“Tıp
nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam geceyi öbürüyle
geçiriyorum. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsiniz ama en azından
sıkıcı değil. Hem zaten benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de bir şey
kaybettiği yok.”

Karakterlerini
yargılayıp onları ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye sınıflandırmayan, hatta mümkünse
okuyucusunun da bunu yapmasını istemeyen bir yazar Çehov. Onları ve tabii
kendimizi de yargılamak yerine, anlamak üzerine kurulu yazdıkları. İnsanlığa dair haller onun yazdıkları ve bu
halleri yazarken kalemine konu olan karakterlerinin hem insan olmaktan gelen
ruh durumlarını ve hem de onların içinde bulundukları toplumsal koşulları göz
ardı etmiyor. Ünlü Altıncı Koğuş adlı uzun öyküsünde yer alan aşağıdaki
paragraf yazarın bu özelliğine iyi bir örnek teşkil ediyor:
“Görevleri
gereği başkalarının acılarıyla ilgilenmek zorunda olan doktor, polis, yargıç
gibi kimseler zamanla bunu öyle alışıp kanıksar ki, en iç parçalayıcı olaylarda
karşındakine resmî bir ilgiden başka bir his duymaz olurlar. Bu bakımdan
evlerinin arkasında kestikleri koyundan, danadan akan kanın farkına varmayan
köylülere benzerler. Bir yargıcın yalnız resmî görevini yaparak karşısındaki
suçsuz bir adamın kişiliğiyle zerrece ilgilenmeden hüküm vermesi, onun elinden
bütün haklarını alıp ömür boyu hapse tıkması için az bir zaman yeterlidir.
Yeteri kadar zamanı varsa resmî görevini yapması için ödenen aylık karşılığında
dava konusunu kolayca çözecektir. Bir kez hüküm verildi mi, artık her şey
bitmiştir; sen ondan sonra demiryolundan iki yüz fersah uzaktaki, sokakları çamurdan
geçilmez kasaba bozuntusunda adalet aramak, hakkını savunmak için çırpın dur!
Üstelik toplum her türlü şiddeti, zorbalığı en akıllıca, en işe yarar davranış
saydığına; bütün barışçıl çabalar, mahkemelerin aklama kararları, halkın
homurdanması, kin duygularının kabarmasına yettiğine göre adaletin
sağlanacağını düşünmek biraz gülünç kaçmaz mı?”
Ne kimseyi suçlar Çehov
ve ne de kimseyi aklar eserlerinde. Sadece olanı olduğu haliyle bizlere
aktarır. Sanki fotoğraf çeker gibidir. Kısa öyküler çoğu zaman birer fotoğraf
gibidir zaten. Çehov da edebiyatın bu dalının en önemli temsilcisi, hatta
öncüsüdür. Bazen bu fotoğraflama işini abarttığını bile düşünebiliriz. Örneğin Duruşmadan Önceki Gece adlı öyküsünde;
iki kadınla evli olduğu için mahkemeye çıkmak zorunda kalacak olan bir adamın
duruşmadan önceki gece, bir handa odasını paylaşmak zorunda olduğu bir karı
kocaya doktor olduğu yolunda yalan söylemesini anlatır. Yetmezmiş gibi kadının
göğsündeki sıkışmaya karşı sahte reçete yazar bu adam ve ertesi gün mahkeme
salonunda kadının kocasını savcı olarak karşısında görünce paniğe kapılır.
Neler olabileceği yolunda heyecanlanan okuyucuyu öykünün sonunda “ Eh, yazdıklarıma burada son vermeliyim.
Bunları mahkeme salonunda, öğle paydosu sırasında yazdım… Az sonra savcı
iddianamesini okuyacak. Neler olacağını o zaman göreceğiz,” cümleleriyle
baş başa bırakıverir.
Karakterlerine mümkün
olduğunca nesnel bir biçimde gözlemleyerek yazan Çehov, onlara karşı aynı
zamanda iyi bir hekim gibi babacan bir şefkat de gösterir. Eczacının Karısı öyküsünde eczacıyı ve karısını bize tanıştırdığı
satırlar onun bu sevecen yaklaşımına iyi bir örnek bence. Özellikle uykudaki
eczacıya dair yazdıkları:
“Kasabada
herkes uykuda... Bir tek kasaba eczanesinin sahibi Çernomordik’in genç karısı
uyumamış. Üç kere uyumak için yatağa girmiş, üçünde de uyku tutmamış. Pencereyi
açmış, sırtında yalnızca bir gömlek, dışarıyı seyrediyor. Nedense canı sıkkın,
sıcaktan bunalmış, içinde bir hüzün var. İnsana ağlamak arzusu veren, nedeni
belirsiz bir hüzün bu... Kadın gerçekten ağlamak istiyor ama bir yumru gelip
gelip boğazına düğümleniyor. Onun birkaç adım gerisinde kocası Çernomor, duvara
yaslanmış tatlı tatlı horluyor. Açgözlü bir pire, adamın burnunun kemerine
yapışmış, habire kanını emiyor. Adam bunu hissetmiyor bile, hatta keyifle
gülümsüyor. Çünkü düşünde bütün kasaba halkının öksürüğe tutulduğunu, öksürük
şurubu almak için eczaneye akın ettiklerini görüyor. Top atsanız, iğne
batırsanız, derin uykusundan uyandıramazsınız.”
Zamanımızdan 150 yıl
önce yaşamış bir yazarın bu gün hala gündemde olmasının, Martı, Vanya Dayı, Üç
Kızkardeş, Vişne Bahçesi ve daha nice oyununun sahnelenmeye devam etmesinin,
oyunlarının seyircilerle dolup taşmasının ve öykülerinin tekrar tekrar
basılmasının bence en önemli nedeni şudur. O, her çağda ve her iklimde
karşılaşabileceğimiz insan ve insan ilişkilerinin özündeki gerçekliği kavramış
bir yazar. Çehov yazılarına ve oyunlarına bu kavrayışla hayat vermiş olduğundan
yarattığı karakterler içinde bulunduğumuz yüzyılda ve dünyanın birçok ülkesinde
dipdiri yaşamaya devam ediyor. Muhtemeldir ki sonraki çağlarda da varlıklarını
sürdürecek onlar. Can Yayınları’nın Doktor Çehov’dan Öyküler derlemesinin
önsözünde Celal Üster’in dediği gibi
“Tıpkı Shakespeare ve Dostoyevski gibi Çehov’da, kendi toplumlarında ve kendi
çağlarında yazmış olsalar da her zaman hemşerimiz ve çağdaşımız olan yazarlardandır.”
Kısacık yaşamına bunca ‘anlayışı’
sığdırabilmiş bir yazar defalarca okunmayı, seyredilmeyi ziyadesiyle hak ediyor.
Tiyatroyu tanımlayan bir cümle vardır. İnsana insanı insanla anlatma sanatı
derler. Çehov da insana insanı anlatıyor ama bence en önemlisi insanca
anlatıyor. Çok yaşasın, hep yaşasın…
FİLİZ
ENGİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder