Sınırlar geçiyorum. Üzerimde taşıdığım su
mavisi kumaşın, ardım sıra uzanan görünmez kuyruğunu sürükleyerek geliyorum.
Kuyruğun her yanında yıllardır birikmiş yükler asılı. O yükü taşıyor, ben onu…
Günlerdir yoldayız. Dünyayı benden beni dünyadan ayıran bu kumaşın gözlerimin
önündeki el kadar penceresinden görebildiğim; gri bir yılana benzeyen ve
sonsuzluğa uzarmışçasına bitmek bilmeyen bir yol sadece. Tenimden yükselen ve
her yanıma sinmiş mide bulandırıcı kokuya da yabancıyım artık, hissetmiyorum.
Yorgunluk ne kelime, çöldeki devenin susuzluktan çatladığı an gibi, her an
dizlerimin üstüne çökebilir ve yok olmaya bırakabilirim kendimi.
Kurumuş ve cinsiyeti olmayan kan lekeleri var
kumaşın birçok yerinde. Şaşkınlığı yüzünde donup kalmış çocuk kafaları, kopmuş
bacaklar, yerinden oyularak çıkartılmış yürekler var kıvrımlarında… Takma
bacaklar da var. Fakat uzaktan fark edilmiyor.
“Yağmur yağsa keşke,” diyorum içimden. Bozkırın sessizliğini delen gürültülü
uçaklarla, gökyüzünden dünya yardımı olarak gelen ve daha önce hiç görmediğim
takma bacağa ne kadar sevindiğim düşüyor aklıma!
“Son sınırı geçtik,” diyorlar. Başım zonkluyor.
Düş içindeymişim gibi bulanık bütün görüntüler. Bir köprünün üzerindeyiz,
gökyüzü iyice alçalmış. Öğle vakti olmasına rağmen gün doğumu karanlığındayım.
“Durabilir miyiz burada?” diyorum. Ses etmeden frene basıyor sürücü. Bana
yardım edenlerden biri kapıyı açıyor. Dışarı çıkıyorum. Önce bir bacağım, sonra
yavaşça diğer bacağım onun yanına… Oldukça yüksek bir köprü bu… Korkuluklarına dayanıyorum, aşağıya
bakıyorum. Tanımadığım bir nehir köpükler saçarak gürüldüyor orada… Tanımamamın
ne önemi var ki?
Yağmurun habercisi ilk damlaları fark ediyorum
o sırada. Sanki yeniden bir çocuk
doğuracakmış gibi hissediyorum kendimi. Karnımın içinde bir şeyler kıpırdıyor
sanki. Dedim ya düşte gibiyim, pek farkında olmadan gidiyor elim başımın
üstüne. Kumaşı ve ağırlığını avuçluyorum, sıkıyorum. Yavaşça geriye doğru
sıyırıyorum onu. Ve tam yüzüm ortaya çıktığında bir yağmur damlası gelip
yanağıma dokunuyor. O dokunur dokunmaz önce yüzüme, sonra bütün vücuduma
yayılan tertemiz bir serinlikle kuşanıyorum. Hayır, ağlamayacağım. Eğer
ağlarsam damlayı hissetmemi engeller gözyaşım. Gözlerim kapalı… Artık
hızlanmaya başlayan yağmurun, saçlarıma, ellerime, boynuma, gözlerime
dokunuşuna bırakıyorum kendimi…
Nice sonra gözlerimi açtığımda elimde evirip
çevirdiğim su mavisi rengindeki burkama gidiyor bakışlarım. Burkam mı? Niye ‘benim’ burkam ki? “Hayır,” diye
mırıldanıyorum başımı sağa sola sallayarak. Fikir değiştirmekten korkarcasına
ani bir hareketle, hiçbir sahile vurmamasını dileyerek boşluğa bırakıyorum onu.
Bir süre salınıyor havada.
Ardından, onca ağırlığa dayanamayıp aşağıya
doğru düşmeye başlıyor. Nehir köpüklerinin içine alıyor onu. Dur durak bilmeyen sularında önce ince bir
çizgiye dönüştürüyor ve sonra yok ediyor.
FİLİZ
ENGİN/2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder