Su Mavisi Kumaş-Filiz Engin


Sınırlar geçiyorum. Üzerimde taşıdığım su mavisi kumaşın, ardım sıra uzanan görünmez kuyruğunu sürükleyerek geliyorum. Kuyruğun her yanında yıllardır birikmiş yükler asılı. O yükü taşıyor, ben onu… Günlerdir yoldayız. Dünyayı benden beni dünyadan ayıran bu kumaşın gözlerimin önündeki el kadar penceresinden görebildiğim; gri bir yılana benzeyen ve sonsuzluğa uzarmışçasına bitmek bilmeyen bir yol sadece. Tenimden yükselen ve her yanıma sinmiş mide bulandırıcı kokuya da yabancıyım artık, hissetmiyorum. Yorgunluk ne kelime, çöldeki devenin susuzluktan çatladığı an gibi, her an dizlerimin üstüne çökebilir ve yok olmaya bırakabilirim kendimi.

Kurumuş ve cinsiyeti olmayan kan lekeleri var kumaşın birçok yerinde. Şaşkınlığı yüzünde donup kalmış çocuk kafaları, kopmuş bacaklar, yerinden oyularak çıkartılmış yürekler var kıvrımlarında… Takma bacaklar da var. Fakat uzaktan fark edilmiyor.  “Yağmur yağsa keşke,” diyorum içimden. Bozkırın sessizliğini delen gürültülü uçaklarla, gökyüzünden dünya yardımı olarak gelen ve daha önce hiç görmediğim takma bacağa ne kadar sevindiğim düşüyor aklıma!

“Son sınırı geçtik,” diyorlar. Başım zonkluyor. Düş içindeymişim gibi bulanık bütün görüntüler. Bir köprünün üzerindeyiz, gökyüzü iyice alçalmış. Öğle vakti olmasına rağmen gün doğumu karanlığındayım. “Durabilir miyiz burada?” diyorum. Ses etmeden frene basıyor sürücü. Bana yardım edenlerden biri kapıyı açıyor. Dışarı çıkıyorum. Önce bir bacağım, sonra yavaşça diğer bacağım onun yanına… Oldukça yüksek bir köprü bu…  Korkuluklarına dayanıyorum, aşağıya bakıyorum. Tanımadığım bir nehir köpükler saçarak gürüldüyor orada… Tanımamamın ne önemi var ki?

Yağmurun habercisi ilk damlaları fark ediyorum o sırada.  Sanki yeniden bir çocuk doğuracakmış gibi hissediyorum kendimi. Karnımın içinde bir şeyler kıpırdıyor sanki. Dedim ya düşte gibiyim, pek farkında olmadan gidiyor elim başımın üstüne. Kumaşı ve ağırlığını avuçluyorum, sıkıyorum. Yavaşça geriye doğru sıyırıyorum onu. Ve tam yüzüm ortaya çıktığında bir yağmur damlası gelip yanağıma dokunuyor. O dokunur dokunmaz önce yüzüme, sonra bütün vücuduma yayılan tertemiz bir serinlikle kuşanıyorum. Hayır, ağlamayacağım. Eğer ağlarsam damlayı hissetmemi engeller gözyaşım. Gözlerim kapalı… Artık hızlanmaya başlayan yağmurun, saçlarıma, ellerime, boynuma, gözlerime dokunuşuna bırakıyorum kendimi… 

Nice sonra gözlerimi açtığımda elimde evirip çevirdiğim su mavisi rengindeki burkama gidiyor bakışlarım. Burkam mı?  Niye ‘benim’ burkam ki? “Hayır,” diye mırıldanıyorum başımı sağa sola sallayarak. Fikir değiştirmekten korkarcasına ani bir hareketle, hiçbir sahile vurmamasını dileyerek boşluğa bırakıyorum onu. Bir süre salınıyor havada.

Ardından, onca ağırlığa dayanamayıp aşağıya doğru düşmeye başlıyor. Nehir köpüklerinin içine alıyor onu.  Dur durak bilmeyen sularında önce ince bir çizgiye dönüştürüyor ve sonra yok ediyor.
                                                                                                                   
                                                                                              FİLİZ ENGİN/2012                                    








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder