Bu ne böyle? Camlar patlıyor.
Bütün oda cam kırığı… Dolabın kapağı
yıkılıyor üstüme. Aynalar yüzümü mü
kesmiş? Hayır yüzüm kanamıyor. Bu kan ne o zaman? Kıpırdayamıyorum. Ne kadar zaman geçiyor böyle? Yüzlerce yıl
mı? Birkaç saniye mi? Helikopterler
geçiyor tepemizden… Çığlıklar, ağlamalar… Anlamıyorum söylenenleri, ama
derinlerden bir kadın sesi… Ağlamakla konuşmak arası bir şey... Bir hikaye anlatıyor. Binlerce yıl öncesinden
gelip binlerce yıl sonrasını anlatan bir şeyler söylüyor sanki kadın ağlayarak.
Uzaklardan bendir sesleri geliyor belli belirsiz. Yavaş yavaş yaklaşıyor
sesler. Ağır ve acıklı bir ayin başlıyor odanın ortasında. Ölmüş çocuklar var yerlerde. İşte o kadın… Kucağında bir ölü çocuk,
battaniyeye sarılı… Ağıt yakıyor kucağındaki küçük cansız bedene. Elinde bir
sopa... Sopanın ucunda bir beyaz bez… Ağlayarak konuşuyor bilmediğim ama çok sık
duyduğum bir dilde. Çığlıklar yükseliyor arkalardan bir yerden. Dipsiz bir
kuyudan yankılanıyor çığlıklar. Bütün dünya çığlığa kesti bak. Ama ben neden
kıpırdayamıyorum? Kaldırıp atamıyorum üstümden yıkıntıları. Nasıl bu kadar ağır
olabilir ki? Alt tarafı dolap kapağı işte. Kollarım kalkmıyor. Karabasan mı bu?
Uyansam geçer mi?
Sonra,
nasıl oluyorsa çıkıyorum odadan. Her yerim kan revan içinde. Her yerim parça
parça… Bir elim bileğimden kopmuş… Sesler geliyor sokaktan. Koşuşturanlar,
bağıranlar… Siyahlar giymiş kadınlar, erkekler… Kavşağı kapatmışlar. Kabarık, dalgalı saçlı bir kadın izleyenlere
doğru koşuyor. “Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Zayıf bir adam kavşağın diğer ucunda
biriken kalabalığa yöneliyor, her birinin ellerine tek tek dokunarak bağırıyor,
“Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Birden, bütün kavşak siyah giymiş kadınlarla, adamlarla
doluyor. Etraflarında halkalanmış izleyen kadınlara ve adamlara tek tek dokunup
bağırıyorlar, “Ölüyorlar… Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Balkonlardan bakıyor herkes.
Çamaşır seren bir kadın “Ölüyorlar” çığlıklarına şöyle bir bakıp, işine
dönüyor. Seleden bir yastık kılıfı alıp mandallıyor çamaşır teline. Bir çorap
teki düşüyor yastık kılıfının içinden yere. Söyleniyor kadın. Üst kattaki balkonda sigara içiyor bir adam.
Sandalyesinden kalkıp, balkon demirlerine dayanıyor. Uzun uzun bakıyor kavşakta
olan bitene. İzmariti öfkeyle fırlatıyor üzerlerine. Kalabalığın arasında bir
yerlere düşüyor izmarit. Dumanını görüyorum. Kamyon lastiği yakmışsın sanki.
Kapkara çıkıyor izmaritin dumanı. Karabasan mı bu? Uyanamıyorum. Biliyorum, uyansam geçecek. Dan
diye çarpıp balkon kapısını, içeri giriyor emekli öğretmen. Perdeyi öyle öfkeyle çekiyor ki, halkaların kornişte
çıkardığı ses yayılıyor şehrin üstüne. Ağlamakla konuşmak arası gidip gelen
kadının sesi karışıyor kornişin sesine. Balkonunda donup kalıyor bir genç
kadın. Kilim silkeliyordu az önce. “Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Ağlıyor mu ne? Kimseler görmesin istiyor ağladığını ama. Kilimi atıp balkon demirlerine, elleriyle
kapatıyor yüzünü. Ellerinin tozu gözünün yaşına karışıyor. Kapkara oluyor
kadının yüzü. Gözlerini göremiyorum. En üst kattan bir adam, uzatmış çirkin,
şişman, yağlı suratını sokağa ve öfkeden pancar gibi kızarmış, gözlerini belerterek bağırıyor kavşakta
toplananlara. Ne dediğini duymuyorum. Öyle çirkin, öyle çirkef ki, ağzını her
açışında ceset kurtları saçıyor tükürük yerine ve aynı sebepten, duymuyorum ne dediğini. Daha demincek koşuşturup çığlıklar atan
adamlar ve kadınlar yerde yatıyorlar. Kavşakta sesler kesiliyor sonra. Sinek
uçsa duyarsın. Çıt yok. Arabalar, çocuklar, rüzgar… Duruyor hepsi birden. Ah! Biliyorum, uyansam bitecek. Uyanamıyorum.
Kavşakta buluyorum kendimi. Güneş
battı batacak. Sararıyor dünya. Gölgeler upuzun. Yerde yatanların nabızlarına
bakıyor birisi. Önce kabarık saçlı kadının
bileğini tutuyor. Bütün dünyayı kaplıyor ses. Koca şehir, dev bir kalp gibi
atıyor. Bırakınca bileği, ses kesiliyor. Biliyorum bu bir karabasan. O
halde ben de yapabilirim. Rüyada doktor olabilirim. Saçlarımın yarısı kıpkırmızı ve kıvırcık. Beyaz bir giysi var üzerimde. Galiba doktorum. Bir diğerinin bileğinde parmaklarım. Nabzımla
aynı şiddette atıyor nabzı. Kalplerimizin sesi kaplıyor yine her yeri. Güm…
Güm… Güm… İzleyenlerin arasından insanlar geliyor yanımıza. Her biri yerde
yatanlardan birinin bileğini tutuyor. Birden, bütün dünya kavşak oluyor. Yerde
yatanlar ve yerde yatanların bileğini tutanlar… Dünya kalp atışına
kesiyor. Evreni kaplıyor… Sağır ediyor
kulakları. Güm…Güm… Güm…
Barut kokuyor hava. Fesleğen
dikiyorum saksılara. Balkon fesleğen doluyor. Ama barut daha çok kokuyor
fesleğenden. Daha çok fesleğen dikiyorum. Sokağın başında kocaman, ağır, tahta
bir kapı yavaş yavaş açılıyor. Bir
dengbej beliriyor kapının önünde. Ağır ağır geçiyor sokaktan, telaşsız.
Arkasında koşuşturan ölü çocuklar… O çok sık duyduğum ama bilmediğim dilde
anlatıyor. Ağlıyor da galiba. Bu sefer
anlıyorum bilmediğim bu dili. “Yok edemezsin kokuyu, insanların yerine gömmezsen
barutu…” Ben ne zaman öğrendim
Kürtçeyi? “Rüya bu” diyor annem,
“rüyanda öğrenir, uyanınca yaparsın öğrendiğin her şeyi.” Her şeyi mi? “Evet,
her şeyi” diyor. Annem tarhana pişiriyor. Biliyor, iyileşirim tarhanayla. Aniden,
volkan gibi püskürüyor tarhana. Dere olup sokağa akıyor köpük köpük. “Ama
taşıyor?” “Taşsın” diyor annem, “ herkese yetmez taşmazsa.” Canım yanıyor.
Öleceğim acıdan. “Anne, kaldır şu dolap kapağını üzerimden.” “Yapamam” diyor.
“Karabasan bu. Uyanmalısın.” Uyanamıyorum. Aklımdan deli şeyler geçiyor. Tam şu
anda ölsem mesela… Kopmuş film şeridi gibi, makarada dönüp durur mu rüya? 20 Aralık 2015
harikasın Filizcim...Kalemine sağlık...
YanıtlaSil