Nar Taneli Hikaye- Filiz Sonsuz

               Temmuz’un ortalarıydı ve az önce batan güneş, sıcağını caddelerin asfaltına, apartmanların yüksek duvarlarına bırakıp  gitmişti. Asla hafif bir şeylerle geçiştiremediği akşam yemeğinin ardından ağırlık çökmüş, sıcağın da etkisiyle klimanın karşısında uyuyuvermek istemişti. Ne var ki Sevgi’yle randevulaşmıştı. Dokuz buçuk gibi  iskelede, standlarda buluşacaklardı. Mümkün olan en hafif, en ince  elbisesini  üstüne geçirip çıktı sokağa. Evde unuttuğu telefonunu almak için geri dönmeseydi yetişecekti demek ki. Köşeyi dönünce gördü dolmuşun geçip gittiğini. Cayır cayır sıcakta yirmi dakika sonra gelecek bir sonraki dolmuşu beklemek demekti bu. Durakta bekleyen birkaç kadını gördü. Bir tanesini bir yerlerden tanıyor gibiydi. Hastaneden mi ? Geçen sene acilde çalıştığı günlerde  iki günde bir panik atak krizine giren ama kalp krizi geçirdiğini iddia eden kadına da benziyordu. Çıkaramadı.  Selam kelam faslına girmek istemedi canı. Ne laf anlatacak, ne dert dinleyecek hali vardı. Hemşire olduğunu bile unutmak istediği günlerden biriydi bu da işte. Yirmi dakikayı ayakta geçirmeye de hiç niyeti yoktu. Durağın arkasındaki çimlere, pek de ışık almayan bir yere oturup bir sigara yaktı. Bi de çay olaydı vaz geçebilirdi iskeleden, randevudan falan. Kadını nereden tanıdığını hatırlamaya çalıştı. Kalabalıklar içinde yaşayan insanların başına sık sık gelen bu durumu düşündü. Yüzleri hatırlamak, ama nereden tanıdığını bir türlü çıkaramamak…

        “Abla, şu çakmağı bi uzatıversene…”

         Az önce  birkaç adım yanına gelip dikilen karartıdan geliyordu ses. Çakmağı uzatırken baktı adama. Futbolcu forması gibi, yeşil beyaz çubuklu  tişörtün ve en az iki beden büyük, kurşuni, kaşe  pantolonun içine, iki tur dolanmış kemerle sıkıştırılmış, üç numara saç tıraşlı, yelken kulaklı, ufacık tefecik adam,  hani kazara kemer açılıverse, havası boşalan balon gibi sağa sola çarpa çarpa uçup gidiverecek gibiydi. Sigarasını yakarken avurtları dişlerine yapıştı. Son nefesini verir gibi üfledi havaya dumanı. Çakmağı uzattı. Bir iki sağa sola bakında. Tekrar dönüp sordu, “ abla nerden nar bulurum ben?” “Nar mı? Bildiğimiz nar mı?”  Sorunun salakça olduğunu fark etti. Aslında, bu mevsimde ne narı, demek istemişti. “Temmuz ayında biraz zor bulursun”, dedi onun yerine. “Bütün bakkallara, manavlara baktım abla yok, bulamadım.”  Durağın ön tarafına geçip yola, dolmuşun  geleceği yöne bakıp geri geldi adam. “Babam çok hasta abla, ağır. Sabaha ya çıkar ya çıkamaz. Nar istedi. Öğlen ezanından beridir nar arıyom burlarda. Bulmam lazım. Ta Karaçtan geliyom ben.”  “Nar suyu götürsen?” İyi bir öneri gibi gelmişti aslında. “Götürdüm, içmedi abla…” Yüzü tam görünmüyordu alaca karanlıkta, ama sesindeki sitemden adamın bıkkınlığını hissetti. “Büyük marketlere bak o zaman” dedi, bak haberin olsun  bu son fikir, aklıma başka bir şey gelmiyor, der gibi. “Ne bilem abla ya” dedi adam, kollarını iki yana açıp çaresizce yere sarkıtırken. Sigaranın ucundaki közü işaret parmağıyla düşürüp karabaş yaptı. Yarım sigarayı tişörtünün göğüs cebine dikkatle yerleştirdi. “Anam, ben altı yaşındaykene çamaşır suyu içip intihar etti abla, hem de hamileydi biliyon mu? Şimdi de babam ölüyo.” “Haydaa…” diye geçirdi içinden. Dert dinleyip laf anlatmamak için kadınlardan kaçıp doluya mı tutulmuştu şimdi? “Başın sağolsun, üzüldüm.” Yalanı anlaşılmasın diye kısa kesti taziye mesajını. Adamın kısa kesmeye hiç niyeti yoktu oysa. “Yok abla, üzülme. Ben üzülmedim. Neden dersen, şehit oldu benim anam. Nerden biliyom biliyon mu? Belediye yol geçirceği zaman bize haber saldı, mezarlarınızı taşıyın, yıkılcak burlar diye. Hoca tuttuk yanımıza, gittik anamın kemiklerini alalım da taşıyalım diye. Mezarı bi açtık ki ne görelim? Ceset o gün gömülmüş gibi, tazecik durup duru. Bi de leylak kokusu sardı ki ortalığı, sorma gari.” “Killi toprağa gömmüşsünüz demek ki” dedi kadın bilimin soğuk sesiyle. “ Yook abla, toprağın kirlisi mi olurmuş? Sen de şimdi…  Töbe estafurullah… Şehit gitmiş anam diyom ya sana…”  Hava azıcık esse belki oturup adama kirli değil killi toprak dediğini, killi toprağın özelliklerini falan anlatabilirdi; ama sıcak nefes aldırmıyordu. “Ne mutlu sana…” diyebildi sadece. Adam, az önce cebine özenerek yerleştirdiği yarım sigarayı çıkardı. Çakmak isteyecekti besbelli. Çantasında çakmağı çıkarıp adama uzattı. “Sende kalsın, bende yedek var” deyip ayağa kalktı. Hadi artık, gelsindi şu dolmuş. Telefonunun saatine baktı. Daha beş dakikası vardı. Dönüp yine çimlere oturdu. Bir sigara yakıp gözünü durağın mika duvarlarında asılı mobilya reklamlarına dikti. Oturma gurubu alana yemek odası yüzde on beş indirimli, yatak odası da alırsan televizyon bedava falan… Olmadığı iddia edilen kriz öyle bir vardı ki, biraz zorlasan bütün evi yarı fiyatına döşeyebilirdin. O kadar kesattı piyasa. Köşede birkaç kuruş birikmişle evi yenilemek iyi fikirdi aslında. Vaz geçti sonra. Bu kadar ucuzsa vardır illa ki bi numara. Koluna bir elin değdiğini fark etti kadın. Sıçradı. Adam yanı başına oturmuş bir şeyler anlatıyordu. Durağa gözlerini diken kadının kendisini dinlemediğini fark edip,   elinin tersiyle kadına dokunmuştu, kahvede arkadaşlarına yaptığı gibi. Kadının ürkeceği aklına bile gelmemişti bunu yaparken . “Af edersin abla, korktun mu?” “Yoo, korkmadım, dalmışım” dedi kadın. “ Analık diyom… Azcık palazlanınca attırdı beni evden. Irzına göz dikmişim de güya… Babam hiç sormadı bile bana doğru mu len bunlar diye. İki gömleğinen iki pantulumu pazar çantasına tepip kapının önüne attı. Halam  aldı evine de adam etti, askere yolladı beni. Şimdi de nar istiyo benden. N’apayım abla? Sen söyle, n’apayım? Allah var yokarda, her yere baktım. Bütün bakkallara, manavlara sordum. Öğlen ezanından beri nar aradım burlarda ben, n’apayım şimdi? Hakkını helal et, diyeyim mi? O bana sorarsa hakkımı helal edeyim mi? Ederim tabi. Hakkımı helal ederim. Günah olur yoksa. Etmem mi hiç? Ama nar bulamadım işte. Belki ölmüştür bile şimdiye.”

          İskele dolmuşu tıklım tıklımdı. Yine de attı kendini dolmuşa kadın. Bir sonraki dolmuşu beklese  deliler gibi ağlayacaktı yanlışları doğrularla, acıları tesellilerle değiştirmeye çalışan ve babasının son nefesinden  kaçan adamın hikayesine. Dolmuş duraktan ayrılırken, kadının bıraktığı  paketteki sigaraları sayıyordu adam. Altı tane sigara onu yarın öğlene kadar idare ederdi. Belki yarın nar da bulurdu bir yerlerden.  29Eylül2015SONSUZ

Yakut Kelebekleri- Filiz Engin

Bahçenin en yaşlı ceviz ağacının gövdesine sırtımı vermiş, beni görevlendirdikleri işi yapıyordum. Dediklerine göre arkadaşımın dedesinin babası dikmiş bu cevizi. Ardından gelenler de o bahçeye ceviz dikmeye devam etmiş. Geniş bir ovanın ortasındaydı bahçe. Etrafımız sararmış tarlalarla çevriliydi. Topraklarını ekime hazırlayanların gürültüleri çalınıyordu kulağımıza. Arada bir burnumuza yakılan anızların kokusu vuruyordu. Mevsim sonbahardı, yeni tohumlar atma, umut etme mevsimi…

Kafamı her kaldırdığımda tam karşımda, ovanın bitiminde, büyük bir sırra perde olmuş gibi yükselen tepeyi görüyordum. Tepenin üstündeki üç rüzgâr türbininin kanatları ağır ağır dönüyordu.  Daha önce duymadığım değişik kuş sesleri ve tek tük kalmış ağustos böceği cırıltıları eşliğinde giderek hız kazanmıştım yaptığım işte. Toplayıcıların önüme yığdığı cevizleri bir bıçak yardımıyla yeşil kabuklarından ayırmaktı işim.

Öğle molası bitmiş, herkes işinin başına dönmüştü. Ben de cevizin altındaki gölgelikte yerimi aldım, bir sigara içtikten sonra, beynimde tepenin ardında var olabileceğini hayal ettiğim sırra dair kurgular yaratmaya çalışarak bıçağımı tekrar elime alıp kabukları ayıklamaya devam ettim. Giderek otomatik bir makine gibi çalışmaya başlamıştı ellerim. Bıçağı yeşil kabuğun çevresinde bir tur çevir, iki yarım küre olarak ayrılan yeşil kabuğu önümdeki yığına, ortaya çıkan cevizi sol tarafımdaki yaygıya… Bir daha, sonra bir daha… Aralıksız devam ederken birden bıçağımın ucunda, düzen bozan pembe bir kurtçukla göz göze geliverdik. Gerçekten göz göze geldik. Çünkü gözleri fark edilecek kadar büyük bir kurtçuktu bu. Biraz daha geç fark etseydim onu öldürmüş olacaktım. Gülümsedim, üstünde kıpırdaşıp durduğu yeşil kabukla birlikte önümdeki yığına usulca bıraktım. Tekrar işime koyuldum.

Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Önümde bir karaltı hissettim, orada olmaması gereken bir şey vardı. İçimde bir ürpertiyle kafamı kaldırdım. İnanılacak gibi değildi gördüğüm. Hafif bir çığlık kopardığımı hatırlıyorum. Korkudan çok hayret dolu bir çığlıktı dudaklarımın arasından çıkan. Ellerimden daha büyük kanatlarını her çırptığında yüzümde esinti hissettiğim bir kelebek tam burnumun dibine kadar yaklaşmış ve gözlerini bana dikmişti. Kıpırdayamıyordum, bir süre öyle kaldık. Kalbimin çarpıntısı düzelmeye başlayınca gözlerine daha dikkatli bakabildim ve onun biraz önce bıçağımın ucunda ölümden kıl payı kurtulan kurtçuk olduğunu anladım. Her ne kadar kelebeğin iriliği hala beni şaşkınlık içinde bıraksa da o dakikadan itibaren insan aklım yaşadığımı sindirebilmiş, daha sakinleşmiştim. Öyle ya tırtıl kelebek olabiliyorsa, kurtçuk neden olmasın?

Simsiyah kanatlarının üzerinde, suda dağılmış ve öylece kalakalmış boya parçacıkları gibi kırmızı dairemsi beneklerinin ayrımına varınca ‘Karmen bu…’ diye geçirdim içimden. Karmen… Yakışmıştı bu isim ona.Bir süre daha bakıştıktan sonra Karmen sırtını bana dönüp ileriye doğru birkaç kanat çırpışı uçtu, sonra geri dönüp bana tekrar baktı ve hareketini tekrarladı birkaç kez. Bir kolu olsa beni tutup kendisiyle gitmem için çekiştirecekmiş gibi geldi bana. Yine aynı şeyi yapınca konuşmadan anlaşmanın keyfine kapılarak elimdeki bıçağı bırakıp doğruldum ve peşi sıra yürümeye başladım. Beni nereye götürmek istediğini, daha önemlisi bunu niye istediğini anlamış değildim ama umursadığımı söyleyemem. Ben zaten bir gezgindim. Nasıl ki ne olacağını, ne yapacağımı, beni neyin beklediğini bilmeden bir arkadaşımın peşinden bu köye geldiysem, şimdi de, üstelik gördüğüm bu en güzel kelebeğin ardı sıra gidebilirdim.

Yürümeye başladık. Bir hedefimiz olup olmadığını keşfedememiştim henüz. Ovada öylesine bir gezintiye çıktığımız düşünülebilirdi. Zaman zaman üstünde tek tük elma kalmış bir ağacın gölgesindeki bir çalılığa konuyordu Karmen. Durmam gerektiğini anlıyordum ben de. Elma ağacı veya incir… Bir elmayı dişliyordum, bir inciri tek lokmada atıyordum ağzıma bu molalarda.
Vakit epey ilerlemiş olmalıydı. Güneşin batış yönü kızıla bürünmüş, rüzgâr saçlarımı havalandırmaya başlamıştı ve ben yönümüzün sabah boyu seyrettiğim şu tepe olduğunu anlamıştım artık. Eteklerine ulaştığımızda hava iyiden iyiye kararmıştı. Tepenin üstünden gökyüzüne doğru kırmızı ışık huzmelerinin uzandığını gördüm. Yukarı tırmanacağımızı zannederken, Karmen’in tepenin arkasına doğru uçtuğunu fark ettim. Arada dönüp fosforlu gözlerinin ışıltısıyla bana bakmasa onu izlememin imkânsızlaştıracak kadar zifiri karanlığa bürünmüştü ortalık. Biraz daha yürüdükten sonra bir yarıktan tepenin içine doğru süzüldü Karmen. Ben de peşinden… Mağaranın içine girdiğimde ilk fark ettiğim az önce gördüğüm kırmızı ışık huzmesinin kaynağı oldu. Gözümün önünde tabir yerindeyse bir yakut tarlası boylu boyunca uzanıyordu. Mağaranın zemini irili ufaklı bu taşla kaplanmıştı. Gözüm ışığa alıştıktan sonra etrafımda dönenen küçük kıpırtıların yarattığı esintiyi hissettim yüzümde. Kanatlarında yeryüzünün bütün renklerini taşıyan kelebekler uçuşuyordu mağaranın içinde. Birden yüzlerini fark ettim kelebeklerin, kelebek yüzü değildi. Saydım, tam 32 taneydiler. Hepsi gülümsüyordu ve aşina geliyorlardı bana. Onları nereden tanıdığımı anlamak için belleğimi zorlarken Karmen belirdi omzumun üstünde. Beni yine görmemi istediği bir yere sürüklemek niyetinde olduğunu anladım. İtiraz etmedim. Mağaranın içindeki dehlizlerden birine doğru gittik bu kez. Rahatsız edici kokuların yayıldığı bir bölüme girdik. Işık azdı burada. Bir süre sonra gördüm zemindeki çürümeye yüz tutmuş paramparça insan cesetlerini. Daha dikkatli baktığımda hiçbirinin yüzünün olmadığını dehşetle fark ettim. Sonra az önce gördüğüm kelebeklerin tanıdık yüzlerini hatırladım… Ağlamaya başladım… Karmen yüzünü yüzüme iyice yaklaştırdı yine ve kanatlarını yanaklarıma sürttü. Gözyaşlarımı siler gibi bir hali vardı. Tekrar yakutlu odaya sürükledi beni. 32 kelebek uçmaya devam ediyorlardı yakutların arasında. Karmen durdu, yüzüme baktı. İlk ve son kez konuştu:“Bize bırakabileceğin bir tohumun varsa, buradan taşıyabildiğin kadar yakut götürebilirsin.”

“Tohum mu?” dedim, onun konuşmasını çok doğal karşılayarak. Hiç tohumum yoktu, hiçbirimizin hiç tohumu kalmamıştı ki bir süredir. Bir an durdum ve bir umut ceplerimi karıştırdım. Sabah ayıkladığım cevizlerin içinden çıkan, çok küçük olduğu için ilgimi çeken ve kendime ayırdığım ceviz geldi elime. Bir bilye büyüklüğündeydi ceviz. 32 kelebek başıma üşüştü ve büyük bir özen göstererek hep birlikte avucumun içinden aldılar onu.

Bense tek bir yakut seçtim kendime. Onu aldım, cebime koydum. Yakutu almıştım, çünkü bu mağarayı, Karmen’i ve daha önemlisi 32 kelebeği hiçbir zaman unutmak istemiyordum.


                                                                                23.Eylül.2015/FİLİZ ENGİN

Bir Film Hakkında-Ateşkes/Filiz Engin


Düz bir alan, toprak karla örtülü… İkisi savunmada, biri saldırıda üç mevzii ve kazılmış siperler. Geri planda top atışlarından harabeye dönmüş bir iki bina kalıntısı. Ve düşman falan dinlemeden o siper senin, bu siper benim ortalıkta gezinen ve gittiği her yerde sevilen, beslenen sarı bir kedi.

Bir film karesi anlattığım. Joyeux Noël/Mutlu Noeller ya da Türkiye’de gösterime girmiş adıyla Ateşkes. 2005 Alman yapımı bir film Ateşkes, yönetmen Christian Carion.

Nüfusun henüz iki milyar olmadığı dünyada 70 milyon askerin birbirlerini öldürmeleri için seferber edildikleri I. Dünya Savaşı dönemi. Sona erdiğinde ölü, yaralı, kayıp ya da esir olmak üzere toplam 37,5 milyon insanın ziyan olduğu o savaş.

Filmde, seferber olmuş bu yetmiş milyon askerin bir avuç kadarı, yukarda bahsettiğim görüntünün içindeki siperlerde mevzilenmiş durumda. Siperlerin birinde Almanlar, birinde Fransızlar ve bir diğerinde İskoçlardan oluşmuş İngiliz alayı var.

Tarih Hıristiyanlar için önemli, İsa’nın doğumu olarak kutlanan Noel’in arifesi,    24. Aralık.1914… Vakit gece yarısına yaklaşırken Noel duygusunun yoğunlaştığı mevzilerde barış günlerini hatırlatan kıpırdanmalar olmakta.

İngiliz siperlerinden gelen kırık dökük birkaç gayda sesi dolanıyor ortalıkta önce ve ardından Alman mevzilerinden askere alınmış bir Tenor’un billur sesine çekingen bir mızıkadan yükselen nağmeler ekleniyor. Tenor, kim bilir belki de ruhundaki sanat duygusunun harekete geçirdiği cesaretle ya da cesaret demeyelim de farkında bile olmadan belki de şarkısını söyleyerek siperden çıkıyor. Üç mevziide kim var kim yoksa şaşkınlıktan donakalıyor başlangıçta. Tenor’un elindeki mumlarla aydınlanmış minik çam ağacı fidanı acaba bir silah mıdır? Öyle ya, bunca silahlı düşmanla çevrilmiş bir alanda böylesine pervazsızca, böylesine kendini sakınmadan hangi aklı başında insan kendini ortaya atabilir ki? Fakat sanatçı pek aklı başında diye tanımlanacak bir insan değildir, öyle değil mi?

Tenor, kendinden geçmiş bir halde şarkısını gökyüzüne doğru söylerken, bütün siperlerden yorgun askerler tek tek açık alana sökün etmeye başlıyor. Alman İskoç’la, Fransız Alman’la, velhasıl herkes herkesle yakınlaşıyor. El kol hareketleriyle, birbirlerinin dilinde bildikleri birkaç basit kelimeyle, kimi bir parça çikolata, kimi bir bardak şarapla ilişki kuruyor. Ne de olsa Noel arifesi o gün.

Bu arada biz seyircilerin yüzünde elde olmadan ortaya çıkan bir gülümseyiş, bir zafer edası peyda oluyor. En azından filmi birlikte izlediğim arkadaşlarım ve bana öyle oldu. Ve eminim bütün benliğiyle barıştan yana olan herkes için de aynısı olacaktır. Büyük ya da küçük hangi savaş bizim? Yani sütçünün, fırıncının, çiftçinin, emeklinin, çaycının, işçinin, öğrencinin, berberin kısacası halkın hangi işine yaramıştır ki savaş! Neyse filme geri dönelim.

Sonrasında İskoç rahip eşliğinde hep birlikte yapılan ayinle o gece sona eriyor ve herkes siperlerine dönüyor. Ama hikâye bu yaşanan olağanüstü geceyle bitmiyor. Ne de olsa insan insana dokunmuştur bir kere, gözlerini görmüş, karısının ya da çocuğunun fotoğrafına bakmış,  bölük pörçük de olsa kendisininkine benzeyen hayat hikâyesini dinlemiştir.  Ertesi gün tekrar çıkıyorlar siperlerden. Hatta futbol oynuyorlar birlikte. Sonrasında olanlar kendilerini tanrı zannedenleri iyiden iyiye kızdıracak nitelikte. Düşman siperinin uzun menzilden top ateşine tutulacağı haberini alan Alman komutan İngiliz ve Fransızları kendi siperlerine alıyor ve devamında Fransızlar da Almanları aynı şekilde koruyor top güllelerinden.


İnsan işte, mayasında iyi de var kötü de. Bir de taklit etme özelliği var öyle değil mi? Gördüğünü yapma eğilimi ne kadar güçlü insanda. Tıpkı maymunlar gibi... Filmdeki Tenor’un içindeki iyilik mayasının kabarmasıyla siperlerden çıkabilme cesareti diğerlerini de harekete geçirebiliyor işte.

Deniz gözlüğü ile hiç deniz dibine baktığınız oldu mu? Mini minnacık gümüş paralar gibi parlayan balık sürüleri gelir bazen insanın tam önüne. Bir aradadırlar ama her birinin başı başka başka yerlere bakıyordur. Ve sonra sizi o dev gibi cüssenizle yanı başlarında hissettiklerinde aniden hepsi başlarını aynı yöne, sizin bulunduğunuz yönün tam aksi yönüne çevirirler ve düzgün bir geometrik şekle, çoğu zaman üçgene dönüşürler, sizden kaçarlar. Çok nadir de olsa içlerinden bir tanesi yüzünü size çevirir, gözünüzün önüne gelir ve bakışırsınız. Sizin de içinizde bir kötülük olmadığına göre dostluk içinde bir arada yüzersiniz. O düzen tanımaz, korkusuz ve girişken balıklar daha çok olsa keşke. Tenor’u o minik balığa benzettim de ondan araya girdi bu paragraf.

Filme geri dönersek; evet, her ne kadar filmin sonunda o mızıka, hani başta söz ettiğim çekingen sesli mızıka, bir çizmenin altında ezilip bırakıldığı döşemeden kırgın küskün bize baksa da 24-25. Aralık.1914’de o cephede insanın içindeki iyiliği gün yüzüne çıkartabilmiş o insanlar umudu iki saatliğine de olsa gün yüzüne çıkartabiliyorlar.


Son söz, “Sadece bir film, gerçek hayat farklı” diyecek olanlara. Bu film bundan tam 100 yıl önce yaşanmış bir olaydan yola çıkarak çekilmiş. 

Dolunay'ın Esrarı-Filiz Sonsuz


              Bahçe içinde, iki katlı eski bir binanın ilk katındaydı Fethiye’nin kuaför dükkânı. Dolunay Kuaför- Güzellik Salonu… Kasabanın en eski sokaklarından birinde, çevresi beş katlı apartmanlarla sarılı bu eski bina, mirasçılar aralarında anlaşamadığından, yıkılıp yeni bir apartmana dönüşememiş, bu iş de en çok Fethiye’nin işine gelmişti. Hem uzun süredir kiracısı olduğundan, hem de bina çok eski ve bakımsız olduğundan civardaki en ucuz kirayı ödüyordu. İki oda bir salon, banyo mutfak, tuvalet… Eski meski, tam bir daireydi ve koca bahçeyi, üst kattaki, mirasçılardan en yaşlısı Gülbiye Teyze ile birlikte kullanıyorlardı. Bahçede neler yoktu ki?  Bir köşede domates, biber, maydanoz sıraları, çeşmenin dibinde azmış, orman olmuş naneler, altını kameliye gibi sedirlerle döşedikleri koca bir asma çardağı, güller, karanfiller,   bahçe duvarının köşelerinde birer fıstık çamı… Apartmanlar arasında bir vaha gibi kalmış bahçe, sokak ahalisinin toplanma yeriydi.

           Taşınmamızdan bir ay kadar sonraydı. Eski mahallemdeki kuaförüm uzak kaldığından, yakınlarda bir kuaförle tanışmak lazımdı. Daha taşındığımız ilk gün tabelası dikkatimi çekmişti Dolunay Kuaför’ün. Kadınlara hitap eden romantik bir isim, en çok da bir kadın kuaförüne yakışırdı zaten.  Çardağın altında oturan kadınlara başımla selam verip içeriye girecektim ki “Müşterisi var içerde, kaş alıyo şimdi. Gel otur. Fethiye gelir birazdan” dedi kara kuru bir kadın. Kısa bir selamlama faslından sonra sedirin ucuna iliştim acelem var çok bekleyemem der gibi. En gençleri bir tabak kısır tutuşturdu elime. “Çay nasıl olsun, demli mi açık mı?” diye sordu, düğüne gidecekmiş gibi süslenmiş olanı. Saçlarımın kırıklarını temizletip gidecekken galiba altın gününün içine düşmüştüm. Yakın gözlükleri burnundan düştü düşecek, şişmanlıktan boğum boğum vücudundan umulmayacak bir çeviklikle fırladı kalktı yaşlı bir kadın. Çeşmenin başında suyla oynayan küçük kız çocuğunu kolundan tuttuğu gibi getirip kilimin üstüne öfkeyle oturttu. Çocuğun ıslanan giysilerini çıkarırken bir yandan da söylendi durdu, “Doğurduklarım bitti doğurduğumun doğurduğu bitmedi. Allah yarebbiiim ne benim çilem…”  “Eee…” dedi bana çay veren süslü kadın, “çalışan gelin aldıysan toruna torbaya da bakcen gali.”  Yanına iliştiğim banka emeklisi görünümlü kadın, teyzeme çok benzettiğim için mi yanına oturmuştum bilemiyorum, ayaklarının dibindeki poşetten çıkardığı dantel örtüyü kucağıma serip “ Mutfak masası yapem diyom bu örnekten, ağır mı olur bilemedim. Yemek odası takımı mı yapem yoksa?”  diye sordu. Gelip aralarına oturalı daha beş dakika olmamışken yıllardır tanışıyormuşuz da her gün gelip o bahçede onlarla oturuyormuşum gibi davranmalarının şaşkınlığını atamadan dükkândan iki kadın çıktı. Suratı pancar gibi kızarmış olanı kaş aldırmaya gelen müşteriydi belli ki. “Haden bakam, sefanız mübarek olsun” deyip hızlı hızlı yürüyüp gitti bahçeden. Dalgalı saçlarını küçük maşalarla gelişigüzel topuz yapmış olanı Fethiye’ydi sanırım. Yanımıza geldi. “Bi çay verin bana bakem” deyip ayaklarını uzatıp, sırtını da bana dayayıp, kilimin üstüne oturdu. “Oyyy ayacıklam koptu bugün, ne düğünmüş be!” deyip gerindi uzun uzun. Yanımdaki emekli bankacı görünümlü kadının uzattığı sigarayı dudaklarına yerleştirip ceplerinde çakmak arandı. Bir sigara da ben çıkarıp yaktım. Çakmağı Fethiye’ye uzattım. Beni o zaman farketti. “Aaa Filiz Abla, hoş geldin. Ay kusura bakma, biz sana hoş geldine gelemeden…” çayından koca bir yudum içip neşeli bir kahkaha attı. Küçük yerlerde haberlerin ışık hızıyla yayıldığını bilirdim de, bu kadarını beklemezdim. Ben daha hiç birisini tanımazken onlar adımı bile öğrenmişlerdi demek. Torununu giydirip ayağında sallamaya başlayan babaanne, ağzına koca bir kaşık kısırı götürüp yutmaya çalışırken kurnaz bir bakış fırlattı bana. “ E avkat lazım olursa uzağa gitmeyiz şimden sona” dedi. “Komşuyuz şurda, yapcen gali bize bişeyler”  Şimdilerde ergenlerin gözlerini devire devire, dudaklarını uzata uzata dediği gibi uzun bir “ yok artııııık” geçip hızla uzaklaştı içimden. Ne iş yaptığımı da biliyorlardı. Altın günü falan olamazdı bu. Milli istihbarat teşkilatının yerel birim sorumlularının toplantısının göbeğine düşmüştüm de haberim yoktu. Çok geçmedi, mesele anlaşıldı.  Çay işlerinden sorumlu süslü Matahari’nin oğlu eşimin öğrencisiydi ve haber kaynağı da işte o stajyer ajandı.

         Çaylar tazelendi,  kısırdan bir tabak da babaannenin mesai bitimi çardağa uğrayacak gelinine ayrılıp kalanı hepimize pay edildi. Fethiye çılgın bir kahkaha daha atıp bana döndü. “ Ah Filiz ablaaa, sen bize asıl geçen sene lazımdın.”  Bu gruptan gelecek hiçbir şey artık beni şaşırtamazdı. Laf olsun diye sormuş bulundum, “Niye ki, hayırdır?”  Kadınların hepsi koca birer kahkaha patlattı. Bir sigara daha yakıp devam etti Fethiye. “Geçen sene Mart sonu Nisan başı gibiydi…” “Nisan’ın on biriydi” dedi emekli bankacı sandığım Fidan Hanım. “Üç gün sonra annem rahmetli oldu, ordan biliyom, Nisan’ın on biriydi.”  “Neyse işte” dedi Fethiye. Koca kış içerlerde kapana kapana ruhumuz sıkılmış, hep beraber pikniğe gidelim dedik. Konuştuk, ayarladık. Kimi çaydanlık getirdi, kimi küçük tüpü sardı pazar arabasına, kimi böğrek yaptı, kimi domattı, biberdi, peynirdi derken, sabah erkenden çıktık yola. Yürüye yürüye tepedeki çamlığa gitcez. Akşama kadar yiyip içip, çoluk çocuğu şöyle bi havalandırıp gelcez. Yedik içtik, goca goca garıla, ip bile atladık. Dönüşte Ahsen abla, çay dağıtan kadına ah sen yok musun seeen… der gibi kafasını sallaya sallaya baktı Fethiye, “Kızlar, boşalan poşetlere çam toprağı doldurun, gübredir, iyi gelir çiçeklere” dedi. Hepimiz çakı bulmuş bayram çocuğu gibi, bi sevindik, bi sevindik sorma gitsin. Bi kilo kestane toprağına ebesinin nikâhını istiyo çiçekçile. Pazar arabalarına doldurduk çam topraklaanı, getirdik evlere. Afrika menekşeleenin, asmalaan, gülleen, maydanozlaan dibine doldurduk mu çam toprağını biz? Annem de istedi hatta ona da verdim bi poşet. Domatesleen dibine dökmüş o da. Sen de bir ay, ben diyim iki ay… Anam bizim çiçekleee, gülleee,  domatlaa bi iştahlı, bi iştahlııı… Hakkat de bildin gübre… Saksılaaan, asmalaaan dibinde bi de ısırgan otu çıkıyo ki fırça gibi… Anam berekete bak sen. Kimimiz istemem ısırgan falan deyip yolup atıyo,  ama çoğumuz gıyıp da yolamıyoz. Dursun ne zararı va sana ısırgan otunun? Az daha büyüsün, toplaa böğrek yaparız. Az daha geçince bizim ısırgan sandığımız otla büyüyüp boy attı mı? Bi de tomurcuklandı, bildiğin çiçeğe durdula. Saksılaa dolusu zümrüt yeşili çiçeemiz oldu. Aman Filiz Ablam, çiçekleen yanıbaşından da şıp şıp sula damlamıyo mu? Aha, dedim. Çiçekleen adını buldum. Aşkın gözyaşları olsun adı.”  Grubunu en genci Figen cilveli cilveli baktı Fethiye’ye, “pek de romantiğiz hani…”  “Sus gız” dedi Fethiye, “romantiğim tabi, ne sandın?” “Sonacııma Filiz Ablam, bizim çiçeklee büyüdü, zümrüt yeşili oldu her yer. Bi gün yine böyle oturuyoz komşulaalan, benim bi müşterinin kocası sivil polis, Arif abi. O çıktı geldi. “Feethiye, şu çiçeklerden bi saksı da ben istiyorum” dedi. Buyur al abi, senden kıymetli mi, dedim. Aldı götürdü. İki gün sonra bi kadın polis geldi, sohbet muhabbet aynı şimdiki gibi, bi saksı çiçek de o istedi. Ona da verdim, aldı gitti. İki gün sonra bi kadın polis müşterim daha gelip çiçek isteyince hem benim aşkın göz yaşları ünlü oldu diye sevindim hem de azcık şakayla karışık kızam dedim, “eee yetti gali ama, bana çiçek bırakmadınız yahu, bahçıvanınız mıyım ben sizin ” deyip bi saksı çiçek de ona verdim. Derken Filiz ablam, o gün akşamüstü bana bi telefon, Fethiye hemen karakola gel, diye… Koşa koşa gittim karakola. Bi sorgu, bi sual… Ne olduğumu anlamadım. “Bu çiçekleri nerden buldun? Kim verdi bunları sana? “Pikniğe gittik arkadaşlaalan, ordan getirdiğimiz topraktan çıktı” diyom, arkadaşların kim? diye soruyola… Ah ablam, o akşam sokağın bütün garıları karakolda toplaşdık mı biz… Herkese tek tek sordulaa, gocan mı gullanıyo, oğlun mu içiyo… Ne içiyo, kim içiyo anamadık biz bişey. Topladılaa hepimizi polislee, piknik yaptığımız çamlığa gittik, gösterdik yeri. Annammm Filiz ablam, meğerse keten mi, kenevir mi neymiş ya o çiçeklee… Uyuşturucu yapılıyomuş benim aşkın gözyaşlarından. Saksılaadaki, bahçeleedeki bütün çiçekleri yolduk yolduk polislere verdik. Sonunda anladılaa bizim öyle bişey yapmıcemizi, “neyse ki hepinizi tanıyoruz, bi daha görürsek affetmeyiz” deyip saldılaa bizi. Anam, ne korku, ne korku bizde… Karakoldan çıkaaken tövbe ettik bi daha bilmediğimiz otu çöpü eve sokmamaya.”            


          Hey Allah’ım yarabbim, güler misin, ağlar mısın? Güneş eğilmiş gitmiş, haberimiz yok. Daha eve gidip yemek yapacağım.  “Hadi Fethiye, benim şu saçlara bi el atıver de gideyim artık” derken gelin hanım girdi bahçeye yorgun argın. Bi elinde çekirdek torbası, belli ki yorgunluğunu burada bırakıp öyle gidecek evine, bir elinde bir dal çiçek… Kayınvalidesine çiçeği uzatıp gülümsedi, “anne bak, köşedeki evin bahçesinden sarkıyordu, saat çiçeği galiba, dikelim de tutsun.” “Yok yok, mum çiçeği o” dedi Ahsen Hanım, “mor mor açar çok güzel olur. Tutarsa bana da çoğaltın bi saksı.” “Yok ayol” dedi Fidan Hanım, “Japon Gülü o,     pek fena kokar, istemem, uzak tutun benden,” Fethiye kapıdan kafasını uzatıp gelinin elindeki çiçeğe baktı, “Aaaa benim bahçeye de dikin ondan bakam, pek severim sarmaşığı…” 15 Eylül 2015 SONSUZ

"Kalbimiz Vişneçürüğü" ya da Yaşam Yaşamak İster-Filiz Engin

                                                      
“Bakışınızdaki hava değişebilir rüzgâra göre

Gözü kara bir yanılgının içinde kavrulur acı 
Çifte zar oyununda yüzünüze sürdüğünüz havalar solar
Yaşlılık ruh meselesi değil. Rüzgâr saatiyle koca bir kahkaha atar anılar
Ah, hangi yalan bir ömre sığabilir ki 
Paşa paşa siz bizi zindanlara attığınızda şuncacıktı zalimlik hakkında bilgimiz
Şuncacıktık daha aşka dokunmadan 
O Eylüllerde utançlarını korumak için kadınlar işkencecilerini unutmaya razıydılar 
Her birimizin kalbinde bir vişneçürüğü
Kalbimiz Alizarin
Oysa dışarıda hayat ne kadar narin
Sizin acılarınız ne kadar derin gülmeyeceğim söyleyin 
Soruyorlar : ‘anlat’,
Soruyorlar ‘nerde’
Soruların önünde bükülen inadımızla öldük biz, sizin bu ressam çağınız daha düşmemişti rahme
Yok, o kadar uzun boylu değildi yalnızlığımız ama sizinkiyle koyamam aynı teraziye
Su terazisi bu efendim

Bakmayın yağmurların öfkesine

Yıllar geçer görünür birden o ölümlü ayak iziniz
Kızıl bir mahşer günü kimsesizliğin içinde siz kendinizi ararken
Biz her mevsim vicdan denen Tanrı ile çıktık hayatın göğüne”

                                                                                             Yelda Karataş


Bir günde kim bilir kaç kez kullandığımız merhaba kelimesinin anlamını bilir misiniz bilmem. Yani söze başlamanın peşrevi olması dışındaki anlamını… ‘Geniş ve mamur yere geldiniz, rahat ediniz, benden size zarar gelmez,’ diyoruz birbirimize her merhaba dediğimizde.

Suruç’taki gençler de birbirlerine merhaba demişlerdi mutlaka. Hatta o kişi de, aralarına girip vücuduna yerleştirdiği bombaların pimini çekmeden önce cıvıl cıvıl,  parlak gözlü, içinde bir iş yapmanın saadetinin yansıdığı yüzlerindeki riyasız, hesapsız, aydınlık ifadelerine bakarak bir merhaba demiştir muhakkak. Merhaba, benden sana zarar gelmez!

Sıcak bir yaz günü vakit öğlene yaklaşırken; masa başında hesap yapanımız, bahçe sulayanımız, yolculukta olanımız, mutfakta yemek pişirenimiz, inşaatta harç karanımız velhasıl hemen hepimiz kulaklarımıza çalınan o bombanın sesiyle bir an donup kalmıştır eminim. Birçoğumuz, çok değil sadece birkaç saniye öncesine dönebilmek için yapılabilecek bir şeyler aranmıştır sonra, sağına soluna bakınmıştır boş gözlerle.

Onlarca gencecik çocuğumuzun vücutlarından kopan etlerin duvarlara yapıştığı andan itibaren başlayacak kan yağmuru, o yağmurun dağlarda, ovalarda yaratacağı kan gölleri, gürüldeyerek oluk oluk akacak kan ırmakları gözlerinin önüne gelmiş ve oralardan yayılacak kanın kokusunu daha o dakikada, o dondukları anda burunlarında hissetmiştir benimle üç aşağı beş yukarı aynı çağı yaşamış insanlar…

Öfke, gözyaşı… Gözyaşı, öfke… Ve en beteri kendini aciz hissetme… Bir olayı düzeltmek ya da daha iyisi hiç olmamasını sağlamak için elinden bir şeyin gelememesi hali, aciz olmak… Suruç katliamının ardından galiba hayatımda ilk kez ah ettim, ilendim ben. Beddua; acizliğin, katlanabilmek, ayakta kalabilmek adına vardığı en son durak. Birinden, bir şeyden medet ummak… Dölleri kurusun dedim. Nasıl kuruyacaksa kendi kendine?

Ardı sıra geldi olaylar… Koca bir yaz neler oldu neler? Mesela anayasamızın ANAyasa olmadığını iyice bir bellettiler bize. Ormanlar yandı, metrolara levhalar asıldı aman ha bomba patlayabilir diye! Hopa çamur kente dönüştü, haklı çıktı çevreciler ama heyhat gitti gidenler. Çipras’ın Yunan halkına ihaneti, tarihi bir kentin, Palmira’nın yerle bir edilerek yok edilmesi, göçmeye çalışırken kıyılara vuran ya da suçu doğudaki bir kentte doğmuş olduğu için cezalandırılan ölü çocuk bedenleri ve daha neler, neler… Ama asıl kandı yürürlükte olan. Her sabah adını koyamadığımız bir sıkıntıyla, hatta korkuyla uyandık. Hiç haksız değildik korkmakta. Televizyon ya da bilgisayarlarımızı açtığımızda patlamak üzere kurulmuş bombaların mayınların patladığına, uzun namlulu silahların menzilinde yok olan hayatlara baktık durduk.

 Sonra bir ara Spartacüs’ün yenilgisinin ardından Romalıların kilometrelerce dizdikleri çarmıhlara gerilmiş kölelerin vücutlarını sergilemesi gibi, çıplak ve kanlı ölü bir kadın bedenini ‘servis ettiler’ önümüze. ‘Servis etmek’ dediler. Niye? Yenilir, yutulur bir şey miydi Ekin’in bedeni? Yetmezmiş gibi o bedeni daha çok göz görsün diye niye çaba gösterdi ki kimilerimiz? Bunu anlamadım ben. Bazı şeyler, mesela ölmüş bedenler öyle uluorta… Olmaz ki! Doğrusu ya o vakitler iyice korktum ben. Yok, onların istediği bir korku değildi hissettiğim. Daha çok insanlığımıza dair bir korku… Bir gün kan ayaklarımızın dibinde akmaya başlarsa eğer, bir camın gerisinden izleyip durduğumuz, kokusunu, temasını bilmediğimiz o kırmızı sıvı içimizde sadece iğrenme duygusu mu yaratacak yoksa diye korktum. Üstümüze sıçramasın, ayakkabımıza bulaşmasından başka bir dert taşımayacak mıyız öyle bir şey olduğunda diye korktum. Oysa insan olmak daha başka bir şey olmalı. Doğu’da bir adet varmış.  İki erkek çok ciddi bir kavgaya tutuştuğunda bazen bir kadın araya girip başındaki tülbendini çıkararak yere atarmış. Bu çok nadir bir durummuş ve kadın tarafından "Eğer kavgaya devam ederseniz benim namusumu da ayaklarınızın altında ezmiş olacaksınız" manasını taşırmış. Ağustos günlerinin birinde Silvan’daki kadınlar bir araya gelmişler meydanda ve tülbentlerini ayaklarının dibine atmışlar. İnsan olmak böyle bir şeyler olmalı öyle değil mi?

Bizim kuşak, işkence anlarını anlatan yazılara , o güzelim dost yüzlerden anlatılanlara aşinadır, bilir. Ama unutmuş muyum ben, beynim bir yerlere hapsetmiş midir nedir Ekin'in fotoğrafından sonra onların, hani şu şairin "onlar ümidin düşmanıdır sevgilim" dediklerinin çok bildik vahşiliklerinden biri gündeme gelince buz kestim. Hani kızlar bakire diye, hani şişeleri arkalarından... Okudukça ayakta kalabilmek için, utanç ve acıya katlanabilmek için olsa gerek hikayeler yazdım kafamda. Vücut dedim kendi kendime tam o sırada bir tepki verse... Umulmadık, beklenmedik onların şaşkınlıktan kalakalacakları bir tepki. Ani ve şiddetli bir dışkılama mesela... O şişeyi sokanın yüzüne doğru basınçla püskürecek, şişenin yüzünde patlamasına neden olacak kadar şiddetli bir tepki... Etkiye karşı tepki, bir fizik yasası öyle değil mi? Kötülüklerle dolu etkilere karşı cezalandırıcı bir tepki!

Düşünmek, öfkelenmek, küçük bir kız çocuğu gibi ayağını yere vura vura ağlamak... Ama işte küçük bir kız çocuğu değilim, değiliz. Ne de kısa şortumuzun cebinde misketlerimizle dolaştığımız zamanların o küçük oğlanı... Öğrendik, yaşam yaşamak ister. Yaşamın en kuvvetli belirtisiyse harekettir, öyle değil mi? Hala göğüs boşluğumuz her nefes alışımızda inip kalkarak hareket ettiğine göre yaşıyoruz ve dedik ya işte, içimizden gelse de gelmese de yaşam yaşamak ister, çaresi yok.

Sonbahar geldi. Hareket için, eylem için iyidir sonbahar. Düşüncelerimizi; yapacağımız bir kavanoz salçaya, öreceğimiz bir atkıya, ekeceğimiz bir fidana, iki ay sonra kurulacak sandığa barış için atacağımız bir oya, bir şiire ya da bir yazıya ve kim bilir belki de yeni doğacak bir çocuğa biçeceğimiz o kırmızı dona çevirmenin vaktidir. Ve madem "Aynı göğün altında birlikte direnmektir yaşamak", bizim direnişimiz umudun üzerine beton dökülmesini engellemekten başka ne ola!

Merhaba...

26.Ağustos.2015/Filiz Engin




                                                               




 


Okuma Bu Yazıyı- Filiz Sonsuz

         Güzel şeylerden söz etmeyeceğim çünkü. Umutlu cümleler kurmayacağım. Hayır, iyimser değilim. Evet, sonbahar geldi. Sarı yapraklar, sonbahar esintisi, terk edilmiş gibi duran sahil çay bahçeleri hiç umurumda değil fakat. Ören’in tenha yollarında, meşelerin altında yürümek falan da gelmiyor içimden. Lanet olsun, bin kere, milyon kere. Ne yaptılar bize böyle.

        Biliyor musun,   her yıl 21 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nde, tüm kıtalardan çocukların toplayıp verdiği bozuk paralar ile Japonya tarafından yapılan çan çalınırmış, dünya barışı adına ve savaştaki insan kıyımı anısına. Şu çocukların ettiği işe bak. “En çok ve en önce ölen biziz savaşlarda” demek istemişler herhalde. Sokakta oynarken, fırında çalışırken, evinde otururken hatta, ölebilirsin bir anda. Çocuksan ve etrafında silahlar patlıyorsa, mermiler ilk seni bulur. Nereden bilirler, nasıl bilirler çocuklar bunu ve kuruş kuruş, sent sent, paud paund, kapik kapik toplayıp paraları, dev bir çan yaptırırlar? Her bir gong sesi bir çocuğun akan kanını anlatsın diye. Tokmağın her bir vuruşu, bir çocuğun son nefesinde gözlerindeki  korkuyla, acıyla, annesini bir daha göremeyeceğinin yangınıyla dünyayı yaksın  diye.

      Yok, öyle değil o. Çocukları küçük mermilerle falan vurmazlar yavrum. Bildiğin, büyük adam mermileri saplanır kafana. Peki ya sen, gözlerini kaçırmadan bakabilir misin bir çocuğun cansız ve kanlı  vücuduna?

         Okudun mu sen de? İnsanları ayaklarından bağlayıp, diri diri yakmış İşid.  Hissettin mi ateşin yakıcılığını? Etin kavruluyor gibi geldi mi sana da? Şöyle iyi bir küfür savurdun mu manyakların soyuna sopuna? Beddua ettin mi  mezarına bir tas suyu dökenine ?  Yüreğine bir sıkıntı gelip oturdu mu öğlenin sıcağında?  Kapatıp dükkanı dağlara tepelere kaçıp gitmek isterken vaz geçip, sarılıp telefona, bir sonraki tertip askere gidecek oğluna torpil bulmak için cebindeki milletvekili kartlarını saçıp masaya, en etkilisini yetkilisini aradın mı mesela? Vatan tabii ki sağ olsun, ama oğlum da sağ olsun, dedin mi kendinle baş başayken? Sonra açıp feysbuku, az önceki telefon görüşmesinin vicdani ağırlığıyla, en kocaman bayrak resmini paylaşıp, paylaşmayanları senden olmamakla suçladın mı?  Ya da sordun mu kendine, neden toprağa düşüyor analarının gazoz şişesi toplayarak büyüttüğü  gencecik fidanlar?  Lütfen sor. Formül belli. Parayı takip et, cevap orada.

          Bu gün 1 Eylül. Faşist Hitler’in 76 yıl önce Polonya’yı işgal ederek, yaklaşık  kırk beş milyon insanın öldüğü, sonunda kendisinin  de intihar ederek öldüğü, ki tüm faşistler kötü ölür, 2. Dünya savaşını başlattığı gün. Vikipedi yazarına göre SSCB’nin  dağılmasından sonra hiçbir ülkenin Dünya Barış Günü olarak kutlamadığı gün.  Ülkeler ne yapar bilmem. Bizim için 1 Eylül hâlâ Dünya Barış Günü. Yok öyle kutlamalar falan. Neyi kutlayacağız ki? Çağıracağız. Barışı, huzurlu, güvenli, özgür, eşit bir yaşamı çağıracağız. Savaşmayacağız diyerek çağıracağız barışı. Öyle, yağmur duasına çıkar gibi, barış duasına çıkacağız. Pankartlarda “Yaşasın Barış” yazacak. “Peace” yazacak. “Biji Aşiti” yazacak. “Kets’ts’ye khaghaghut’yuny” yazacak burada değilse de büyük kentlerde.    Kim hangi dilden anlıyorsa, o dilden çağıracağız barışı.

        Gelir mi? Sırf biz çağırdık diye gelir mi barış? Sanmam… İnanmaz artık insan oğluna. Hatırlar zira, her savaştan sonra nasıl da yana yakıla adını sayıkladığımızı ve fakat ahdimize sadık kalmayarak, ilk fırsatta silahlarımızı kuşandığımızı. Belki de bedel ödememizi bekler ikna olmak için.  Ciğerimize ateş düşmesini, her bir ocağın tüte tüte yanıp kavrulmasını bekler belki de, öyle ucuz olmadığını anlamamız için güzel günlerin. Ya da, belki de, hani olur ya, insafa gelir, hep bir ağızdan, hepimizden aynı anda, aynı güçte ve aynı inançla çağırlmak yeter çıkıp gelmesine. 1 Eylül 2015 Sonsuz