Çay ve İhtiyaç Molası/ Filiz Sonsuz

“Anlatsan güzel olabilecek bir hikaye değil, anlatmak zorunda olduğun bir hikaye bulmalısın.” Böyle söylüyor Altın Palmiye ödüllü yönetmen Ken Loach, Evrensel gazetesinde Arif Bektaş’a verdiği röportajında.   Yazma serüvenimiz boyunca yakamızı bırakmayan ve fakat adını da koyamadığımız duyguyu bir cümlede özetliyor işçi filmlerinin ödüllü yönetmeni.

  Anlatsak güzel olabilecek bi dolu hikayemiz vardı cebimizde. Her biri ahenkli kelimeler senfonisi, süslü edebi cümleler derlemesi… Ne kadar da  kolay olurdu. “Sen hep gül ki hayat da sana gülsün” içerikli yüzlerce kişisel gelişim hikayesi yazabilirdik mesela. Yazardık tabii, sonuçta yazanlardan neyimiz eksikti ki. Sonra… Bol kepçeden kahramanlık hikayeleri… Acıklı Kemalettin Tuğcu taklitleri… Paçalarından salaklık derecesinde romantizm akan aşk masalları falan... Ama işte yakışıklı kelimeleri, süslü tamlamaları yan yana dizip edebiyat yaptığımız yalanını sizlere sunamazdık.  Eli az buçuk kalem tutan herkes gibi bizim de sorumluluklarımız vardı. Gerçeğin ve  tam da Ken Loach’ın dediği gibi, anlatmak zorunda olduğumuz hikayenin peşine düşmek…  Yazmak eyleminin gerçekleşmesi olası sonuçlarını düşününce, sorumluluğumuz vardı kendimize, sizlere ve gerçeğe karşı. Sevsek de sevmesek de, beğenseniz de beğenmeseniz de, ortada tabak gibi dursa da, bir kıyıda saklanıp kalsa da görebildiğimiz, sezebildiğimiz kadar anlatmalıydık gerçeği. Öyle de yaptık. Ya da en azından yapmaya çalıştık.   Yaklaşık üç yıldır, inatla,  anlatmak zorunda olduğumuz hikayenin peşine düştük bu sayfalarda. İçimizi acıtsa da anlattık, yüreğimizi yerinden söküp atsa da…  Çoğunlukla içinden geçtiğimiz kurşun grisi günlerin ağırlığını anlatmaya çalıştık. Hep birlikte bunca kanın, zulmün içinde debelenirken, ya yaşadıklarımızı yazmalıydık ya da hiçbir şey. Başka türlüsü, şehir yanarken oturup saçını taramak olurdu zira. Biz yangını yazmayı seçtik. Hadi atlamayalım, gülümseyerek anlattığımız zamanlar da oldu. Olmalıydı da. Gülmek güzel şey zira.

  Ama işte, az biraz yorulduk dostlar. Yazmak mı daha yorucuydu, yaşamak mı bilemedik. Biraz durup soluklanmamız gerekiyor.  Yüksek müsaadenizle, biraz çekilelim diyoruz. Şöyle bir iki ay kadar…  Daha önce de yaptığımız gibi… 
  Sonbaharda tekrar buluştuğumuzda, umarız buluşabiliriz, daha   güçlü bir sesle, daha büyük bir enerji ile devam edelim kaldığımız yerden. Yeniden başlayalım yazmak zorunda olduğumuz hikayeleri bulup gün yüzüne çıkarmaya.  
  Yeni kararlarla döneriz belki sayfalarımıza. Örneğin ben, otosansürsüz yazabilirim belki. Neyi mi?  Küçük kadıncıkların ve küçük erkekçiklerin komik insan hallerini mesela.  Çuvalladığını  fark edemeyen dinozorları, fark edip kıvıramayan paytak ördekçikleri, kıvırdığını sanıp  batıran zavallıları, iktidarın yüksek rakımında oksijensiz kalıp halüsinasyon görenleri, iktidarda olduğunu sanıp kendine bile sahip olamayanları, kocacıklarına sahip çıkmaya çalışırken kendini kaybeden kadıncıkları, karıcıklarına sahip çıkıyormuş gibi yaparken gözleri felfecir okuyan erkekçikleri, dünyanın en önemli işini yapıyormuş zannıyla kasım kasım kasılanları,  gerçekten de dünyanın en önemli işini yaptıkları halde görmezden gelinenleri, gölgesinden korkan kahramanları, korku duvarını yıkıp geçmiş sıradan insanları, kendimi, sizleri, bizi, hepimizi… Ama en çok da iktidarı… Siyasetteki, evdeki, ofisteki,  kahvedeki, sokaktaki, eylemdeki iktidarı… İktidarın aslında ne kadar da  komik bir şey olduğunu… Aslında hiçbir zaman mutlak iktidar olunamayacağını fakat öyleymiş gibi yapılması gerektiğini… Şimdiden söz size.  Sonbaharda ilk öyküm iktidarlar üzerine olsun. Hep birlikte gülelim biraz.

YAZ SEZONU İÇİN BİR ÖNERİ ( SAĞ KALMAYI BAŞARABİLİRSEK)
Bu arada, yönetmen Ken Loach’ın çalışmalarından ve duruşundan çok etkilendiğimi söylemeliyim. Bu yaz sezonunu muhtemelen  Ken Loach filmleri izleyerek geçireceğim. İzlemek isteyebilirsiniz düşüncesi ile filmlerinin isimlerini paylaşmak istedim. Vikipedi sağolsun, tam bir liste sundu.  Görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.
Kenneth Loach , (d. 17 Haziran 1936 Nuneatonİngiltere) İngiliz televizyon ve sinema yönetmeni.
·         Poor Cow (1967)
·         Kes (Kerkenez) (1969) (Kenneth Loach olarak)
·         The Save the Children Fund Film (1971)
·         Family Life (1971)
·         Black Jack (1979))
·         The Gamekeeper (1980)
·         Looks and Smiles (1981) (Kenneth Loach olarak)
·         Fatherland (1986)
·         Hidden Agenda (Gizli Gündem) (1990)
·         Riff-Raff (Ayaktakımı) (1990)
·         Raining Stones (1993)
·         Ladybird Ladybird (Minikkuş Minikkuş) (1994)
·         Land and Freedom (Ülke ve Özgürlük) (1995)
·         A Contemporary Case for Common Ownership (1995)
·         Carla's Song (Carla'nın Şarkısı) (1996)
·         The Flickering Flame (1997)
·         My Name Is Joe (Benim Adım Joe) (1998)
·         Bread and Roses (2000)
·         The Navigators (2001)
·         Sweet Sixteen (Afili Delikanlı) (2002)
·         Ae Fond Kiss (2004)
·         Tickets
·         The Wind That Shakes the Barley (2006)
·         It's a Free World (İşte Özgür Dünya) (2007)
·         Looking For Eric (2009)
·         Route Irish (2010)
·         The Angel's Share (Meleklerin Payı) (2012)
·         Jimmy's Hall (Özgürlük Dansı) (2014)
·         I, Daniel Blake (2016)

                                                                          22.05.2016  SONSUZ

Bir Milyon Gül/Arzu Doğan

Rutin hayatımda kısa molalar verdiğim zamanlardır hafta sonları. Gene öyle bir hafta sonu bir değişiklik yapıp uzun süredir ihmal ettiğim huzur evine ziyarete gitmeye karar verdim. Ziyaretçi bekleyen yorgun gözleri gülümsetmeyi seviyorum orasının atmosferi bambaşka benim için. Her ziyaretimde kendimi zaman makinasındaymış gibi hissediyorum. Sohbetler, kullanılan sözcükler, kıyafetler, yaşanılan ömürler hepsi zamanın ayrı bir bölümünden. Belki benimkisi denizde küçük bir damla ama gene de onların biraz olsun gülümsemesi beni rahatlatıyor.

Elimde her ziyaretine gittiğimde mutlaka bulunan beyaz gülleri görünce gülümseyip kollarını açarak sarılmıştı müzisyen amca. ‘Neredesin sen ’dedi hafif sitemkâr. ‘Bu ara işlerim biraz yoğun ancak fırsat bulabildim affet’ dedim. Güllere baktı ve ‘bu kez bu güller için affediyorum ama beni bu kadar ihmal etmemelisin’ dedi.

Müzisyen amcanın etkileyici bir hikâyesi vardı üçüncü ziyaretimde bakıcısından dinlemiştim. Oldukça başarılı bir obua sanatçısıydı. Meslek hayatının en verimli döneminde en iyi orkestralardan birinden ayrılmıştı. Sebebini çevresinden uzun sure sır gibi saklamış gurur meselesi yapmıştı. Müzisyen amca alzheimer hastasıydı. Birkaç konserde notaları unutmuş, tanıyamamış ve bu mesleğini bırakmasına sebep olmuştu.

Bir sohbetimizde ‘hayat çok ilginç değil mi? 50 yıllık bir tecrübe ve bir anda silinip gidiyor. Ama unutmayacağım her gün bir saat zirveye kadar nefes alıştırması yapıyorum’ dedi yüzünden ve gözlerinden kararlılık ve azim fark edilmeyecek gibi değildi. Bu yaşta bu zorluklara rağmen bu tutku değil de neydi?
Hasta olmak veya unutmak asla onun tercihi değildi bunu o istemedi ama unutmamak da onun elinde değildi. Her ne kadar kabullenmese, dirense de gün gelecek her şeyi unutacaktı.

Huysuzluğu biraz bu yüzdendi. Unuttuğu bir şey olursa asla kabul etmezdi. Huzur evinin rutin sağlık kontrollerinden birinde kıyametleri koparmış, doktor, hemşire kim varsa kavga etmişti. Kavga sebebi de alzheimer seviyesini ölçmek için amcaya sorulan ‘Paraya ihtiyacın olduğunda para almak için nereye gidersin?’ sorusuna cevap verememiş ve ’Ben hasta değilim. Bir gün her şeyi unutup sadece nefes alan yaşadığını dahi fark edemeyen biri olmayacağım’ diye haykırmış ve bu çok gururuna dokunmuştu.

Müzisyen amca, ona bir şey söyleyeceğimi anlamış gibi ‘Hadi söyle’ dedi. Afallayarak ‘Neyi anlamadım ’dedim.  ‘Güllelerle geldiğine göre bir şey söyleyeceksin’ dedi. Gülümsedim ‘beni iyi tanıyorsun ama kızmandan korkuyorum’ dedim biraz tereddüt ediyordum hala.

‘Meraklandırma söyle’ dedi.

‘Müzisyen amca, biliyorsun yakında ımmortal song konserleri var. Bu şarkılar genelde senin olduğun kuşağa ait. Rica etsem bir şarkılık performansta obua çalar mısın?’

Gözlerinin içi parladı önce, yüzü düşerek sonra ‘Hangi şarkı?’dedi.

‘One million roses’ dedim.

‘Notalarını biliyorum ama emin misin?’Tereddütlü olduğu belliydi. ‘Sana ve 50 yıllık tecrübene güveniyorum’ dedim. Ruhunun okşandığı belliydi, gülümsedi ve gururla ‘Tamam küçük hanım sizin ricanızı kırmayacağım ve çalacağım bana güvenebilirsiniz,’dedi.

‘Konser gününü haber veririm ama Şimdi iznini istemeliyim’ diyerek sarıldım ve oradan ayrıldım.

Şef ondan habersiz böyle bir şey yaptığım için canıma okuyacaktı. Beklediğim gibi de oldu, duyduğu an detayları dahi dinlemeden kıyameti kopardı. Kızgınken gerçekten ortaçağ beyefendiliğinden iz kalmıyor. Neyse şef, müzisyen amcayı provaya çağırdı, amacı birazda tanımaktı. Anlaşılan sanat hayatını biraz araştırmış ve başarılarla dolu geçmişini öğrenmişti müzisyen amcanın.

Prova bittikten sonra şef onu odasına çağırmıştı. ‘Geçmişinizden etkilenmemek mümkün değil ancak sizi orkestraya dâhil edemem,’dedi.

Müzisyen amca hiddetlenerek ‘Neden’ dedi.’ Çok iyi bir müzisyen olabilirsiniz ancak sağlıklı değilsiniz. Ben orkestramda sağlıklı, dayanıklı kişiler istiyorum ‘dedi.
‘Size göre sağlıklı ve dayanıklılığın ölçüsü nedir?’

‘Üç saat dayanabilecek ve aralıksız çalabilecek sanatçı’ dedi şef.

Tanrım, yaşlı bir adamın hem de nefesli bir çalgı aleti olan obua ile üç saat aralıksız performans bu imkânsızdı. Şef niye bu kadar zorluk çıkarıyordu ki alt tarafı dört dakikalık bir şarkı çalacaktı. Âmâ yok illa zorluk çıkaracaktı.

‘Tamam’ dedi müzisyen amca ‘Sana yaşlı ve işe yaramaz olmadığımı kanıtlayacağım, üç saat çalacağım, bunu yapabilirim, biliyorum’ dedi ve kapıyı çarpıp gitti.

Sinirden delirmiştim. Onu oraya ben davet etmiştim ama şef her şeyi berbat etmişti. Çok ileri gitmişti bu kez. Öfkeyle bende çıktım odadan.

Müzisyen amca ne dediysem dinlemedi beni, ikna olmadı. Halka açık bir parkta meraklı gözlere rağmen obuasını eline aldı başladı çalmaya.

Dönüp şefi aldım ve onu getirdim. ‘Bir şey demeyin lütfen, sadece izleyin. O burada olduğunuzu bilmiyor’ dedim şefe gözlerimden alev saçarak.

Müzisyen amca, cafe müziklerine, kahkahalara, gençlerin alaycı tavırlarına rağmen hiç ara vermedi. Ara sıra sendeledi, yorgun bacakları onu taşımakta zorlandı ama gene de yılmadı. Tam üç saat direndi ve çaldı şef ise üç saatin sonunda karsına geçip alkışlayarak ‘Bu kadarı yeterli ’ dedi.

Müzisyen amcanın yüz ifadesini hala unutmam ve sözlerini de.  ‘Bedenim yaşlanabilir, her şeyi hatta kendimi bile unutabilirim ama parmaklarım 50 yıldır öğrendiklerini asla unutmayacak’ dedi.

Immortal song konseri ise beklenenden çok daha ses getirmişti, özellikle one million roses şarkısıyla. Evet, o şarkıyı müzisyen amca çaldı ve son performansı oldu.

Ama şarkıda da dediği gibi o inancıyla sanatına olan sevgisiyle ‘bir milyon gül açtırdı insanların kalbinde’…
                                                                                              ARZU DOĞAN


Feysbukta Kahve Keyfi/ Filiz Sonsuz

          Keyfi yerindeydi. Islıkla  Şu Dalmadan Geçtin mi türküsünü çalıyordu bir saattir. Gelip geçerken anasından keskin bir makas alıyor, sarılıp öpüyordu. Hınzır bir teke gibi, oradan oraya koşup konup duruyordu deminden beri.  Kollarını kartal kanadı gibi iki yana açıp, avlunun döşeme taşlarına diz vurup türküyü bitirdi, “hey gidinin effesi, efesiii, effelerin efesiii…” Sahne gayet etkileyici olabilirdi, sesi bakışıyla bu kadar tezat, bu kadar ince olmayaydı. O kartal bakışlara gümbür gümbür bir ses eşlik etsin istiyordu insan nedense. Ortaokul yıllarında başlamıştı sesinin inceliğine sinir olmaya. Arkadaşları Kız Ali diye dalga geçmeseler bu kadar da dert etmeyebilirdi belki. Üstüne bir de folklor ekibindeki itilmişliği eklenince… Ne demişti öğretmen? “Ali, sen dur oğlum, Osman bağırsın “haydi efeleeer” diye. Onun sesi daha şey…”  O günden sonra Osman’a, sesinin ince olmasından daha fazla kızar olmuştu. Osman’daki de sesti hani. Bayramların, önemli gün ve haftaların aranan ismi Osman… Bir başlardı şiire, “Alll bir kalpak giymişti alll, all bir ata binmişti all…”, Allah sizi inandırsın okulun bahçesindeki herkes hüngür hüngür ağlardı. Neyse işte, incecik sesi ve Osman, Ali’nin adeta hayatını karartan koyu gölgelerdi.

      Büyüyüp delikanlı olduğunda lakabı da değişmişti. Köylüler başı yerde Ali diyorlardı artık ona. Anası pek bi sevmişti bu lakabı. Adam dediğin böyle olurdu işte.  “Namusundan başını yerden galdırmıyo.  Garıya gıza gözünü dikip bakmaz  Ali’m. Deligöz mü benim oğlum?” Tamam, gözleri felfecir okumazdı, doğruydu da, başının yerde olması daha çok, kimseyle konuşmak zorunda kalmak istememesindendi. Ya biri kalkar da hal hatır sorarsa? Ya birilerine bir şeyler söylemesi gerekirse? Susup yoluna devam etmek varken… O incecik sesiyle…  Birkaç aydır farklıydı ama. O sessiz, o içine kapanık Ali gitmiş, neşeli, hevesli,  tanıdık tanımadık herkese selam verip hal hatır soran birisi gelmişti. Günlerce sakalını kesmez, saçını taramazken birkaç aydır her gün tıraş oluyor, üstüne başına dikkat ediyordu. “Ah be güzel anam, düzgün yap şu ütüyü. Yine iki  çizgi yapmışsın tişörtün koluna.”  Yazın cehennem sıcağında bile, babası gibi  uzun kollu gömlekten başka bir şey giymezken, televizyon dizilerindeki gençler gibi giyinmeye başlamıştı. Kot pantolonlar, üstüne yapışan tişörtler, spor ayakkabılar… 

      Bu gün çok daha farklıydı. Her şey bir saat kadar önce başlamıştı. Elinden düşürmediği cep telefonundan füfüfüyt diye ıslık sesini duyup ekranına bakınca gözleri parlamıştı. Mutfağa koşup bir cezve su ısıttı.  Avludaki ayağı sallanan masanın üstüne boydan boya çatlamış, insanın yarısını başka, yarısını başka gösteren aynayı dikkatlice yerleştirdi. Suratını köpürttü. Çocuk gibi neşeli çıktı sesi, “Ana bak noyel babaya benzedim…”  Yaşlı kadın işlediği etamin yatak örtüsünden başını kaldırıp, gözlerini kısıp, suratı köpük köpük beyaza kesmiş oğluna baktı, “O kim ülen?”  “Hani Amerikalıların va ya ak sakallı dedesi, yılbaşılanda sırtında çuvallan geziyo, o işte.”  Uzun bir “Töbe estağfirullah” çekti anası. “Ülen töbe de. Adam gibi birine benze bari. Elin gavuru…” Babasının annesiyle şakalaşmalarını  taklit etmeyi severdi Ali. Tıpkı babası gibi yan yan baktı annesine, “Hadi gocagarı, dırdır etme de işle bitir elindekini. Gelin getircem sana, ona verirsin çeyiz diye”  Başını dizindeki saman sarısı kumaşa eğip işlemeye devam etti kadın. Renk renk güllerle beziyordu  kumaşı. “Yoook orda dur bakam Ali efendi” dedi. “Bu karyola örtüsü benim. Kimselere vermem. Gelin hanım işlesin kendi örtüsünü.” Çenesinin altından tıraş  bıçağını dikkatle geçirdi Ali. Aynada şöyle bir baktı kendisine.  Sinek konmaya cesaret edemeyecekti suratına. Muslukta serin serin sular çarptı yüzüne. Saçlarını ıslatıp jöleler sürdü, kirpi gibi, dik dik yaptı saçlarını. Anasının yanıbaşına oturup dirseğiyle dürttü kadını, “Gız senin karyolan mı va da örtüsünü işliyon? Verirsin gelincazına, sevinir garip.”  Ciddileşti kadın, “Örtüyü veren Allah karyolasını da verir belki, sen ne garışıyon Allah’ın işine?”
 
       Telefonunun ekranını tişörtünde gezdirip pırıl pırıl yaptı Ali. Amcaoğlunun numarasını çevirip bekledi. Amca oğlu sinirli açtı telefonu. “Ne va len? Ne zırlatıp duruyon sabah sabah?”  Ali uçuyordu sevinçten. “ Sağdıç” dedi pür neşe. “Hazır ol, bu akşam gidiyoz.”  Ali’nin neşesi amca oğluna geçti. “Hakkat mi len? Bu akşam mı?” “He len bu akşam.”  “Kaçta?” “Yatsıdan sonra, gavede bekle beni.”  Vakit geçmek bilmedi. Kabına sığamadı Ali. Kahveden eve, evden amca oğlunun dükkâna, dükkândan kahveye… Kaç tur attı Allah bilir. Gözü telefonda, aklı gece olacaklarda…

       Aynı telaşı, aynı heyecanı yaşayan biri daha vardı. İsmet’in Memet…  Köyün sessiz sakin delikanlısıydı Memet. Tıpkı Ali gibi… Sorulmazsa söylemez, görülmezse görmezdi. Aslında kimseyi görmezdi. Bir tek  Meseret. Varsa yoksa Meseret. Çocukluğundan tutkundu kara kaşlı kara gözlü, baygın bakışlı komşu kızına. Sonunda geçen yıl bu günlerde, nasıl olduysa, bir bayram sabahı bir gofret tutuşturdu Memet, Meseret’in eline. Kız hafif kikirdeyip evine kaçtı. Bahçe kapısını kapatırken Memet’e bakıp ”görüşürüz” dedi. Havalara uçtu Memet. “Ah ulan” diye geçirdi içinden, ilçeye kadar gitmişken,  pastaneden yaptırsaydı ya bi kutu çikolata. Şöyle şıkır şıkır, parlak kağıtlara sarılı olanlarından… “Neyse” dedi. “Söz kesmeye giderken artık… Bi demet kırmızı gül, bi kutu da çikolata...” O akşam Meseret, Memet’e arkadaşlık isteği gönderdi feysbuktan. Memet gözlerine inanamadı. Elleri titredi sevinçten.

      Akşamı zor etti Memet. Arabayı yıkadı pırıl pırıl yaptı.. Külüstür falan ama, bak işte nasıl işe yarayacaktı bu akşam. Kalacakları yeri ayarlamıştı iki gün önceden. İlçeye, ablasının evine götürecekti Meseret’i. “Babam hocanın oğluna verecek beni Memet’im. Kaçalım” dediğinde, bir an bile düşünmedi Memet. “Sen ne zaman dersen…” dedi. “Ne zaman istersen…” Ortalık durulunça çıkar gelirler, af dilerler, her şey yoluna girerdi nasıl olsa.

       Camiden çıkan  yaşlılar dağılıp evlerine gidince gençler kaldı kahvede. Ali, kahvenin puslu kirli aynasında bir kez daha baktı kendine. Saçlar kalıp gibiydi. Neyse ki tişört siyahtı da üstüne damlayan çayın lekesi belli olmuyordu. Füfüfüyt… Bir ıslık daha çınlattı telefon. Amcaoğluydu, “Gavenin köşedeyim. Bekliyom.” Fırladı çıktı Ali kahveden. Amcaoğlunun yanına oturdu. Bastılar gaza. “Nereye?” diye sordu amcaoğlu. “Okulun arkasında bekleycek” dedi Ali. Okulun arkasına park edip beklemeye başladılar. Köyün bir ucundaydı okul. Bir kaç ev, bir  kaç hayvan damı, o kadar… O saatte gelen geçen de olmazdı. Bir iki adam, konuşa konuşa geçip gitti yanlarından. Saat gelmiş çoktan geçmişti, ama kız hâlâ yoktu ortalıkta. Amcaoğlu beklemekten sıkılmış, oflayıp öfleyip duruyordu.  “Sadıç, sen iyi anladın mı? Bugün mü kaçırcaz kızı?” Ali telefondaki mesajı açıp amacaoğluna okuttu. “Al kendin bak, ne diyo?” Amca oğlu ekrana baktı. “Feysbukta kahve keyfi fotorafı koyarsam anla, o akşam kaçcez” diyordu Meseret mesajında. Feysbuku açtı Ali. Fotoğrafta Meseret’le komşu kızları toplaşmış, kahve içiyorlardı. “ Komşu candır. Bahçede kahve keyfi…”  Ali defalarca aradı Meseret’i. Aradığı numaraya ulaşılamıyordu. Belli ki evden çıkamamıştı kızcağız. Belki de babasına yakalanmıştı. Beklemekten vaz geçip, Meseret’in evinin önünden ağır ağır geçip, evlerine döndüler. Ortalık sakindi. Yolda, dikiş nakış kursunun yanında Memet’in arabayı gördüler. Memet sigarasını yakmış, arabada Orhan Gencebay’ı dinliyordu. “Efkar basmış belli” deyip seslenmeden devam ettiler.

         Memet delirecekti. Telefonun ışığı aydınlattı öfkeden kırmızıya kesmiş yüzünü. Mesaja baktı bir kez daha. “Feysbukta kahve keyfi fotorafı koyarsam anla, o akşam kaçcez” Feysbuka baktı emin olmak için. Fotoğraf kabak gibi duruyordu Meseret’in duvarında. Daha bu sabah paylaşılmıştı, “ Komşu candır. Bahçede kahve keyfi…”  Eee, tamamdı işte, kahve keyfi vardı da kız neredeydi ? Çıkamadı evden, diye düşündü. Meseret’i  defalarca aradı, ulaşamadı. Çaresiz eve döndü.


        Ertesi sabah köyde yer yerinden oynadı. Jandarmaya koştu Meseret’in babası. “Kızım kayıp, kaçırıldı zaar…” Çok geçmeden sus pus evine döndü adam. Meseret köyü allak bullak edecek bir fotoğraf paylaşmıştı feysbuktan. Osman’la ikisi, yanak yanağa, ilçenin parkında oturmuş kahve içiyorlardı keyifle. “Aşkımla kahve keyfi. Aşk candır, gerisi heyecandır.” 10.05.2016 SONSUZ

Kulağıma Takılanlar/Filiz Sonsuz


             Dolmuşlarda, istemeseniz de kulak misafiri olursunuz insanlara. Dinlemeseniz de duyarsınız konuşulanları. Hatta biraz toplayabilseniz dikkatinizi,  aklını bile okuyabilirsiniz zorunlu yol arkadaşlarınızın. Öyle bir havası vardır dolmuşların.  Hem sıradan hem çok özel, hem samimi hem biraz mesafeli, hem olduğu gibi hem bazen gizemli, yani tamamen kendiniz gibi insanlarla birlikte gidersiniz nereye gidecekseniz. Halkın siyasi nabzını tutabilirsiniz. Ya da en çok izlenen dizinin kaçırdığınız bölümünde neler olduğunu öğrenebilirsiniz.  Bir eşin ihanetine de tanık olabilirsiniz, bir liselinin yılsonu partisi telaşına da… Kısacası hayatın özetini okursunuz o kısacık yolculuklarda. Bir gün bakarsınız, dağarcığınızda biriktirmişsiniz onlarca hayat özetini.

              Burhaniye Edremit yolu... Arka koltukta bir liseli kız, telefonda. Ben dolmuşa bindiğimde konuşuyordu. Bostancı’ya geldik, hala konuşuyor. Ha, bir de mevsim ilkbahar sonu, yaz başı. Okullar kapandı kapanacak yani. Yani mezuniyet partileri sezonu… “Saçmalamaaaa, bana yeşil gitmeeez. Ben kızılım. Havuç gibi mi gezincem ortadaaa. Bilmiyoruuum, siyahını aliiim diyorum o straplezin. Ya ayakkabıları aldım bileee. Bilekten bağlamalı. Çantası da vaaar. Üstü küçük küçük taşlı, koca bi de tokası vaaar.  Sen ne giycen? Kırmızı giy sen. Sana çok yakışıyoo. Gözlerin de mavi ya. Tamam, beraber gidelim o zaman. Bi sürü değişik şey var orda. Kim? Veli mi? Iııyyyy! Salak o çocuk ya. Kaçıncı söyleyişim. Anlamıyoo. Meşe kütüğü resmen yaaa. Oooolum diyorum. Sen bi kere aynaya bak, benden kısasın diyoruuum. Eee ne var ki, Okan Bayülgen de kısa, diyo yaaa. Ya salaaaak, Okan Bayülgen kiiiiim, sen kim! Bak, bana haber yollamaya kalkarsa bozum et o salağı, Erdoğan’la gidiyo Ayşe, de. Uğraşamıcam Veliyle falan. Yaa öööf, şarzım bitiyooo. Hadi öptüm. Baaayyy…” 

             Edremit Narlı yolu… Narlı Muhtarlığı’nın arabası… Altınoluk pazarından, çantaları, pazar arabaları ağzına kadar basılı bir sürü kadın, zaten tıklım tıklım dolu olan dolmuşa biniyorlar. Çoğu Narlı’nın kadınları. Biri çok yaşlı... Gülbiye Teyze… Onun yaşıtları muhtemelen periyodik şeker, tansiyon, kolestrol ölçümleriyle uğraşıyorlar. Bizim teyzenin maşallahı var. Pazara bile gidiyor. Ama nasıl…      Muavine sesleniyor,   “ Erdiii, şu çantayı go bakam sağlam bi yakaya oğlum. Yumurtalara dikkat et e mi çocum. Her şey ateş pahası, alıncek yinilcek gibi değil. Yime de öl diyola bize ya, ölmecez işte… Anam anam, pazar gezmek yorgunluk, şişti ayacıklaaam. Belim koptu.”  Yanında dikildiği kızın yer vermemesine bozulmuş, “İnen olsa da oturcek yer bulsak…” Kızın kılı kıpırdamıyor, kulağında ıpot kulaklığı, gözünde sahte RayBan, camdan dışarı bakıyor. Teyze, elindeki çilek poşetini kızın saçındaki kelebek tokalara astı asacak. Kız hala oralı değil. Teyze sıkışıklıktan ve sıcaktan kıpkırmızı olmuş bir vaziyette, son çareyi şoföre çatmakta buluyor. “ Remziii, hiç değilse cumartesi günleri arabaya yabancılları almayın oğlum. Bizim köyün kızları olsa şimdiye çoktaaan kalkıp yer verdiydi…” Kız, ters ters bakıyor teyzeye, sonra yine cama çeviriyor tıp tıp çilek suları damlayan kafasını. Birazdan kıyamet kopacak.

               Ayvalığa gidiyorum. Duruşmaya yetişemeyeceğim sanırım. Yarım saat kaldı, hala İskeledeyiz. Telefon çaldı. Önümdeki koltukta oturan kadın, açtı telefonunu. Aman o ne cilveler… “ Tamam şekerim, kırk beş dakka sonra ordayım. Tesislere gel sen, önce kahvaltı yaparız beraber. Hı hııı! Tamam, öptüm hayatım. Nerden de bulursun bu güzel sözleri,” (kikirdiyor) “Ben de seni…”  Telefonu kapatır kapatmaz bir numara tuşlamaya başlıyor. Daha aradığı numarayla konuşmaya başlamadan bir telefon daha çalıyor. Aynı kadın çantasından başka bir telefon çıkarıp sinirli sinirli cevap veriyor. “Ne var!... Edremit’e git taksitleri yatır, dedin ya. Arabadayım işte. Yok yemek falan akşama. Al gel işte bişeyler.” Tam o sırada diğer telefon çalıyor. Telaşla meşgule alıyor çalan telefonu. Devam ediyor kocası olduğunu tahmin ettiğim kişiyle konuşmasına. “Teyzelerine gidecekler öğlen yemeğe, ayarladım ben çocukları. Tamam. Tamam dedim ya öööffff,  konuşturma beni arabada …”  Ayvalığa kadar böyle sürüyor telefon trafiği.  

                 Yine Edremit yolu… En önde oturan yaşlı teyze, şoförün kulağına eğilip sesleniyor. “ Oluuum, ben akdaşda incem” Şoför muavine soran gözlerle bakıyor, muavin “bilmiyorum” anlamında kafa sallıyor. Bu kez aynadan teyzeye soruyor,  “akdaş neresi teyze? Bu yolda öyle bir yer yok.”  Teyze, daha yolu bile bilmeyen şoföre kızgın,” vaaar, olma mı? Sen avır avır git, ben gelince sana söylerim.”  Araba yavaşlıyor. Birkaç kilometre bu hızla gidiyoruz. Şoför teyzeye bakıyor aynadan. “Teyze, gelmedik mi daha?” Teyze artık ne kızgın ne de o kadar emin,“ amaniiiin ne bilem çocum, geçtik sakın? Ben evvelden geldiydim bi kere. Goca bi daşın üstünü kireçlen boyamışla, goca goca kamyonla çakıl yığıyodu o akdaşın yanına. Ben tam orda indiydim. Şimdi yine orda in dedile bene; emme bulamıyom o akdaşı.”  Şoför, gülsün mü kızsın mı bilemiyor. “Ohooo teyze, kaç sene önceki yol inşaatından söz ediyorsun. Akdaş mı kalır o zamandan bu zamana! İndiğin yerin yakınında ev, cami falan yok muydu, onu söyle sen.”  “ Vadııı, olma mı?  Yağ favlikesini geçince gördüm ben akdaşı.” “ Öyle desene teyze! Korkma daha gelmedik fabrikaya, biz gelince seni indiririz.”    “Allah razı olsun oluuum, cahillik çok zor. Allah toprak diye duttuunu altın etsin, savol.”

                    Soğuk bir Çarşamba günü… Edremit’in pazarı ya,  araba dolu… En arka beşlide zor yer bulmuşum. Yanımda kasketli, bastonlu bir amca... Önümdeki tekli koltukta genç bir kadın oturuyor. Çocuğu kucağında. Amca eğilip kadının yüzünü görmeye çalışıyor. Tanıdı. Bastonuyla çocuğun koluna dokunuyor. Çocukla bir, annesi de dönüp bakıyorlar adama. Muhabbet başlıyor. “Pazara mı gidiyon enişte? Hava da pek soğuk, çıkmasaydın ya sen!”  “Yok, cenaze var. Sen nereye el kadar dadayla bu soğukta?”  “ Ablama gidiyom, benim adamı işten çıkardılar. Anasından para istedik, vermedi. Ev kira boğaz satın… Hiç hayır yok kaynanamgillerden. Ablam vercek bi milyar. Parayı almaya gidiyom”  “ haa, eyi eyi git tabi. Benim oğlan da askerden geldi, everdik. İşi de pek eyi.” Kadın kaynanasıgilin cimriliğini anlatmayı bitirememiş, “Mezara mı götürceniz paraları,” dedim. Gıkı çıkmıyo valla. Sen bilmezsin. Ne fenadır onlaaa. Görümce olcek gız va ya evde, o verdirtmiyo para. Biliyom ben. Kaynataya kalsa, tarlayı satıp görcek bizim işimizi ya…Allahlarından bulsunla, hastane parası olsun işşşallah, güzel Rabbim…!” Amcanın anlatacakları da bitmemiş, gaz kesmeden devam ediyor oğlunu anlatmaya. “ Düğününü kendi yaptı. Allah var ya kuruş harcatmadı bana. Ev aldı Aliağa’dan, araba da aldı. İki senede ödedi bitirdi hepsini maşallah.” Kadın, görümcesine, kayınvalidesine duyduğu nefreti, biraz da enişte gidip sağda solda anlatsın diye beddualar eşliğinde anlatmaya, adam oğluyla övünmeye çalışarak, ama birbirlerini dinlemeden, duymadan gidiyorlar Edremit’e kadar. Edremit parkının köşesinde iniyor adam. İnerken soruyor kadına,  “Sen bizim hocanın gelini değil miydin?”  Kadın şaşkın ve anlattıklarının boşa gitmiş olmasına kızgın, “ Yoo” diyor. “Senin hanımın teyzesinin torunuyum ya ben, tanımadın mı?”

                        Münir Özkul’lu, Adile Naşit’li kalabalık aile filmleri tadındadır dolmuş yolculukları. Tıklım tıklımdır çoğunlukla. Ama masada herkese bir tabak illaki vardır. Biraz daha sıkışıverirsiniz, n’olur yani…        
                                                                                                  FİLİZ SONSUZ

İsimsiz Kahraman/Arzu Doğan

Müzik atölyesi bu ara beni sık sık misafir eder olmuştu. Uzun saatler geçiriyor genelde gece çalışıyordum. Gece olmasının elbette sebepleri vardı. Başta sessizdi. Bu ara tek istediğim buydu. Biraz çay biraz nota biraz gökyüzü.

Kaç saat çalıştığımı bilmiyorum çay almak için ayağa kalktığımda camdan bir süre şehri izledim ‘ne kadar olmuştu ülkeye döneli?’

Alışmış mıydım, seviyor muydum burayı? Tam net cevapları yoktu aslında…Tek bildiğim ne zaman üzülsem ya da yalnız hissetsem buraya gelir notalara dökerim içimi. En çok deniz feneri gibi bana yol gösteren her daim yanımda duran eğitmenimi çok özlüyorum. Tam bir orta çağ erkeğiydi. Disiplinli, mükemmel, şekersiz kahve seven, günde sadece üç saat uyuyan, köpekleri seven, evde dâhi takım elbiseyle gezen, az gülümseyen, hala cep saati kullanan, her ne kadar itiraf edemese de bizleri sevdiğini bildiğim bir eğitmendi. Onunla çalışması zordur ancak onunla çalıştığınızda farkında bile olmazsınız nasıl eğitildiğinizin ama asla eskisi gibi olamazsınız yavaş yavaş işler sızı.

Dört yıl olmuştu görmeyeli ziyarete gidememiştim çünkü inatla adresini vermemişti. Üzülsem de güçlü görünüp uğurlamıştım onu elimde ise sadece daha da güçlü olmam için ‘piyano çalarken tak’ dediği yüzük vardı.

‘Ah! Bunları düşünmek beni hüzünlendiriyor, sıcak bir çayın çözemediği dert yoktur deyip çay aldım. Tamamlanması gereken bir gazete yazısı ve yarım bir piyano bestesi vardı. İkisini aynı anda yapmaya karar verip tüm gecemi buna ayırmıştım. Besteyi düşünmeye başladım. Gözlerim kapalı, notaların beni gelişi güzel kalbimin ve ruhumun rehberliğinde miraca çıkarmasına izin verdim. Belki de ilk defa bu denli coşkuyla acıyordum kanatlarımı alabildiğine, bir yandan da içimden taşarcasına bir hüzün vardı. Bu yüzden oldukça karma bir müzik çıktı ortaya.

Bu eserin adı isimsiz kahraman olmalıydı. Aslında eğitmenimin beni yönlendirdiği kişiyi anımsatıyordu bana. Onu ilk gördüğümde ilk şaşkınlığım fiziki görünüş olarak eğitmenime çok benzemesiydi sanırım, yaşları da birbirine yakındı. Sonra yavaş yavaş keşfetmeye başladım. Eğitmenimin aksine o kahveyi orta şekerli, çayı ise açık içiyordu. İş disiplinleri ise kesinlikle aynıydı. Onlarla çalışan mükemmel olmalıydı, gereksiz eleştiriler yapmaz ama en üst performans beklerlerdi. Bana göre ikisiyle çalışmakta büyük bir başarı ve lükstü.

Beni tekrar keşfetmiş, renklerle ve kendimle tekrar tanıştırmış, hatta atomu parçalamaktan zor olan önyargılarımı yok eden birinden bahsediyorum. Düşünün bu kişi hayatınızda var olursa size neler katardı. Renkleri severdiniz önce ardından işinizi hatta tüm ülkeyi.

Ben düşüncelere dalmışken bir elin omzuma dokunmasıyla irkildim. Gelen atölyenin müdürüydü ‘Anlaşılan tüm dünyayı gözyaşında boğacaksın’ dedi. Nedenini anlamadım önce ardından camı işaret etti, ‘Yağmur başladı tam senin havan’ dedi.’  Haklısın. Doğanın bana hep mucizeler sunduğuna inanırım ne zaman ihtiyacım olsa yağmuru gönderir.

‘Beste nasıl gidiyor?’

‘Gözlerini kapat ve dinle ‘dedim. Tuşlara yavaşça dokundum ‘Ne hissediyorsun?’

‘Yeniden doğuş! Evet, tam olarak böyle tanımlayabilirim. Yeşil, yüksek, herkes den uzak bir tepe. Güneşin sıcaklığını hissettirdiği bir yer. Rüzgârın saçlarımı savurduğu, beni üzen, güçsüz bırakan her şeyin ulaşamadığı, masallarda olabilecek kadar güzel bir yerde kayanın üzerinde oturup gözlerimi kapatıp kanatlandığımı düşündüğüm bir yer. Bir kelebeğin kanadında tüm dünyayı dolaşmak, bulutları hissedercesine’

‘Neden her piyano basına geçtiğinde gözlerini kapatıyorsun?’

Cevabı basit’ Gözlerimi her kapattığımda yeni benle tanışıyorum ‘dedim gülümseyerek.

‘Bu besteye ayrı bir özen gösterdiğini düşünüyorum ‘dedi merakla gözlerini açarak.

‘Evet, yanılmıyorsun ayrı bir özen gösteriyorum hayatımda önem verdiğim eğitmenim kadar önemli biri için besteliyorum. Buraya geldiğimde alışmam çok zor oldu. Bana destek olan, güvenen, önyargısız, yeteneklerine hayranlıkla baktığım, eğitmenim kadar emeği olan birine besteliyorum. Onun kadar güvenilir, umut dolu, güçlü ve mükemmel olan bir beste olsun ve onu yansıtsın. Anlayacağın bu gece uzun dostum çünkü bu kadar yetenekli miyim bilmiyorum inan ‘dedim.

‘Bence bunu başarmışsın. Beste güçlü bir ayağa kalkışı hissettiriyor umut dolu. Uzun bir uğraş sonrası küçük bir kıvılcımla harlayan ateş kadar zaferi karşılıyor. Gökyüzünün özgürlüğünü, bir kelebeğin kanat çırpışını ahenkle anlatıyor. Bence anlatman gereken kişiyi harika anlatmışsın’ dedi.

Umarım piyanom ve Kelimelerim bunu başarabilmiştir. Sanattan anlayan ve sanatla uğraşan insan asla kötü olamaz. Size inanan, güvenen, önyargısız insanlar biriktirin hayatınızda işte o zaman insan olmanın ayrı bir kavram olduğunu anlayacaksınız.
                                                               ARZU DOĞAN

     https://www.facebook.com/cilgagi?fref=ts                                                                                

Ölümsüz Karakterlerin Şefkatli Yaratıcısı Çehov/ Filiz Engin

Tıp nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam geceyi öbürüyle geçiriyorum. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsiniz ama en azından sıkıcı değil. Hem zaten benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de bir şey kaybettiği yok.”

 44 yıllık yaşamına sığdırdığı kısalı uzunlu yüzlerce öykü ve tiyatro oyununun yaratıcısı, hem doktor ve hem de yazar olan Anton Çehov’a ait bu sözler. İki mesleğini birbirinden ayrı tutmamış, her ikisiyle de iç içe yaşamış bir insan. Hatta bir kimliği diğer kimliğinin desteği olmuş çoğu zaman. Örneğin gençlik yıllarında yazdığı öykülerden kazandığı parayla tıp eğitimini tamamlayabilmiş. Sonrasında hekimlik mesleğini yaparken karşılaştığı birçok olay, gözlemlediği birçok insan öykülerine ya da oyunlarına esin kaynağı olmuş.

Karakterlerini yargılayıp onları ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye sınıflandırmayan, hatta mümkünse okuyucusunun da bunu yapmasını istemeyen bir yazar Çehov. Onları ve tabii kendimizi de yargılamak yerine, anlamak üzerine kurulu yazdıkları.  İnsanlığa dair haller onun yazdıkları ve bu halleri yazarken kalemine konu olan karakterlerinin hem insan olmaktan gelen ruh durumlarını ve hem de onların içinde bulundukları toplumsal koşulları göz ardı etmiyor. Ünlü Altıncı Koğuş adlı uzun öyküsünde yer alan aşağıdaki paragraf yazarın bu özelliğine iyi bir örnek teşkil ediyor:

“Görevleri gereği başkalarının acılarıyla ilgilenmek zorunda olan doktor, polis, yargıç gibi kimseler zamanla bunu öyle alışıp kanıksar ki, en iç parçalayıcı olaylarda karşındakine resmî bir ilgiden başka bir his duymaz olurlar. Bu bakımdan evlerinin arkasında kestikleri koyundan, danadan akan kanın farkına varmayan köylülere benzerler. Bir yargıcın yalnız resmî görevini yaparak karşısındaki suçsuz bir adamın kişiliğiyle zerrece ilgilenmeden hüküm vermesi, onun elinden bütün haklarını alıp ömür boyu hapse tıkması için az bir zaman yeterlidir. Yeteri kadar zamanı varsa resmî görevini yapması için ödenen aylık karşılığında dava konusunu kolayca çözecektir. Bir kez hüküm verildi mi, artık her şey bitmiştir; sen ondan sonra demiryolundan iki yüz fersah uzaktaki, sokakları çamurdan geçilmez kasaba bozuntusunda adalet aramak, hakkını savunmak için çırpın dur! Üstelik toplum her türlü şiddeti, zorbalığı en akıllıca, en işe yarar davranış saydığına; bütün barışçıl çabalar, mahkemelerin aklama kararları, halkın homurdanması, kin duygularının kabarmasına yettiğine göre adaletin sağlanacağını düşünmek biraz gülünç kaçmaz mı?”

Ne kimseyi suçlar Çehov ve ne de kimseyi aklar eserlerinde. Sadece olanı olduğu haliyle bizlere aktarır. Sanki fotoğraf çeker gibidir. Kısa öyküler çoğu zaman birer fotoğraf gibidir zaten. Çehov da edebiyatın bu dalının en önemli temsilcisi, hatta öncüsüdür. Bazen bu fotoğraflama işini abarttığını bile düşünebiliriz. Örneğin Duruşmadan Önceki Gece adlı öyküsünde; iki kadınla evli olduğu için mahkemeye çıkmak zorunda kalacak olan bir adamın duruşmadan önceki gece, bir handa odasını paylaşmak zorunda olduğu bir karı kocaya doktor olduğu yolunda yalan söylemesini anlatır. Yetmezmiş gibi kadının göğsündeki sıkışmaya karşı sahte reçete yazar bu adam ve ertesi gün mahkeme salonunda kadının kocasını savcı olarak karşısında görünce paniğe kapılır. Neler olabileceği yolunda heyecanlanan okuyucuyu öykünün sonunda “ Eh, yazdıklarıma burada son vermeliyim. Bunları mahkeme salonunda, öğle paydosu sırasında yazdım… Az sonra savcı iddianamesini okuyacak. Neler olacağını o zaman göreceğiz,” cümleleriyle baş başa bırakıverir. 

Karakterlerine mümkün olduğunca nesnel bir biçimde gözlemleyerek yazan Çehov, onlara karşı aynı zamanda iyi bir hekim gibi babacan bir şefkat de gösterir. Eczacının Karısı öyküsünde eczacıyı ve karısını bize tanıştırdığı satırlar onun bu sevecen yaklaşımına iyi bir örnek bence. Özellikle uykudaki eczacıya dair yazdıkları:

“Kasabada herkes uykuda... Bir tek kasaba eczanesinin sahibi Çernomordik’in genç karısı uyumamış. Üç kere uyumak için yatağa girmiş, üçünde de uyku tutmamış. Pencereyi açmış, sırtında yalnızca bir gömlek, dışarıyı seyrediyor. Nedense canı sıkkın, sıcaktan bunalmış, içinde bir hüzün var. İnsana ağlamak arzusu veren, nedeni belirsiz bir hüzün bu... Kadın gerçekten ağlamak istiyor ama bir yumru gelip gelip boğazına düğümleniyor. Onun birkaç adım gerisinde kocası Çernomor, duvara yaslanmış tatlı tatlı horluyor. Açgözlü bir pire, adamın burnunun kemerine yapışmış, habire kanını emiyor. Adam bunu hissetmiyor bile, hatta keyifle gülümsüyor. Çünkü düşünde bütün kasaba halkının öksürüğe tutulduğunu, öksürük şurubu almak için eczaneye akın ettiklerini görüyor. Top atsanız, iğne batırsanız, derin uykusundan uyandıramazsınız.”

Zamanımızdan 150 yıl önce yaşamış bir yazarın bu gün hala gündemde olmasının, Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş, Vişne Bahçesi ve daha nice oyununun sahnelenmeye devam etmesinin, oyunlarının seyircilerle dolup taşmasının ve öykülerinin tekrar tekrar basılmasının bence en önemli nedeni şudur. O, her çağda ve her iklimde karşılaşabileceğimiz insan ve insan ilişkilerinin özündeki gerçekliği kavramış bir yazar. Çehov yazılarına ve oyunlarına bu kavrayışla hayat vermiş olduğundan yarattığı karakterler içinde bulunduğumuz yüzyılda ve dünyanın birçok ülkesinde dipdiri yaşamaya devam ediyor. Muhtemeldir ki sonraki çağlarda da varlıklarını sürdürecek onlar. Can Yayınları’nın Doktor Çehov’dan Öyküler derlemesinin önsözünde Celal Üster’in dediği gibi “Tıpkı Shakespeare ve Dostoyevski gibi Çehov’da, kendi toplumlarında ve kendi çağlarında yazmış olsalar da her zaman hemşerimiz ve çağdaşımız olan yazarlardandır.”

Kısacık yaşamına bunca ‘anlayışı’ sığdırabilmiş bir yazar defalarca okunmayı, seyredilmeyi ziyadesiyle hak ediyor. Tiyatroyu tanımlayan bir cümle vardır. İnsana insanı insanla anlatma sanatı derler. Çehov da insana insanı anlatıyor ama bence en önemlisi insanca anlatıyor. Çok yaşasın, hep yaşasın…

                                                                                                       FİLİZ ENGİN

Yaşamda ‘Essah’ Olmak-Filiz Engin

Uzun zamanlar önce ona sorulan “Sanat ne içindir?” sorusuna "Her şey insan
içindir. Başka kimin için olabilir? Kurtlar, kuşlar için mi? Bilgi de, sanat da insan için. İnsanın, tabiatın ve toplumun yıkıcı kuvvetlerini yenerek daha rahat, daha kolay, daha insanca yaşaması için,”
diye cevap vermiş Oktay Rifat’la birlikteyiz bugün. Şiirleri öylesine lezzetli ki, bu yazıya koymak üzere seçmek hayli zor oldu doğrusu.

İşte Elleri Var Özgürlüğün şiirinden birkaç dize…

“Özgürlük sevgisi bu,
İnsan kapılmaya görsün bir kez;
Bir urba ki eskimez,
Bir düş ki gerçekten daha doğru.”

Oğlu Samih Rifat onun hakkında şöyle diyor: “Yaşamda en önemli şey ‘essah’ olmaktı onun için. Duyguda, sözde, davranışta gerçekten yana olmak, yalan söylememek, en büyük, belki de tek erdemdi. Nasıl insan yalan söylememeliyse, şiir de, sanat yapıtı da söylememeliydi. Bir onur ve varoluş sorunuydu bu.”

Aşağıdaki dizeler ‘essah’ bir duruş sergilemiyor mu sizce de?

“Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,
Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,

Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum!”


Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’la birlikte Garip akımının öncülerindendi Oktay Rifat. Fakat uzun soluklu şiir serüveninde zaman içinde farklı birçok biçim denemiş şiirlerinde. Lakin doğadan hiç kopmamış kendisi. Buyurun bulutlu gökyüzlü bir şiirine…

“Burası dalyan kahvesi
Ortalık süt mavisi
Apostol bu ne biçim meyhane
Tabağımda bir bulut
Kadehimde gökyüzü”


1953'lerde Amerika'da yargılanan karı koca Rosenberg'lerin ölüm cezasına çarptırılması onun tarzının epey dışında bir şiir yazmasına neden olmuştur. İşte o ünlü Telefon adlı şiirinden birkaç dize: 

“Gözlerin var ya çekik kara kara
Önce gözlerindi en güzel ışık
Beyaz dişlerindi bacakların omuzun
Damalı örtüde bir kâse çorba gibi
Buğulu bir lezzetti karıkocalık
Şimdi bir çınar yeşeriyor içimde
Bir şarkı söyleniyor uzun uzun
Hürriyetin rüzgârlı bayrağı oldu
Bize yeten aydınlığı sevdamızın”


Şairin hoş bir seslenişiyle bitirelim yazıyı… Biraz da özlemle… İstanbul’sa, baharsa bir de, Taksim’den Tünel’e doğru yürürken Çiçek Pasajı’nı biraz geçince bir koku çağırır insanı ve sağa dönüveririm ben… Her seferinde aklıma gelir Oktay Rifat… Top çiçeğim, deste gülüm deyişiyle…

“Kasımpaşa kıyıları tersane
Bir kız sevdim alimallah bir tane
Herdem sevdalıya kız mız bahane
Top çiçeğim deste gülüm
Canım İstanbullum
Aman aman bahane

Gittim baktım şıkır şıkır Balıkpazarı
Üç tek attım sarhoş oldum ayaküzeri
Üç doluya üç tanecik badem şekeri
Top çiçeğim deste gülüm
Canım İstanbullum
Aman aman badem şekeri”


10 Haziran 1914’de doğmuş şairimizi, 18 Nisan 1988’de kaybetmişiz. Biz okudukça şiirleriyle yaşamaya devam edecek. Saygıyla, sevgiyle… 

                                                                                                                                                                                                          FİLİZ ENGİN