Sokağın başında kocaman, ağır, tahta bir kapı yavaş yavaş açılıyor. Bir  dengbej beliriyor kapının önünde. Ağır ağır geçiyor sokaktan, telaşsız. Arkasında koşuşturan ölü çocuklar…   O çok sık duyduğum ama bilmediğim dilde anlatıyor. Ağlıyor da galiba.  Bu sefer anlıyorum bilmediğim bu dili. “Yok edemezsin kokuyu, insanların yerine gömmezsen barutu…”   Ben ne zaman öğrendim Kürtçeyi?  “Rüya bu” diyor annem, “rüyanda öğrenir, uyanınca yaparsın öğrendiğin her şeyi.” Her şeyi mi? “Evet, her şeyi” diyor. Annem tarhana pişiriyor. Biliyor, iyileşirim tarhanayla. Aniden, volkan gibi püskürüyor tarhana. Dere olup sokağa akıyor köpük köpük. “Ama taşıyor?” “Taşsın” diyor annem, “ herkese yetmez taşmazsa.” Canım yanıyor. Öleceğim acıdan. “Anne, kaldır şu dolap kapağını üzerimden.” “Yapamam” diyor. “Karabasan bu. Uyanmalısın.” Uyanamıyorum. Aklımdan deli şeyler geçiyor. Tam şu anda ölsem mesela… Kopmuş film şeridi gibi,  makarada dönüp durur mu rüya? 20 Aralık 2015
            

Sanat Yolunda Harcanan Emeğe Dair Fotoğraf Sanatçısı Ve Oyuncu Ender Kurt’la Bir Söyleşi

Ender merhaba… Senin çift yönlü sanatçı kimliğinden söz etmek istiyorum önce. Hem bir fotoğraf sanatçısısın ve hem de oyuncusun. Bana ilginç geliyor bu durum. Neden dersen bir tanesinde elindeki fotoğraf makinesi ile nesneleri ya da insanları izleyen senken, diğerinde sahnedesin ve izlenilen durumuna geçiyorsun. Biri diğerinin negatifi gibi nerdeyse… Bununla ilgili neler söylemek istersin?


Aslında birinin diğerine neden olduğunu söyleyebilirim. İzmir’de öğrencilik yıllarımda fotoğraf çalışmalarım esnasında aynı zamanda bir tiyatronun sahne fotoğrafçılığını yapıyordum ve tiyatroya yakınlaşmamın ilk etkeni bu oldu. İçimde bir ses o sahnede olmam gerektiğini söyleyip duruyordu bana. Şansım yaver gitti ve mezun olduktan sonra Burhaniye’ye döndüğümde BBKT(Burhaniye Belediyesi Kent Tiyatrosu)  ile tanıştım. Kurslarını takip etmeye başladım ve gördüm ki tiyatro yaşamın bir izdüşümü. Tiyatroda çalışırken, hayata, insan karakterlerine ve düşünce yapılarına dair birçok şey öğreniyorum. Bu, fotoğraf çekerken bana yeni bakış açıları kazandırıyor. Ama aynı zamanda fotoğraf çekerken edindiğim deneyimler de oyunculuk serüvenimde yol gösterici olabiliyor kimi zaman. Ben insanların fotoğraflarını çekerken uzağı yakınlaştıran örneğin 70*300 mm tele objektifler kullanmaktansa fotoğrafını çekeceğim kişinin diyalog mesafesinde olmasına özellikle dikkat ederim. Zaten fotoğrafı çekmeden önce bir cümlelik dahi olsa konuşarak bir iletişim kurmak isterim. O insan acı içinde mi, kızgın bir anı mı yaşıyor ya da tam tersi mutlu olmasına neden olmuş bir şey mi var o sırada? Belki bunu yüz ifadesinden anlayabilirim ama o birkaç kelimelik sohbeti yaptığım takdirde yanılgım olamaz. İşte bu çekeceğim kareye bir duygunun yerleşmesine neden oluyor ya da bunun yerleşmesi için çaba gösteriyorum. Ve bir de çektiğim fotoğrafın bende elle tutulur gözle görülür gerçek bir anısının oluşmasını sağlıyor birkaç cümlelik bu diyaloglar. Tabii insanları karelediğim, fotoğraflar için söylüyorum bunu. Uzun bir konu bu bende ama tiyatroyla ilişkilendirmem gerekirse insanlarla fotoğraf çekerken kurduğum bu sözlü iletişim tiyatro için çok gerekli olan insana dair gözlem fırsatlarını çoğaltıyor hayatımda. Yani kısacası iki ayrı sanatın içinde var olmam her ikisi için de artı bir değer yaratıyor.

Ben, hangisi olursa olsun sanatla ilgilenmenin ve daha da iyisi insanda bir sanatçı kimliğinin varlığının Dünya’ya bakışta çok değerli olduğuna inananlardanım. Ama her emek sarf edilen iş gibi bu işin de hayat içinde insanı zora sokan, yoran yanları var elbette. Biraz bunlardan söz edelim mi? Önce oyunculukla başlayalım istersen.

Tabii. Öncelikle bir oyun biranda sahnede izleyicilerin izlediği şekliyle ortaya çıkmıyor. Arka planda aylar süren çalışmalar var. Kâğıt üzerine yazılmış bir takım kelimeleri ve komutları anlamamız, karakterleri yazarın bize aktarmaya çalıştığı biçimde analiz etmemiz, bize ait karakterin diyaloglarını ezberlememiz ve sonra yönetmenimizin talepleri doğrultusunda sahnede hareketlendirmemiz, seslendirmemiz yani tam anlamıyla ete kemiğe büründürmemiz gerekiyor. Bütün bunlar da beraberinde bir özveriyi getiriyor. Bu özveri başka işleri ya da hayata dair başka zevkleri bir kenara bırakarak elimizdeki zamanı oyunculuğa aktarmamız anlamına geliyor. Benim için bu yorucu mu diye düşününce aslında istediğim bir şeyi severek ve içimden geldiği için yaptığımdan yorgunluktan söz etmek pek anlamlı olmayabilir ama evet, çalışırken hem beynim ve hem de bedenim herkesinki gibi yoruluyor elbette.
Bu konuda bir de şunu söyleyebilirim.  Tiyatro bir ekip işi olduğu için etrafında bu işi birlikte yaptığın insanların duygu durumlarını gözleyebilmen gerekiyor. Sonuçta hepimiz insanız. İyi günümüz, kötü günümüz var. Mümkünse herkesin sorunlarını çalışmaya gelirken bir kenara bırakması en doğrusu ama bazen yapılamayabiliyor elbette. O yüzden empatiyi hiç elden bırakmamak gerekiyor bu tür ekip işlerinde. Yani herhangi bir sırada üstüne çok düşünmeden söyleyeceğin bir söz, bir yorum hep birlikte yapılan bir işte sorunlar yaratabilir. Susulması gereken çok zaman oluyor. Ve o sırada susmayı bilmek gerekiyor.  Tabii bunlar insanı geren, yoran şeyler sonuçta.

Yani tiyatro bir anlamda insanlar karşısında sabrı da öğretiyor, insanı bir anlamda olgunlaştırıyor diyebiliriz, öyle mi?

Evet, ben böyle olduğunu düşünüyorum.

Peki, şimdi fotoğraf sanatçılığına dönelim. Fotoğraf sanatçılığı tek başına yapıldığı için daha kolay ya da daha özgür olunabilen bir alan diyebilir miyiz?

Evet, şöyle... Oyunculuk deyince bir metin var, bir yönetmen var, diğer oyuncular var ve oyuncu olan kişi bütün bunlara sıkı sıkıya bağlı. Rolüne elbette kendinden de bir şeyler katıyor ama bütün saydığımız etmenlerin çerçevesinde.  Ama fotoğraf çekerken durum farklı...  Bir makinen ve bir de sen varsın. Yönetmen, senarist, ışıkçı vs. teknik ekip de sensin. Böyle olunca evet, daha özgür, daha doğrusu daha sınırsız olduğun söylenebilir fotoğraf çekerken.

Peki, fotoğrafçılıktan devam edersek; fotoğraf sanatının birden çok alanı var, öyle değil mi? Doğa fotoğrafçılığı, model ve moda fotoğrafçılığı, portre veya nesneler, savaş fotoğrafçılığı ilk anda aklıma gelenler. Bir de set fotoğrafçılığı diye bir kavram var ve sen bir süre önce bu alanda bir çalışmanın bizzat içinde oldun. Çekimleri Ören ve Edremit’te yapılan ve şu sıralar Türkiye’nin birçok yerindeki sinemalarda gösterime girmiş olan Hüddam filminin set fotoğrafçılığını yaptın. Teklif film ekibinden mi geldi? Çekimler esnasında yaşanan enteresan olaylar var mı? Bu deneyiminden söz eder misin biraz?

Aslında hem oyuncuların bir kısmının ve hem de benim ekiple tanışmam BBKT aracılığıyla oldu.  Sonra benim fotoğraf sanatçısı olduğum öğrenilince set fotoğrafçılığı teklif edildi. Benim için güzel bir teklifti doğrusu. Yani manevi açıdan demek istiyorum. Tiyatro ekibindeki arkadaşlarım ordaydı. Fotoğraf çekmeyi ve birlikte bir iş yapmayı, birlikte üretmeyi seven bir insanım ben.
Set fotoğrafçılığı deyince sadece oyuncuların fotoğrafını çekmiyorsun tabii. Orada bulunan ve o film için emek veren bütün teknik ekip, yönetmeni, senaristi kim varsa fotoğrafın konusu oluyor. Yani bir yandan eser ortaya çıkarken o eserin ortaya nasıl çıktığının adım adım tanıklığını yapıyor fotoğraf makinesinin vizörü.  Görüntü yönetmeninin sürekli yanındasın. Bir hikâye filme çekiliyor ve sen de set fotoğrafçısı olarak arka planda o film çekiminin hikâyesini tarihe not düşüyorsun. Harcanan emeği anlayabilirsin sanırım. Çalışma esnasında sen de set fotoğrafçısı olarak sürekli ordasın. Gece yarılarına kadar hatta daha uzun sürebilen zamanlar bunlar. Aynı zamanda çekilen fotoğraflar filmin reklam ve tanıtım çalışmalarında kullanılan en önemli görseller oluyor sonrasında.

Yani pazarlama esnasında kullanılacak görselleri set fotoğrafçısı mı yaratıyor?

Evet, çoğu zaman öyle. Hüddam filmi tamamen bunların üzerinden yola çıkarak bir reklam çizgisi oluşturdu. Özellikle internet ortamındaki tanıtımların nerdeyse tamamında benim çektiğim set fotoğrafları var. Ayrıca bir şey daha eklemek istiyorum. Set fotoğrafçısının çektiği karelerden afiş fotoğrafı da üretilebiliyor. Örneğin yine Hüddam filminin afişi benim çektiğim bir fotoğrafın üzerinde photoshop çalışması yapılarak üretilmiştir. Hatta bu bana sorulmadan yapıldığı için gördüğümde de çok şaşırdığımı ve heyecanlandığımı söylemeliyim.

Keyifli bir şey olsa gerek. Çektiğin fotoğraf bütün bir ülkeye bir afiş vasıtasıyla yayılıyor sonuçta.

Evet, öyle olması gerekirken maalesef o keyfi yaşayamadım ben bu ilk sinema filmi set fotoğrafçılığı deneyimimde.

Niçin? Ne oldu?

Anlatayım mı?

Anlat tabii… Ben sonuçta başta da belirttiğim gibi senin içinde olduğun sanat dallarının özellikle tatsız bölümlerini, bilmediğim arka plan meselelerini anlamaya çalışıyorum bu söyleşiyle. Hatta sonrasında başka sanat dallarının içinde faaliyet gösteren insanlarla da aynı konuda söyleşiler yapmayı düşünüyorum.

Senin de bildiğin gibi iki hafta tüm Türkiye ile birlikte Edremit’te de vizyona girdi film ve heyecanla seyretmeye gittik. Ne olduysa o zaman oldu zaten. Filmin jeneriğinde set fotoğrafçısı olarak adımı göreceğimden emindim. Ama yoktu! Ne jenerikte ve ne de ekipten olmasa da, filme çeşitli katkıları bulunan bazı teşekküre değer bulunmuş kişilerin arasında ismim yoktu. Gerçekten büyük bir hayal kırıklığı oldu benim için. Hatta komik bir şey söyleyeyim. Acaba ben mi göremedim diye filmi ikinci kez izledim. Ama yoktu işte. Durumu nasıl yorumlamam gerektiğini bilmiyorum. Unutmak ya da dalgınlık diye düşünsem teselli olmak bir yana, olayı daha da can sıkıcı bir hale getiriyor.
Yetmezmiş gibi ne basın bildirilerinde, ne internet ortamındaki filmi tanıtan künyelerde, hiçbir yerde benim bu film için bir emek sarf ettiğime dair hiçbir kayıt yok. Onca fotoğrafın kendisi var, yaratılan var ama onları yaratan yok. Püff, uçmuş gitmiş…

Gerçekten can sıkıcı bir durum Ender... Peki, fotoğrafları senin çektiğin kanıtlanabilir mi? Yani şunun için soruyorum bunu. Sanat eserlerinin digital ortamlara aktarılması ve internetle birlikte pek bir güçlükle karşılaşmadan yayılmasıyla birlikte birçok sanat kolunda bu sorun ortaya çıktı. Telif hakkı tamamen hiçe sayılır bir hal aldı. Müzikten, edebiyata, fotoğraftan, sinemaya eser sahipleri büyük bir haksızlığın içine girmiş durumdalar ve ne ülkemizde ve ne de Dünya’da kurallar yasalar oluşturulduysa da, bu işi engelleyecek dişe dokunur bir çözüm üretilemedi henüz. Merak ediyorum, bir fotoğraf sanatçısı “Bu fotoğrafı ben çektim” iddiasında bulunup bunu kanıtlayabilir mi?

Evet, kesinlikle. Exif (exchangeable image file/ değiş-tokuş yapılabilir görüntü dosyası biçimi) dediğimiz dijital bir fotoğrafın özelliklerini, bir anlamda künyesini görebilmenin yolu var. Hangi makineyle, nerede, günün hangi saatinde vs. hepsini bir fotoğrafın üstüne gidip tıklayarak öğrenebilirsin. Makinenin faturalı sahibi de sensen fotoğrafı sen çekmişsin diye kabul edilir.

Peki, bir fotoğraf sanatçısının fotoğrafı izni alınmadan kullanıldığı takdirde ne olur? Hakkınızı aramanın kanuni yolları var mutlaka.

Elbette var. Türk Hukuku’nda sanat eserlerinin ve fotoğrafın telif haklarına ilişkin mevzuat 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda bütün detayıyla yazıyor. Bir fotoğrafın izinsiz kullanılması, çoğaltılması, eser sahibinin yani fotoğrafı çekenin onayı alınmadan üzerinde değişiklikler yapılması ve başka karşılaşılacak sorunların nasıl çözüleceği, yaptırımları hepsi madde madde anlatılmış o kanunda. Hukuki bir hak aramaya girişildiğinde çözüm yolları var tabii. Ama benim bu işteki hayal kırıklığım deminden beri anlatmaya çalıştığım gibi maddi bir beklentinin karşılanmamasından çok, onca zaman ayırdığım ve bir şeyler ürettiğim sürecin yok farz edilmesi, Hüddam filmiyle ilgili hiçbir haberde ya da filmin jeneriğinde adımın geçmemesiyle ilgili.

Evet, aslında birçok ekip çalışmasının ürünü olan sanat eserinde ya da çalışmada ön planda olanlar ve teknik ekip dediğimiz arka planda yer alanlar var. Diziler, sinema, tiyatro, hatta haberler de dâhil olmak üzere çeşitli televizyon programlarında ışık, ses, kameraman, set hazırlayıcıları vb., olmazsa olmaz oldukları halde ismi geçmeyen, tek bir sıfatla teknik ekip deyip geçtiğimiz emekçiler. Zaten oldukça zor koşullarda yaratılan bu tür işlerde, ön planda olanlar yani yönetmen oyuncu senarist gibi ekip üyeleri hiç değilse maddi anlamda bir parça tatmin olabilirken, teknik ekip bildiğim kadarıyla ücretler konusunda da büyük sorunlar yaşıyorlar. Geçenlerde bu konuyla ilgili Devlet Tiyatrosu işçilerinin, yani teknik kadronun Toleyis bünyesinde greve gittiklerine dair bir haber okumuştum.

Evet, biliyorsun aslında biz kentimizde sanatla ilgili işlerimizi üretirken, mesela ben oyunculuk ve fotoğrafçılığımla, mesela sen gazete yazıların ya da kitaplarınla, bütün bu işleri maddi bir getiri için yapmıyoruz. Tatminimiz daha çok alkışlanmakla, okunmakla ya da açtığın bir sergiye gelinmesi, çektiğin fotoğraflar hakkında yorum yapılması gibi şeylerle ilgili. Ama arka plana geçip teknik destek sağladığın bir işte ürettiklerin muhtelif amaçlarla kullanıldığı halde, o işin üretilmesi için tek başına bütün emeğini veren bir kişinin adının yok edilmesi, hiçbir yerde geçmemesi işte bu gerçekten çok yaraladı beni.

Hakikaten kötü bir deneyim olmuş, bir daha başına gelmemesini diliyorum. Peki, fotoğraf ve oyunculuk kişiliğinde ne tür değişiklikler yarattı Ender?

Her ikisi de elbette birçok şey kattı bana. Örneğin, her gün baktığım şeyleri daha da derinlemesine görmemi sağladılar diyebilirim. Zaman içinde ön yargılarım törpülendi. Sadece insanı değil, baktığım her şeyi yansız bir şekilde incelemeyi öğrendim. Bu da o şeyleri gerçeğe en yakın biçimiyle öğrenmemi sağladı. Yine örneğin tiyatronun içinde olmak paylaşmayı öğretti. Diğer insanlarla birlikte çalışıp ortak bir ürün ortaya çıkarmayı öğretti. Üretken olmanın tadına varmak da başka bir keyif tabii.

İlgi duyduğun başka sanat dalları var mı?

Resimle fotoğrafın birçok ortak yönlerinin olması nedeniyle resim hep ilgimi çekmiştir. Resimde hayal dünyanı, olmayan şeyleri ortaya çıkarabiliyorsun ama fotoğrafta olan şeyleri kullanarak olmayan bir şey yaratıyorsun. Fakat resmi yapmaktan daha çok izlemek seyretmek ilgimi çekiyor.

Merak ettiğim bir şey daha var. Hem fotoğrafçılık ve hem de oyunculuk için geçerli olmak üzere büyük şehirde bu faaliyetlerin içinde olmak daha tatmin edici olabilir mi?

Şöyle başlayayım. Geçtiğimiz yıllarda özel bir okulda fotoğraf eğitimi verirken uygulama dersinde bahçeye çıkmıştık ve öğrencilere “Hadi, çekmeye başlayın,” dediğimde öğrencilerden bir tanesi “hocam burada çekilecek bir şey mi var neyi çekeceğiz,” demişlerdi. Ama sonra dönem sonunda ortaya çıkan "İlk Bakış Fotoğraf" sergilerinde yer alan fotoğraflarının büyük bir bölümü o bahçede o gün çekilen fotoğraflarından oluştu.  Bunu anlatma nedenim; tabi ki sanat her yerde yapılır. Büyük kentle küçük bir yerleşim yerinde sanat yapmaktaki fark galiba işin biraz maddi yönüyle ilgili... Eğer ki maddiyat ön planda olacaksa, evet, büyük kentlerde olanaklar çok daha fazla diyebilirim.
 Son bir soru daha. Bu yıla ait olgunlaşmış planların var mı? Hem oyunculukla ilgili ve hem de fotoğraf cephesinde?

Şu günlerde 13 Aralık’ta İzmir’de Taksav’ın düzenlediği Uluslar arası Tiyatro Festivali’nde sahne alacağımız Kuğular Şarkı Söylemez adlı oyunumuzun çalışmaları içindeyiz. Yıl içinde yeni oyunlar da gelecektir muhakkak. Fotoğrafa gelince bir süredir düşüncelerimde kendi fotoğraflarımdan oluşan karma bir sergi var. Bu yıl hayata geçirmeyi istiyorum.

Ender, çok teşekkür ederim. Sanat yaşamın boyunca seninle olsun.

                                                                           Filiz Engin/7Aralık2015