Ölümsüz Karakterlerin Şefkatli Yaratıcısı Çehov/ Filiz Engin

Tıp nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam geceyi öbürüyle geçiriyorum. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsiniz ama en azından sıkıcı değil. Hem zaten benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de bir şey kaybettiği yok.”

 44 yıllık yaşamına sığdırdığı kısalı uzunlu yüzlerce öykü ve tiyatro oyununun yaratıcısı, hem doktor ve hem de yazar olan Anton Çehov’a ait bu sözler. İki mesleğini birbirinden ayrı tutmamış, her ikisiyle de iç içe yaşamış bir insan. Hatta bir kimliği diğer kimliğinin desteği olmuş çoğu zaman. Örneğin gençlik yıllarında yazdığı öykülerden kazandığı parayla tıp eğitimini tamamlayabilmiş. Sonrasında hekimlik mesleğini yaparken karşılaştığı birçok olay, gözlemlediği birçok insan öykülerine ya da oyunlarına esin kaynağı olmuş.

Karakterlerini yargılayıp onları ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye sınıflandırmayan, hatta mümkünse okuyucusunun da bunu yapmasını istemeyen bir yazar Çehov. Onları ve tabii kendimizi de yargılamak yerine, anlamak üzerine kurulu yazdıkları.  İnsanlığa dair haller onun yazdıkları ve bu halleri yazarken kalemine konu olan karakterlerinin hem insan olmaktan gelen ruh durumlarını ve hem de onların içinde bulundukları toplumsal koşulları göz ardı etmiyor. Ünlü Altıncı Koğuş adlı uzun öyküsünde yer alan aşağıdaki paragraf yazarın bu özelliğine iyi bir örnek teşkil ediyor:

“Görevleri gereği başkalarının acılarıyla ilgilenmek zorunda olan doktor, polis, yargıç gibi kimseler zamanla bunu öyle alışıp kanıksar ki, en iç parçalayıcı olaylarda karşındakine resmî bir ilgiden başka bir his duymaz olurlar. Bu bakımdan evlerinin arkasında kestikleri koyundan, danadan akan kanın farkına varmayan köylülere benzerler. Bir yargıcın yalnız resmî görevini yaparak karşısındaki suçsuz bir adamın kişiliğiyle zerrece ilgilenmeden hüküm vermesi, onun elinden bütün haklarını alıp ömür boyu hapse tıkması için az bir zaman yeterlidir. Yeteri kadar zamanı varsa resmî görevini yapması için ödenen aylık karşılığında dava konusunu kolayca çözecektir. Bir kez hüküm verildi mi, artık her şey bitmiştir; sen ondan sonra demiryolundan iki yüz fersah uzaktaki, sokakları çamurdan geçilmez kasaba bozuntusunda adalet aramak, hakkını savunmak için çırpın dur! Üstelik toplum her türlü şiddeti, zorbalığı en akıllıca, en işe yarar davranış saydığına; bütün barışçıl çabalar, mahkemelerin aklama kararları, halkın homurdanması, kin duygularının kabarmasına yettiğine göre adaletin sağlanacağını düşünmek biraz gülünç kaçmaz mı?”

Ne kimseyi suçlar Çehov ve ne de kimseyi aklar eserlerinde. Sadece olanı olduğu haliyle bizlere aktarır. Sanki fotoğraf çeker gibidir. Kısa öyküler çoğu zaman birer fotoğraf gibidir zaten. Çehov da edebiyatın bu dalının en önemli temsilcisi, hatta öncüsüdür. Bazen bu fotoğraflama işini abarttığını bile düşünebiliriz. Örneğin Duruşmadan Önceki Gece adlı öyküsünde; iki kadınla evli olduğu için mahkemeye çıkmak zorunda kalacak olan bir adamın duruşmadan önceki gece, bir handa odasını paylaşmak zorunda olduğu bir karı kocaya doktor olduğu yolunda yalan söylemesini anlatır. Yetmezmiş gibi kadının göğsündeki sıkışmaya karşı sahte reçete yazar bu adam ve ertesi gün mahkeme salonunda kadının kocasını savcı olarak karşısında görünce paniğe kapılır. Neler olabileceği yolunda heyecanlanan okuyucuyu öykünün sonunda “ Eh, yazdıklarıma burada son vermeliyim. Bunları mahkeme salonunda, öğle paydosu sırasında yazdım… Az sonra savcı iddianamesini okuyacak. Neler olacağını o zaman göreceğiz,” cümleleriyle baş başa bırakıverir. 

Karakterlerine mümkün olduğunca nesnel bir biçimde gözlemleyerek yazan Çehov, onlara karşı aynı zamanda iyi bir hekim gibi babacan bir şefkat de gösterir. Eczacının Karısı öyküsünde eczacıyı ve karısını bize tanıştırdığı satırlar onun bu sevecen yaklaşımına iyi bir örnek bence. Özellikle uykudaki eczacıya dair yazdıkları:

“Kasabada herkes uykuda... Bir tek kasaba eczanesinin sahibi Çernomordik’in genç karısı uyumamış. Üç kere uyumak için yatağa girmiş, üçünde de uyku tutmamış. Pencereyi açmış, sırtında yalnızca bir gömlek, dışarıyı seyrediyor. Nedense canı sıkkın, sıcaktan bunalmış, içinde bir hüzün var. İnsana ağlamak arzusu veren, nedeni belirsiz bir hüzün bu... Kadın gerçekten ağlamak istiyor ama bir yumru gelip gelip boğazına düğümleniyor. Onun birkaç adım gerisinde kocası Çernomor, duvara yaslanmış tatlı tatlı horluyor. Açgözlü bir pire, adamın burnunun kemerine yapışmış, habire kanını emiyor. Adam bunu hissetmiyor bile, hatta keyifle gülümsüyor. Çünkü düşünde bütün kasaba halkının öksürüğe tutulduğunu, öksürük şurubu almak için eczaneye akın ettiklerini görüyor. Top atsanız, iğne batırsanız, derin uykusundan uyandıramazsınız.”

Zamanımızdan 150 yıl önce yaşamış bir yazarın bu gün hala gündemde olmasının, Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş, Vişne Bahçesi ve daha nice oyununun sahnelenmeye devam etmesinin, oyunlarının seyircilerle dolup taşmasının ve öykülerinin tekrar tekrar basılmasının bence en önemli nedeni şudur. O, her çağda ve her iklimde karşılaşabileceğimiz insan ve insan ilişkilerinin özündeki gerçekliği kavramış bir yazar. Çehov yazılarına ve oyunlarına bu kavrayışla hayat vermiş olduğundan yarattığı karakterler içinde bulunduğumuz yüzyılda ve dünyanın birçok ülkesinde dipdiri yaşamaya devam ediyor. Muhtemeldir ki sonraki çağlarda da varlıklarını sürdürecek onlar. Can Yayınları’nın Doktor Çehov’dan Öyküler derlemesinin önsözünde Celal Üster’in dediği gibi “Tıpkı Shakespeare ve Dostoyevski gibi Çehov’da, kendi toplumlarında ve kendi çağlarında yazmış olsalar da her zaman hemşerimiz ve çağdaşımız olan yazarlardandır.”

Kısacık yaşamına bunca ‘anlayışı’ sığdırabilmiş bir yazar defalarca okunmayı, seyredilmeyi ziyadesiyle hak ediyor. Tiyatroyu tanımlayan bir cümle vardır. İnsana insanı insanla anlatma sanatı derler. Çehov da insana insanı anlatıyor ama bence en önemlisi insanca anlatıyor. Çok yaşasın, hep yaşasın…

                                                                                                       FİLİZ ENGİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder