Karabasan/Filiz Sonsuz

              Bu ne böyle? Camlar patlıyor. Bütün oda cam kırığı…  Dolabın kapağı yıkılıyor üstüme. Aynalar  yüzümü mü kesmiş? Hayır yüzüm kanamıyor. Bu kan ne o zaman? Kıpırdayamıyorum.  Ne kadar zaman geçiyor böyle? Yüzlerce yıl mı? Birkaç saniye mi?  Helikopterler geçiyor tepemizden… Çığlıklar, ağlamalar… Anlamıyorum söylenenleri, ama derinlerden bir kadın sesi… Ağlamakla konuşmak arası bir şey...  Bir hikaye anlatıyor. Binlerce yıl öncesinden gelip binlerce yıl sonrasını anlatan bir şeyler söylüyor sanki kadın ağlayarak. Uzaklardan bendir sesleri geliyor belli belirsiz. Yavaş yavaş yaklaşıyor sesler. Ağır ve acıklı bir ayin başlıyor odanın ortasında. Ölmüş çocuklar var  yerlerde. İşte o kadın… Kucağında bir ölü çocuk, battaniyeye sarılı… Ağıt yakıyor kucağındaki küçük cansız bedene. Elinde bir sopa... Sopanın ucunda bir beyaz  bez…  Ağlayarak konuşuyor bilmediğim ama çok sık duyduğum bir dilde.  Çığlıklar  yükseliyor arkalardan bir yerden. Dipsiz bir kuyudan yankılanıyor çığlıklar. Bütün dünya çığlığa kesti bak. Ama ben neden kıpırdayamıyorum? Kaldırıp atamıyorum üstümden yıkıntıları. Nasıl bu kadar ağır olabilir ki? Alt tarafı dolap kapağı işte. Kollarım kalkmıyor. Karabasan mı bu? Uyansam geçer mi?

             Sonra, nasıl oluyorsa çıkıyorum odadan. Her yerim kan revan içinde. Her yerim parça parça… Bir elim bileğimden kopmuş… Sesler geliyor sokaktan. Koşuşturanlar, bağıranlar… Siyahlar giymiş kadınlar, erkekler… Kavşağı kapatmışlar.  Kabarık, dalgalı saçlı bir kadın izleyenlere doğru koşuyor. “Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Zayıf bir adam kavşağın diğer ucunda biriken kalabalığa yöneliyor, her birinin ellerine tek tek dokunarak bağırıyor, “Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Birden, bütün kavşak siyah giymiş kadınlarla, adamlarla doluyor. Etraflarında halkalanmış izleyen kadınlara ve adamlara tek tek dokunup bağırıyorlar, “Ölüyorlar… Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Balkonlardan bakıyor herkes. Çamaşır seren bir kadın “Ölüyorlar” çığlıklarına şöyle bir bakıp, işine dönüyor. Seleden bir yastık kılıfı alıp mandallıyor çamaşır teline. Bir çorap teki düşüyor yastık kılıfının içinden yere. Söyleniyor kadın.  Üst kattaki balkonda sigara içiyor bir adam. Sandalyesinden kalkıp, balkon demirlerine dayanıyor. Uzun uzun bakıyor kavşakta olan bitene. İzmariti öfkeyle fırlatıyor üzerlerine. Kalabalığın arasında bir yerlere düşüyor izmarit. Dumanını görüyorum. Kamyon lastiği yakmışsın sanki. Kapkara çıkıyor izmaritin dumanı. Karabasan mı bu?  Uyanamıyorum. Biliyorum, uyansam geçecek. Dan diye çarpıp balkon kapısını, içeri giriyor emekli öğretmen. Perdeyi  öyle öfkeyle çekiyor ki, halkaların kornişte çıkardığı ses yayılıyor şehrin üstüne. Ağlamakla konuşmak arası gidip gelen kadının sesi karışıyor kornişin sesine. Balkonunda donup kalıyor bir genç kadın. Kilim silkeliyordu az önce. “Ölüyorlar… Ölüyorlar…” Ağlıyor mu ne?  Kimseler görmesin istiyor ağladığını ama.  Kilimi atıp balkon demirlerine, elleriyle kapatıyor yüzünü. Ellerinin tozu gözünün yaşına karışıyor. Kapkara oluyor kadının yüzü. Gözlerini göremiyorum. En üst kattan bir adam, uzatmış çirkin, şişman, yağlı suratını sokağa ve öfkeden pancar gibi kızarmış,  gözlerini belerterek bağırıyor kavşakta toplananlara. Ne dediğini duymuyorum. Öyle çirkin, öyle çirkef ki, ağzını her açışında ceset kurtları saçıyor tükürük yerine ve aynı sebepten,  duymuyorum ne dediğini.  Daha demincek koşuşturup çığlıklar atan adamlar ve kadınlar yerde yatıyorlar. Kavşakta sesler kesiliyor sonra. Sinek uçsa duyarsın. Çıt yok. Arabalar, çocuklar, rüzgar… Duruyor hepsi birden.  Ah! Biliyorum, uyansam bitecek.  Uyanamıyorum.

                Kavşakta buluyorum kendimi. Güneş battı batacak. Sararıyor dünya. Gölgeler upuzun. Yerde yatanların nabızlarına bakıyor birisi.  Önce kabarık saçlı kadının bileğini tutuyor. Bütün dünyayı kaplıyor ses. Koca şehir, dev bir kalp gibi atıyor. Bırakınca bileği, ses kesiliyor. Biliyorum bu bir karabasan.    O halde ben de yapabilirim. Rüyada doktor olabilirim. Saçlarımın yarısı  kıpkırmızı ve kıvırcık.   Beyaz bir giysi var  üzerimde. Galiba doktorum.  Bir diğerinin bileğinde parmaklarım. Nabzımla aynı şiddette atıyor nabzı. Kalplerimizin sesi kaplıyor yine her yeri. Güm… Güm… Güm… İzleyenlerin arasından insanlar geliyor yanımıza. Her biri yerde yatanlardan birinin bileğini tutuyor. Birden, bütün dünya kavşak oluyor. Yerde yatanlar ve yerde yatanların bileğini tutanlar… Dünya kalp atışına kesiyor.  Evreni kaplıyor… Sağır ediyor kulakları. Güm…Güm… Güm…

             Barut kokuyor hava. Fesleğen dikiyorum saksılara. Balkon fesleğen doluyor. Ama barut daha çok kokuyor fesleğenden. Daha çok fesleğen dikiyorum. Sokağın başında kocaman, ağır, tahta bir kapı yavaş yavaş açılıyor. Bir  dengbej beliriyor kapının önünde. Ağır ağır geçiyor sokaktan, telaşsız. Arkasında koşuşturan ölü çocuklar…   O çok sık duyduğum ama bilmediğim dilde anlatıyor. Ağlıyor da galiba.  Bu sefer anlıyorum bilmediğim bu dili. “Yok edemezsin kokuyu, insanların yerine gömmezsen barutu…”   Ben ne zaman öğrendim Kürtçeyi?  “Rüya bu” diyor annem, “rüyanda öğrenir, uyanınca yaparsın öğrendiğin her şeyi.” Her şeyi mi? “Evet, her şeyi” diyor. Annem tarhana pişiriyor. Biliyor, iyileşirim tarhanayla. Aniden, volkan gibi püskürüyor tarhana. Dere olup sokağa akıyor köpük köpük. “Ama taşıyor?” “Taşsın” diyor annem, “ herkese yetmez taşmazsa.” Canım yanıyor. Öleceğim acıdan. “Anne, kaldır şu dolap kapağını üzerimden.” “Yapamam” diyor. “Karabasan bu. Uyanmalısın.” Uyanamıyorum. Aklımdan deli şeyler geçiyor. Tam şu anda ölsem mesela… Kopmuş film şeridi gibi,  makarada dönüp durur mu rüya? 20 Aralık 2015
            

1 yorum: