Dolunay'ın Esrarı-Filiz Sonsuz


              Bahçe içinde, iki katlı eski bir binanın ilk katındaydı Fethiye’nin kuaför dükkânı. Dolunay Kuaför- Güzellik Salonu… Kasabanın en eski sokaklarından birinde, çevresi beş katlı apartmanlarla sarılı bu eski bina, mirasçılar aralarında anlaşamadığından, yıkılıp yeni bir apartmana dönüşememiş, bu iş de en çok Fethiye’nin işine gelmişti. Hem uzun süredir kiracısı olduğundan, hem de bina çok eski ve bakımsız olduğundan civardaki en ucuz kirayı ödüyordu. İki oda bir salon, banyo mutfak, tuvalet… Eski meski, tam bir daireydi ve koca bahçeyi, üst kattaki, mirasçılardan en yaşlısı Gülbiye Teyze ile birlikte kullanıyorlardı. Bahçede neler yoktu ki?  Bir köşede domates, biber, maydanoz sıraları, çeşmenin dibinde azmış, orman olmuş naneler, altını kameliye gibi sedirlerle döşedikleri koca bir asma çardağı, güller, karanfiller,   bahçe duvarının köşelerinde birer fıstık çamı… Apartmanlar arasında bir vaha gibi kalmış bahçe, sokak ahalisinin toplanma yeriydi.

           Taşınmamızdan bir ay kadar sonraydı. Eski mahallemdeki kuaförüm uzak kaldığından, yakınlarda bir kuaförle tanışmak lazımdı. Daha taşındığımız ilk gün tabelası dikkatimi çekmişti Dolunay Kuaför’ün. Kadınlara hitap eden romantik bir isim, en çok da bir kadın kuaförüne yakışırdı zaten.  Çardağın altında oturan kadınlara başımla selam verip içeriye girecektim ki “Müşterisi var içerde, kaş alıyo şimdi. Gel otur. Fethiye gelir birazdan” dedi kara kuru bir kadın. Kısa bir selamlama faslından sonra sedirin ucuna iliştim acelem var çok bekleyemem der gibi. En gençleri bir tabak kısır tutuşturdu elime. “Çay nasıl olsun, demli mi açık mı?” diye sordu, düğüne gidecekmiş gibi süslenmiş olanı. Saçlarımın kırıklarını temizletip gidecekken galiba altın gününün içine düşmüştüm. Yakın gözlükleri burnundan düştü düşecek, şişmanlıktan boğum boğum vücudundan umulmayacak bir çeviklikle fırladı kalktı yaşlı bir kadın. Çeşmenin başında suyla oynayan küçük kız çocuğunu kolundan tuttuğu gibi getirip kilimin üstüne öfkeyle oturttu. Çocuğun ıslanan giysilerini çıkarırken bir yandan da söylendi durdu, “Doğurduklarım bitti doğurduğumun doğurduğu bitmedi. Allah yarebbiiim ne benim çilem…”  “Eee…” dedi bana çay veren süslü kadın, “çalışan gelin aldıysan toruna torbaya da bakcen gali.”  Yanına iliştiğim banka emeklisi görünümlü kadın, teyzeme çok benzettiğim için mi yanına oturmuştum bilemiyorum, ayaklarının dibindeki poşetten çıkardığı dantel örtüyü kucağıma serip “ Mutfak masası yapem diyom bu örnekten, ağır mı olur bilemedim. Yemek odası takımı mı yapem yoksa?”  diye sordu. Gelip aralarına oturalı daha beş dakika olmamışken yıllardır tanışıyormuşuz da her gün gelip o bahçede onlarla oturuyormuşum gibi davranmalarının şaşkınlığını atamadan dükkândan iki kadın çıktı. Suratı pancar gibi kızarmış olanı kaş aldırmaya gelen müşteriydi belli ki. “Haden bakam, sefanız mübarek olsun” deyip hızlı hızlı yürüyüp gitti bahçeden. Dalgalı saçlarını küçük maşalarla gelişigüzel topuz yapmış olanı Fethiye’ydi sanırım. Yanımıza geldi. “Bi çay verin bana bakem” deyip ayaklarını uzatıp, sırtını da bana dayayıp, kilimin üstüne oturdu. “Oyyy ayacıklam koptu bugün, ne düğünmüş be!” deyip gerindi uzun uzun. Yanımdaki emekli bankacı görünümlü kadının uzattığı sigarayı dudaklarına yerleştirip ceplerinde çakmak arandı. Bir sigara da ben çıkarıp yaktım. Çakmağı Fethiye’ye uzattım. Beni o zaman farketti. “Aaa Filiz Abla, hoş geldin. Ay kusura bakma, biz sana hoş geldine gelemeden…” çayından koca bir yudum içip neşeli bir kahkaha attı. Küçük yerlerde haberlerin ışık hızıyla yayıldığını bilirdim de, bu kadarını beklemezdim. Ben daha hiç birisini tanımazken onlar adımı bile öğrenmişlerdi demek. Torununu giydirip ayağında sallamaya başlayan babaanne, ağzına koca bir kaşık kısırı götürüp yutmaya çalışırken kurnaz bir bakış fırlattı bana. “ E avkat lazım olursa uzağa gitmeyiz şimden sona” dedi. “Komşuyuz şurda, yapcen gali bize bişeyler”  Şimdilerde ergenlerin gözlerini devire devire, dudaklarını uzata uzata dediği gibi uzun bir “ yok artııııık” geçip hızla uzaklaştı içimden. Ne iş yaptığımı da biliyorlardı. Altın günü falan olamazdı bu. Milli istihbarat teşkilatının yerel birim sorumlularının toplantısının göbeğine düşmüştüm de haberim yoktu. Çok geçmedi, mesele anlaşıldı.  Çay işlerinden sorumlu süslü Matahari’nin oğlu eşimin öğrencisiydi ve haber kaynağı da işte o stajyer ajandı.

         Çaylar tazelendi,  kısırdan bir tabak da babaannenin mesai bitimi çardağa uğrayacak gelinine ayrılıp kalanı hepimize pay edildi. Fethiye çılgın bir kahkaha daha atıp bana döndü. “ Ah Filiz ablaaa, sen bize asıl geçen sene lazımdın.”  Bu gruptan gelecek hiçbir şey artık beni şaşırtamazdı. Laf olsun diye sormuş bulundum, “Niye ki, hayırdır?”  Kadınların hepsi koca birer kahkaha patlattı. Bir sigara daha yakıp devam etti Fethiye. “Geçen sene Mart sonu Nisan başı gibiydi…” “Nisan’ın on biriydi” dedi emekli bankacı sandığım Fidan Hanım. “Üç gün sonra annem rahmetli oldu, ordan biliyom, Nisan’ın on biriydi.”  “Neyse işte” dedi Fethiye. Koca kış içerlerde kapana kapana ruhumuz sıkılmış, hep beraber pikniğe gidelim dedik. Konuştuk, ayarladık. Kimi çaydanlık getirdi, kimi küçük tüpü sardı pazar arabasına, kimi böğrek yaptı, kimi domattı, biberdi, peynirdi derken, sabah erkenden çıktık yola. Yürüye yürüye tepedeki çamlığa gitcez. Akşama kadar yiyip içip, çoluk çocuğu şöyle bi havalandırıp gelcez. Yedik içtik, goca goca garıla, ip bile atladık. Dönüşte Ahsen abla, çay dağıtan kadına ah sen yok musun seeen… der gibi kafasını sallaya sallaya baktı Fethiye, “Kızlar, boşalan poşetlere çam toprağı doldurun, gübredir, iyi gelir çiçeklere” dedi. Hepimiz çakı bulmuş bayram çocuğu gibi, bi sevindik, bi sevindik sorma gitsin. Bi kilo kestane toprağına ebesinin nikâhını istiyo çiçekçile. Pazar arabalarına doldurduk çam topraklaanı, getirdik evlere. Afrika menekşeleenin, asmalaan, gülleen, maydanozlaan dibine doldurduk mu çam toprağını biz? Annem de istedi hatta ona da verdim bi poşet. Domatesleen dibine dökmüş o da. Sen de bir ay, ben diyim iki ay… Anam bizim çiçekleee, gülleee,  domatlaa bi iştahlı, bi iştahlııı… Hakkat de bildin gübre… Saksılaaan, asmalaaan dibinde bi de ısırgan otu çıkıyo ki fırça gibi… Anam berekete bak sen. Kimimiz istemem ısırgan falan deyip yolup atıyo,  ama çoğumuz gıyıp da yolamıyoz. Dursun ne zararı va sana ısırgan otunun? Az daha büyüsün, toplaa böğrek yaparız. Az daha geçince bizim ısırgan sandığımız otla büyüyüp boy attı mı? Bi de tomurcuklandı, bildiğin çiçeğe durdula. Saksılaa dolusu zümrüt yeşili çiçeemiz oldu. Aman Filiz Ablam, çiçekleen yanıbaşından da şıp şıp sula damlamıyo mu? Aha, dedim. Çiçekleen adını buldum. Aşkın gözyaşları olsun adı.”  Grubunu en genci Figen cilveli cilveli baktı Fethiye’ye, “pek de romantiğiz hani…”  “Sus gız” dedi Fethiye, “romantiğim tabi, ne sandın?” “Sonacııma Filiz Ablam, bizim çiçeklee büyüdü, zümrüt yeşili oldu her yer. Bi gün yine böyle oturuyoz komşulaalan, benim bi müşterinin kocası sivil polis, Arif abi. O çıktı geldi. “Feethiye, şu çiçeklerden bi saksı da ben istiyorum” dedi. Buyur al abi, senden kıymetli mi, dedim. Aldı götürdü. İki gün sonra bi kadın polis geldi, sohbet muhabbet aynı şimdiki gibi, bi saksı çiçek de o istedi. Ona da verdim, aldı gitti. İki gün sonra bi kadın polis müşterim daha gelip çiçek isteyince hem benim aşkın göz yaşları ünlü oldu diye sevindim hem de azcık şakayla karışık kızam dedim, “eee yetti gali ama, bana çiçek bırakmadınız yahu, bahçıvanınız mıyım ben sizin ” deyip bi saksı çiçek de ona verdim. Derken Filiz ablam, o gün akşamüstü bana bi telefon, Fethiye hemen karakola gel, diye… Koşa koşa gittim karakola. Bi sorgu, bi sual… Ne olduğumu anlamadım. “Bu çiçekleri nerden buldun? Kim verdi bunları sana? “Pikniğe gittik arkadaşlaalan, ordan getirdiğimiz topraktan çıktı” diyom, arkadaşların kim? diye soruyola… Ah ablam, o akşam sokağın bütün garıları karakolda toplaşdık mı biz… Herkese tek tek sordulaa, gocan mı gullanıyo, oğlun mu içiyo… Ne içiyo, kim içiyo anamadık biz bişey. Topladılaa hepimizi polislee, piknik yaptığımız çamlığa gittik, gösterdik yeri. Annammm Filiz ablam, meğerse keten mi, kenevir mi neymiş ya o çiçeklee… Uyuşturucu yapılıyomuş benim aşkın gözyaşlarından. Saksılaadaki, bahçeleedeki bütün çiçekleri yolduk yolduk polislere verdik. Sonunda anladılaa bizim öyle bişey yapmıcemizi, “neyse ki hepinizi tanıyoruz, bi daha görürsek affetmeyiz” deyip saldılaa bizi. Anam, ne korku, ne korku bizde… Karakoldan çıkaaken tövbe ettik bi daha bilmediğimiz otu çöpü eve sokmamaya.”            


          Hey Allah’ım yarabbim, güler misin, ağlar mısın? Güneş eğilmiş gitmiş, haberimiz yok. Daha eve gidip yemek yapacağım.  “Hadi Fethiye, benim şu saçlara bi el atıver de gideyim artık” derken gelin hanım girdi bahçeye yorgun argın. Bi elinde çekirdek torbası, belli ki yorgunluğunu burada bırakıp öyle gidecek evine, bir elinde bir dal çiçek… Kayınvalidesine çiçeği uzatıp gülümsedi, “anne bak, köşedeki evin bahçesinden sarkıyordu, saat çiçeği galiba, dikelim de tutsun.” “Yok yok, mum çiçeği o” dedi Ahsen Hanım, “mor mor açar çok güzel olur. Tutarsa bana da çoğaltın bi saksı.” “Yok ayol” dedi Fidan Hanım, “Japon Gülü o,     pek fena kokar, istemem, uzak tutun benden,” Fethiye kapıdan kafasını uzatıp gelinin elindeki çiçeğe baktı, “Aaaa benim bahçeye de dikin ondan bakam, pek severim sarmaşığı…” 15 Eylül 2015 SONSUZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder