
Büyüyüp delikanlı olduğunda lakabı da
değişmişti. Köylüler başı yerde Ali diyorlardı artık ona. Anası pek bi sevmişti
bu lakabı. Adam dediğin böyle olurdu işte.
“Namusundan başını yerden galdırmıyo.
Garıya gıza gözünü dikip bakmaz Ali’m. Deligöz mü benim oğlum?” Tamam, gözleri
felfecir okumazdı, doğruydu da, başının yerde olması daha çok, kimseyle
konuşmak zorunda kalmak istememesindendi. Ya biri kalkar da hal hatır sorarsa?
Ya birilerine bir şeyler söylemesi gerekirse? Susup yoluna devam etmek varken… O
incecik sesiyle… Birkaç aydır farklıydı
ama. O sessiz, o içine kapanık Ali gitmiş, neşeli, hevesli, tanıdık tanımadık herkese selam verip hal
hatır soran birisi gelmişti. Günlerce sakalını kesmez, saçını taramazken birkaç
aydır her gün tıraş oluyor, üstüne başına dikkat ediyordu. “Ah be güzel anam,
düzgün yap şu ütüyü. Yine iki çizgi
yapmışsın tişörtün koluna.” Yazın
cehennem sıcağında bile, babası gibi
uzun kollu gömlekten başka bir şey giymezken, televizyon dizilerindeki
gençler gibi giyinmeye başlamıştı. Kot pantolonlar, üstüne yapışan tişörtler,
spor ayakkabılar…
Bu
gün çok daha farklıydı. Her şey bir saat kadar önce başlamıştı. Elinden
düşürmediği cep telefonundan füfüfüyt diye ıslık sesini duyup ekranına bakınca
gözleri parlamıştı. Mutfağa koşup bir cezve su ısıttı. Avludaki ayağı sallanan masanın üstüne boydan
boya çatlamış, insanın yarısını başka, yarısını başka gösteren aynayı
dikkatlice yerleştirdi. Suratını köpürttü. Çocuk gibi neşeli çıktı sesi, “Ana
bak noyel babaya benzedim…” Yaşlı kadın
işlediği etamin yatak örtüsünden başını kaldırıp, gözlerini kısıp, suratı köpük
köpük beyaza kesmiş oğluna baktı, “O kim ülen?”
“Hani Amerikalıların va ya ak sakallı dedesi, yılbaşılanda sırtında
çuvallan geziyo, o işte.” Uzun bir “Töbe
estağfirullah” çekti anası. “Ülen töbe de. Adam gibi birine benze bari. Elin
gavuru…” Babasının annesiyle şakalaşmalarını taklit etmeyi severdi Ali. Tıpkı babası gibi
yan yan baktı annesine, “Hadi gocagarı, dırdır etme de işle bitir elindekini.
Gelin getircem sana, ona verirsin çeyiz diye”
Başını dizindeki saman sarısı kumaşa eğip işlemeye devam etti kadın.
Renk renk güllerle beziyordu kumaşı.
“Yoook orda dur bakam Ali efendi” dedi. “Bu karyola örtüsü benim. Kimselere
vermem. Gelin hanım işlesin kendi örtüsünü.” Çenesinin altından tıraş bıçağını dikkatle geçirdi Ali. Aynada şöyle
bir baktı kendisine. Sinek konmaya
cesaret edemeyecekti suratına. Muslukta serin serin sular çarptı yüzüne. Saçlarını
ıslatıp jöleler sürdü, kirpi gibi, dik dik yaptı saçlarını. Anasının yanıbaşına
oturup dirseğiyle dürttü kadını, “Gız senin karyolan mı va da örtüsünü işliyon?
Verirsin gelincazına, sevinir garip.” Ciddileşti kadın, “Örtüyü veren Allah
karyolasını da verir belki, sen ne garışıyon Allah’ın işine?”
Telefonunun ekranını tişörtünde gezdirip
pırıl pırıl yaptı Ali. Amcaoğlunun numarasını çevirip bekledi. Amca oğlu
sinirli açtı telefonu. “Ne va len? Ne zırlatıp duruyon sabah sabah?” Ali uçuyordu sevinçten. “ Sağdıç” dedi pür
neşe. “Hazır ol, bu akşam gidiyoz.” Ali’nin neşesi amca oğluna geçti. “Hakkat mi
len? Bu akşam mı?” “He len bu akşam.” “Kaçta?” “Yatsıdan sonra, gavede bekle
beni.” Vakit geçmek bilmedi. Kabına
sığamadı Ali. Kahveden eve, evden amca oğlunun dükkâna, dükkândan kahveye… Kaç
tur attı Allah bilir. Gözü telefonda, aklı gece olacaklarda…
Aynı telaşı, aynı heyecanı yaşayan biri
daha vardı. İsmet’in Memet… Köyün sessiz
sakin delikanlısıydı Memet. Tıpkı Ali gibi… Sorulmazsa söylemez, görülmezse
görmezdi. Aslında kimseyi görmezdi. Bir tek
Meseret. Varsa yoksa Meseret. Çocukluğundan tutkundu kara kaşlı kara
gözlü, baygın bakışlı komşu kızına. Sonunda geçen yıl bu günlerde, nasıl
olduysa, bir bayram sabahı bir gofret tutuşturdu Memet, Meseret’in eline. Kız
hafif kikirdeyip evine kaçtı. Bahçe kapısını kapatırken Memet’e bakıp
”görüşürüz” dedi. Havalara uçtu Memet. “Ah ulan” diye geçirdi içinden, ilçeye
kadar gitmişken, pastaneden yaptırsaydı
ya bi kutu çikolata. Şöyle şıkır şıkır, parlak kağıtlara sarılı olanlarından…
“Neyse” dedi. “Söz kesmeye giderken artık… Bi demet kırmızı gül, bi kutu da
çikolata...” O akşam Meseret, Memet’e arkadaşlık isteği gönderdi feysbuktan.
Memet gözlerine inanamadı. Elleri titredi sevinçten.
Akşamı zor etti Memet. Arabayı yıkadı
pırıl pırıl yaptı.. Külüstür falan ama, bak işte nasıl işe yarayacaktı bu
akşam. Kalacakları yeri ayarlamıştı iki gün önceden. İlçeye, ablasının evine
götürecekti Meseret’i. “Babam hocanın oğluna verecek beni Memet’im. Kaçalım”
dediğinde, bir an bile düşünmedi Memet. “Sen ne zaman dersen…” dedi. “Ne zaman
istersen…” Ortalık durulunça çıkar gelirler, af dilerler, her şey yoluna
girerdi nasıl olsa.
Camiden çıkan yaşlılar dağılıp evlerine gidince gençler
kaldı kahvede. Ali, kahvenin puslu kirli aynasında bir kez daha baktı kendine.
Saçlar kalıp gibiydi. Neyse ki tişört siyahtı da üstüne damlayan çayın lekesi
belli olmuyordu. Füfüfüyt… Bir ıslık daha çınlattı telefon. Amcaoğluydu,
“Gavenin köşedeyim. Bekliyom.” Fırladı çıktı Ali kahveden. Amcaoğlunun yanına
oturdu. Bastılar gaza. “Nereye?” diye sordu amcaoğlu. “Okulun arkasında
bekleycek” dedi Ali. Okulun arkasına park edip beklemeye başladılar. Köyün bir
ucundaydı okul. Bir kaç ev, bir kaç
hayvan damı, o kadar… O saatte gelen geçen de olmazdı. Bir iki adam, konuşa
konuşa geçip gitti yanlarından. Saat gelmiş çoktan geçmişti, ama kız hâlâ yoktu
ortalıkta. Amcaoğlu beklemekten sıkılmış, oflayıp öfleyip duruyordu. “Sadıç, sen iyi anladın mı? Bugün mü kaçırcaz
kızı?” Ali telefondaki mesajı açıp amacaoğluna okuttu. “Al kendin bak, ne
diyo?” Amca oğlu ekrana baktı. “Feysbukta kahve keyfi fotorafı koyarsam anla, o
akşam kaçcez” diyordu Meseret mesajında. Feysbuku açtı Ali. Fotoğrafta
Meseret’le komşu kızları toplaşmış, kahve içiyorlardı. “ Komşu candır. Bahçede
kahve keyfi…” Ali defalarca aradı
Meseret’i. Aradığı numaraya ulaşılamıyordu. Belli ki evden çıkamamıştı
kızcağız. Belki de babasına yakalanmıştı. Beklemekten vaz geçip, Meseret’in
evinin önünden ağır ağır geçip, evlerine döndüler. Ortalık sakindi. Yolda,
dikiş nakış kursunun yanında Memet’in arabayı gördüler. Memet sigarasını
yakmış, arabada Orhan Gencebay’ı dinliyordu. “Efkar basmış belli” deyip
seslenmeden devam ettiler.
Memet delirecekti. Telefonun ışığı
aydınlattı öfkeden kırmızıya kesmiş yüzünü. Mesaja baktı bir kez daha.
“Feysbukta kahve keyfi fotorafı koyarsam anla, o akşam kaçcez” Feysbuka baktı
emin olmak için. Fotoğraf kabak gibi duruyordu Meseret’in duvarında. Daha bu sabah
paylaşılmıştı, “ Komşu candır. Bahçede kahve keyfi…” Eee, tamamdı işte, kahve keyfi vardı da kız
neredeydi ? Çıkamadı evden, diye düşündü. Meseret’i defalarca aradı, ulaşamadı. Çaresiz eve döndü.
Ertesi sabah köyde yer yerinden oynadı.
Jandarmaya koştu Meseret’in babası. “Kızım kayıp, kaçırıldı zaar…” Çok geçmeden
sus pus evine döndü adam. Meseret köyü allak bullak edecek bir fotoğraf
paylaşmıştı feysbuktan. Osman’la ikisi, yanak yanağa, ilçenin parkında oturmuş
kahve içiyorlardı keyifle. “Aşkımla kahve keyfi. Aşk candır, gerisi
heyecandır.” 10.05.2016 SONSUZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder