ÖYKÜ- Önce Temizlemeli Ortalığı/2- Filiz Sonsuz

             Kendini denizden tutup çıkarmak… Denizde çırpınıyor gibi miydi hali? Kaybolmuştu. Hayatındaki onca gereksiz, kendine ait olmayan şeyin arasında kaybolup gitmişti. Zamanla edinip kendine eklediği her şeyin sırtına vurduğu bir yük olduğunu anlaması için onca yükün arasında kendisini arayıp bulamaması gerekiyordu demek.  Kocası “yürütemiyorum, ayrılalım” dediğinde, ilk kez durup “kimim ben” diye sormuştu kendine. Dünyasındaki en önemli taş yerinden oynayınca dünya başına çökmüştü.  “Bu muyum ben? Dünyam,  bir fiskeyle üstüme göçecek kadar kâğıttan mıydı ?” Ressamı anımsadı yine. İnsanı güçlü yapan dünyasının yalınlığı mıydı? Hiç bir şeye ve hiç kimseye dayanmadan yaşayabilirse her yerde yaşayabileceğini düşündü.  

              Kaybolup gitmesi kuşatılmışlıktan, sıkıştırılmışlıktan, hapsedilmişliktendi. Gönüllü dalıp gittiği dünyanın, gitgide özünü eritip yok ettiğini fark ettiğinde,  hayata, arkadaşlarına, kuaförüne, kocasına, mobilyalarına,  kredi kartlarına,  alışkanlıklarına ve aslında kendisini oluşturduğunu sandığı parçaların hepsine esir yaşadığını da fark etti. Bir zamanlar, bunlardan birinin bile yokluğunda yaşayamayacağına, insan içine çıkamayacağına öyle inanmış öyle inandırılmıştı ki, var olmak onlarla mümkün gibiydi. Ama vardı işte. Burada, kimsenin kendisini tanımadığı bu küçücük ilçede, küçücük ilçenin kısacık sokaklarında, yalın ve kendisiyle baş başa yürüyebiliyordu. Vazgeçemeyeceğini sandığı her şeyden arınmış olarak… Öyle hafif, öyle sıradan ve öyle kendisiydi ki, okyanustaki su damlası gibiydi. Tek başına da suydu, kalabalıkta da su… Kimse farkında bile değildi ortalıkta dolandığının. Yoldan geçen kadınlara elindeki listeyi gösterip, listedekileri nereden satın alabileceğini sorana kadar da kimse fark etmedi onu. Kadınlar dükkânı tarif ettiler. Yakınmış, köşeyi dönüp halıcıyı geçince hemen oradaymış. Zaten hemen görürmüş dükkânı. Kaldırımda döşeme muşambaları, naftalin kutuları dururmuş. Listedeki her şeyi oradan alabilirmiş.

                 Sağlı sollu küçük dükkânlarla dolu caddede vitrinlere baka baka yürüdü. Bir arkadaşı, biraz da büyük şehir insanı şımarıklığıyla Mecburiyet Caddesi derdi küçük ilçelerin ana caddelerine. Yanlış da sayılmazdı. Acemice düzenlenmiş vitrinleri, kaldırıma taşmış kahvehaneleri, ağır yemek kokulu lokantaları ile neredeyse tek sosyalleşme ve alış veriş mekânıydı “Mecburiyet Caddeleri”.  İlçedeki tek kırtasiyenin vitrini ne kadar da unutulmuş görünüyordu. Güneşten rengi atmış ambalaj kâğıtlarının üzerinde tozlanmış kalem kutuları, küreler, okul çantaları, mataralar… Kuaförün camında “Elvan Güzellik Salonu” yazıyordu. İki müşteri koltuğuyla bir iki de sandalyenin zar zor sığdığı bir yerdi “Güzellik Salonu”. Ve yan yana sıralanmış tuhafiyeler, terziler, berberler… Köşeyi dönünce hemen gördü aradığı yeri. Dükkânın önünde içi mandallarla, naftalinle, küçük mobilya tekerlekleriyle dolu kutular duruyordu. Döşeme muşambaları, mangal kömürü çuvalının yanında dikiliydi. Loş ve küçük dükkâna girdiğinde nerede duracağını bilemedi. İçerisi kalabalıktı. Tezgâhın arkasında iki yaşlı adam, kalabalığın isteklerini sırayla, şaşırmadan, telaşsız veriyor, parayı alıyor, para üstünü neredeyse hiç hesap yapmadan uzatıyordu müşterilere. Dükkân boşalıp sıra ona geldiğinde dükkândaki sakin, ağır, ama aksamayan işleyişe ve bu küçücük dükkânda her şeyin bulunabilmesine şaşırmış, bakıyordu. Yaşlı adam listeye bakıp,  raflardan birinden aldığı kutudan karabiberi çıkardı. Yüz gram karabiber tarttı. Kahve değirmenini çalıştırıp ikiyüzelli gram kahve çekti. Dükkânın arkasındaki bölmeden fare zehirini, böcek ilacını getirdi. Tezgâhın altındaki bir başka kutudan bir avuç cam çivisini kâğıda sardı. Resimli namaz hocalarının, dua kitaplarının altındaki çekmeceden, büyük bir külaha perde halkası doldurdu. Yaşlı adam, elinde tahta metre ile kiraz desenli raf naylonunu ölçerken, o dükkânın bir köşesine sıralanmış eski dikiş makinelerini gördü. Annesinin günler geceler boyu dikiş makinesinin başında müşterilerin siparişlerini yetiştirişini anımsadı. Üniversiteyi o makinenin kazancıyla bitirişini düşündü. İçinden bir şeyler eriyip gitti. Küçücük evlerindeki hiç susmayan makinenin, insanı usandıran, uyutan, tekdüze sesini duyar gibi oldu. Dikiş bilmiyordu. Yine de, makineler satılık mı, diye sordu. Tamir ediyorum, dedi adam. “Ama biri satılık…  Alacaksan 25 milyona bırakırım.” 

                     Ablası telefonda ağlıyordu. “Delirdin galiba”  dedi. “ Ne demek gelmeyeceğim. Tek boşanan sen misin, topla kendini. İşin ne olacak? Telefonun neden kapalı? Bari sesini duyayım.”  Onca soruyu telefonda yanıtlamak güçtü. Sadece “bir süre daha buradayım” dedi “belki kışa…”  “ Ne demek belki kışa? Madem sen gelmiyorsun, hafta sonu biz geliyoruz oraya.”   Kimseyi istemediğini, biraz daha yalnız kalması gerektiğini zor da olsa anlatabildi ablasına.

                     Postaneden çıktığında yağmur çiseliyordu. Sıcaktan kavrulmuş toprağa düşen damlalar buhar olup uçarken toprağın kokusunu da uçuruyordu.  Toprak kokusunu içine çekti. Geldiği yere de yağardı yağmur; ama toprak böyle kokmazdı sanki. Dönerken yağmur hızlandı. Aldıklarını eve bırakıp sahile gitti.  Yağmurun denize yağışını hiç görmemişti. Damlaları, damlaların yaydığı halkacıkları görmeliydi. Denize düşse bu kadar ıslanırdı. Saçlarından sular akıyordu. Ayakkabılarıyla yürüdü, girdi denize. Üç beş adım gidip,  durdu.  Hiçbir zaman çocukları olamayacağını,  böyle yağmurlu bir günde öğrenmişti. Testlerin sonucunu aldıklarında kocası “ tamam o zaman, ben büroya dönüyorum, akşam görüşürüz ”  demişti. Hepsi bu… Bu konuyu bir daha hiç konuşmadıklarını anımsadı. Aslında bir sürü şeyi hiç konuşmadıklarını…  Her şey olması gerektiği gibi sürüp gidiyormuş da sorgulanamayacak kadar mükemmelmiş gibi…  Oysa doktordan çıktıklarında ağlamak, bağırmak, bir şeyleri yumruklamak, sarhoş olmak istiyordu. Bunları ancak kendisi kadar isteyen biriyle yapabileceğinden yağmurda yürümekle yetinmişti. Yağmurda yürürken de sarhoş olunabileceğini o gün öğrenmişti. Yağmurda yürürken rahatça ağlayabileceğini… Saçlarından akıp giden yağmurun ruhundaki yükü azıcık da olsa alıp götürebileceğini… Yağmur aynı şeyi yine yapmıştı işte. İçinde nefrete, acıya, kuşkuya ve boşluğa dair ne kaldıysa alıp denize akıtmıştı. Eve döndüğünde toprak ve taze nane kokuyordu dünya.

                 Sabah uyanır uyanmaz, ekmeğin arasına biraz peynir, domates sıkıştırıp, bahçeye çıktı.  Sabaha kadar yağan yağmur, bahçede küçücük bir göl oluşturmuştu. Güneş, yapraklardan süzülen her bir damlada çoğalıp ışıyordu. Çalıların, otların üzerinde yüzlerce damlacık parlıyordu. Bahçeye binlerce küçücük cam küre serpilmiş gibiydi.  Bahçe duvarından dışarıya, tek sıra olmuş, bir şeyler taşıyıp duran karıncaları gördü. Ne de telaşlıydılar. Birden, nereden geldiği anlaşılmaz bir rüzgâr esti. Bahçedeki iğde ağacından bir serçe sürüsü kaçıştı. Etrafındaki her şeyi ilk kez görüyormuş gibiydi. Keşke yanında bir fotoğraf makinesi olsaydı. Haftalarca gitmişti fotoğrafçılık kurslarına. Sonra ne olduysa, belki de fotoğrafını çekmeye değer bir şey bulamadığından,  makinenin yerini bile unutmuştu. Yeni bir fotoğraf makinesi almaya karar verdi. Yıllardır kaçırdığı ayrıntıları tek tek bulup yakalamalı, yakaladığı her bir ayrıntıyla yeniden çoğalıp, en baştan başlamalıydı. Bahçe kapısında tuvali, fırçalarıyla ressam göründü. “Bahçeyi temizleyecekseniz biraz kurumasını bekleyin” dedi. “Sonra ben de size yardım ederim.” Gidiyordu, geri döndü.“ Akşamüzeri balığa çıkacağım. İsterseniz siz de gelin.” Bu adamla her karşılaşma, her konuşma ayrı bir şaşkınlıktı. Kimdi bu adam? Ressam mı, psikolog mu, mesafeli mi, dost mu, çokbilmişin teki mi?  Kim?  “Tamam, çıkarız” dedi.

               Koyu baştanbaşa dolanıp eski bir iskeleye geldiler. Tahtaları gıcırdıyordu. Korka korka attı adımlarını. “Korkmayın” dedi adam. “Eski gibi görünüyor ama sağlamdır.” Oltaları atıp beklemeye başladılar. Kadın fotoğraf planından söz etmek istedi. Çok konuşup adamı sıkmaktan korkar gibi kısık bir sesle, “ bir fotoğraf makinesi almak istiyorum” dedi. “Öyle mi” dedi adam, “neyin fotoğrafını çekeceksiniz?” “Her şeyi” dedi kadın. Kendisiyle konuşur gibiydi. “Yıllardır ıskaladığım her şeyi… Yavaş yavaş fark ediyorum neleri göremediğimi, neden göremediğimi. Ve öğreniyorum nasıl bakıp nasıl göreceğimi.”  “İyi” dedi adam. “Bunu görebilmek, yaşamaya karar vermek demektir. Demek karar verdiniz yaşamaya. Öyleyse hemen başlayın. Yaz bitmek üzere. ”  “Acelem yok” dedi kadın. “Ben artık buradayım”.
                
                                                                                                                                                                                                   FİLİZ SONSUZ             
  
  *Resim Ertuğrul Gülümser’e aittir.

                                   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder