Bağlama Yapım Ustası İsmail Görer'le Bir Söyleşi-Dut Ağacından Ezgiye

FS- Kaç yıl önceydi, unuttum. Kendimi bildim bileli içimde bir yerlerde titreşip duran tellerle, ezgilerle yetinmeyip, o tellere dokunmak istedim.  Bir arkadaşımdan ödünç bağlama bulup, Alevi Kültür Derneği’nin açtığı bağlama kursuna kayıt yaptırdım. Kursun üçüncü gününde Gelin Ayşem’i başarıyla çalıp kendimi bağlama virtüözü ilan ederek, “tamamdır bu iş, artık kendi bağlamam olmalı” deyip İsmail Görer’in atölyesinin yolunu tuttum.  Yılların bağlama yapımcısı, İsmail Hocamla tanışıklığımız böyle başladı. Hayal ettiğim gibi çalmayı belki de hiç beceremeyeceğim. Zira her iyi iş gibi bağlama da emek istiyor, mesai istiyor. İhmal ederseniz küsüyor. Sanırım bağlamamı küstürdüm. Ama işte,  iyi çalamasam da İsmail Hoca’mın yaptığı bağlamam gururumdur. Her zaman en kıymetlilerim arasında olacak.

               Tanımaktan onur duyduğumuz bu büyük ustayı sizler de tanıyın ve dut ağacından ezgiye, bağlamanın hikâyesini, yolculuğunu, bir kez de O’nun ağzından dinleyin istedik. Keyifli okumalar…


DUT AĞACINDAN EZGİYE

İsmail Hoca "Benim büyük şansım," diye başladı söze…

İG- Benim büyük şansım hemen hemen Kangal ve Divriğ’in, Maraş’ın bütün âşıkları, ozanları benim yaşadığım Ankara Tuzlu Çayır semtine yerleşmişlerdi. Bir de babam kahve açtı, oradalar kendileri de, hepsiyle tanışıyoruz, hizmet ediyoruz. Onların masalarına hizmet ede ede bize bulaştı.

FS- Ama ilk meslek bu değil galiba, değil mi Hocam?

İG- Değil, ilk meslek bayan kuaförlüğü... Akşam sanat okulu mezunuyum. Diplomayı aldım ama yapmadım. Yirmi yedi öğrenciydik, canlı mankenlerimiz vardı. Onların üzerinde çalışıyorduk. Paris Kuaför Salonu diye, bir yerde girdim ilk işe. Ankara’nın en lüks salonunun hocası, Türkiye’nin ilk kuaförüyle çalıştım orada, yetmiş yaşında falan vardı. Bu kuaför salonu bütün konsoloslukların olduğu bir yerde üstelik… Bir hafta çalıştım, burnumdan geldi. Sarmadı beni o iş…
Askerlik öncesi halk müziği sanatçılığı yaptım. Muhasebe yardımcılığı yaptım. Asker oldum, tekrar muhasebeciliğe devam… O da rakamlarla zor işti. Halkevleri genel merkezinde solist sanatçılık yaptım bu arada. Şu anda radyolarda isim olan arkadaşlarımızın hepsi oradan geçmişlerdir. 1977’de radyo sınavını kazandım. O zaman stajımı Erzurum’a verdiler. Erzurum o dönemde siyasi olarak çok karışıktı. Bir de asgari ücret veriyorlardı. Kars’ın arabalarını sokmuyorlardı Erzurum’un içine. Böyle bir durum vardı gitmedim ben. Sonra Halkevlerindeki hocam “İsmail,” dedi, “Bağlama yapmayı düşünür müsün?” Dedim “Nasıl yapacağız onu?” Tamam,  Ankara’nın en iyi ustalarının dükkânlarına gider temizlerim ama… Benim kahve hayatım olmadı, küçük yaşta kahvemiz olduğu için bıkmıştım. O sigara dumanı… Orada insanları gözlemledim. Zarla kâğıtla birbirlerinin cebindeki parayı alıyorlar. Bir de akrabalar ve iyi arkadaşlar! Nasıl arkadaşlık bu? Hoşuma gitmedi.

Ankara’da bugün bile isim olan Yusuf Usta’nın dükkânını temizlerdim. Oraya Nida Tüfekçiler gelir, Emin Aldemirler gelir, Neşet Ertaşlar gelir. O vesileyle onlara çay kahve verirken samimiyet kurardım. Böyle böyle çevre edindim. Ama bir göz aşinalığım vardı bağlamaya. Kendi kendime “Bu rakamlarla uğraşmaktansa şöyle bir mesleğim olsa,” derdim. O Coşkun Gülağa işte, bu konuda otoriter birisi, “Ya, bağlama yapmayı düşünür müsün?” deyince, “Hocam nasıl yapacağım?” dedim. Sonra o derse girdi. O ara ben düşündüm, “Ya ben birinciyi yapamazsam yirminciyi yaparım,” dedim kendi kendime. Tabii bağlamayı çalan birisiyim, ona da güveniyorum. Dersten çıktı, “Hocam siz yardımcı olursanız, birinciyi yapamasam da yirminciyi yaparım,” dedim. “İyi tamam,” dedi.  O arada maliyede, bakanlıkta çalışıyorum. Sazın gövdesini oyacağım bir tekne ve bir de kol verdi. Dedi o kolla bunu %20’ye yakın elini alıştırırsan, ben seni kısa zamanda %50 durumuna getiririm.

Evliyim, iki çocuk var. Suçlu suçlu geliyorum eve. “Bu ne?” diyecekler, “Saz yapacağım,” diyeceğim. “Olur,” diye dalga geçecekler benimle.  


FS- Ama evde malzeme var mı yapacak?

İG- Yok, hiçbir şey yok. Kayınpederle yan yana oturuyoruz. Onda inşaattan kalma eski testere mestere falan var. Onları aldım. Şimdi ben yapacağım ama o da diyor ki “Oğlum benim eskiden marangozluğum vardı, bir bırak,” “Ya, baba bırak ben yapacağım bunu,” dedim. İkimizin arasında o kol kesile kesile küçücük kaldı, bitti, olmadı. Çankaya’da Mehmet Abi vardı. Gittim dedim, “Şuradan bir tahta versene.” saz desem vermez, çok eli sıkı bir adam. “Masanın ayağını kırmışlar,” dedim. “Al oradan,” dedi. Getirdim, işte o paslı testereyle ben onu kestim. Alıştım. Telefon ettim hocaya, Adam eve geldi. Bir baktı, kendisinin verdiği ağaç zannediyor. “Yapmışsın bunu ya,” dedi. Odalardan birinin kilimini halısını topladı. Kendi evindeki takımlarını getirdi. Böyle başladım. İlk bağlamamı satmayacaktım, saklamak istiyordum onu. Herhalde o aralar bir yere gittim ben. Geldim ki kayınpeder “Sana takım parası kazandım,” dedi. Almanya’dan bir akrabası gelmiş ona satmış sazı. Beş bin lira… İşte o ilk sazım şu duvarlarda gördüğünüz alet edevatta gizlenmiş bize bakıyor şimdi.

FS- Ama üzülmüşsünüzdür herhalde.

İG- Üzüldüm tabii… O ilk sazı iyi de olsa kötü de olsa saklayacaktım ben. Neyse 6 ay o hoca akşam altı da geldi, on birde gitti. Ondan sonra dedi ki, “İsmail benim sana yapacak bir şeyim yok artık.”  Dikmen’e dükkân açtım. 1978’de…  Ondan sonra bu işi başımıza sardık. Devam ediyoruz işte.

FE- Biraz da bağlamadan söz edebilir miyiz? Doğrusu ben hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bu iş tam nereden başlıyor? Bağlamanın gövdesi nasıl bu hale geliyor? Hangi ağaçtan yapılıyor? Kolla gövde nasıl bir araya geliyor?

İsmail Hoca sorularımızı yanıtlamak için göstereceği şeyleri ararken biz de etrafımızdaki duvarları çepeçevre saran tahta panoların üzerindeki envai çeşit alete merakla, hayranlıkla ve Hoca’nın ilk yaptığı sazı görmek istercesine bakıyoruz. Birçoğunun ne işe yaradığını tahmin bile edemediğimiz için bir parça üzülüyoruz. Bizi kapı önüne çağırıyor ve orada devasa iki ağaç kütüğü görüyoruz. “Hammadde bu,” diyor İsmail hoca.

İG-  Bu kütükten 3 bağlama, bir cura çıkar. Ama makbul olanı 4 e yarmadır. Yani 4 bağlama çıkarabileceğimiz kütüktür.


 Baktığımız ağaç kütüğünün halkalarını sayıyoruz, yüz yaş civarında olduğunu görüyoruz.

FS- Peki bunu düzgün keseceğinizin garantisi var mı? Çatlamadan, yamulmadan…

İG- Tabii, kamayla önüne yol yaparak... Bu kütüklerde geciktik. Böyle çatlamış geldiler bana. Ağaç ilk kesildiği gibi gelseydi, bu çatlaklar olmayacaktı. Bunlar fire verecek. Şimdi böyle bir kütüğü alıyorsun. İki tane tekne çıkıyor, o kütük yüz kilo, elimizde kalan iki tane tekne birer kilodan iki kilo. Doksan sekiz kilosunu dışarı atıyorsun. Emeği düşünün yani. Bazen soruyorlar, “Nasıl yapıyorsun?” diye. “Valla” diyorum,” Memleketi bu hale getiren diye başlayınca bitiyor”

Bu arada içi oyulmuş tekneyi getiriyor içerden İsmail Hoca. Fotoğraflarda da gördüğünüz hantal görünümlü koca kütük sabırla oyulmuş, oyulmuş ve etrafı yarım santim kalınlığında, kolu, teli takıldığında ezgiler üretecek bir tekneye dönüşmüş.

İG- Bu iş makineyle olamıyor. Küp şeklinde köşeli bir şey değil çünkü. O yüzden mecbursun elle oymaya. Hızarı kabasını almak için gövdeye daldırıyorsun ama iş, inceldikten sonra kesere düşüyor.  Elin hassasiyetine ihtiyaç var. Gövdeyi kavradığın el biliyor ancak ne kadar inceldiğini ağacın.
FE- Peki sapı da dut ağacından mı yapılıyor?

İG- Yok, duttan değil. Akgürgen dediğimiz, çok mukavim, sağlam bir ağaçtan yapıyoruz sapı. Sonra tekneyle sapı bir araya getirmek için tutkal kullanıyoruz. Ama bu yapay bir madde değil. Deri ve kemikten elde edilen bir tutkal… Benmari dediğimiz bir sistemle, yani kaynayan suyun üstüne kap yerleştirip onun içinde tutkalı ısıtarak akışkan hale getiriyoruz. Bunu ateşe direk koyarsak çürür çünkü. Bunu niye müzik aleti yapımcıları tercih ediyorlar? Her iki ağacın arasında o kimyasal, plastik tutkalı koyduğumuz zaman film yapıyor, bir poşet kalınlığı gibi arada kalıyor. Ağacın ağaca olan iletişimini koparıyor. Ama bu natürel, kuruduğu zaman ağaç niteliğini kazanıyor.

Şaşırıyoruz, kemik ve derinin nasıl yapışkana dönüşebileceğini anlayamıyoruz önce. Sonra Hoca basit bir örnekle noktayı koyuyor.

İG- Siz kelle paça yapınca elinize yapışmıyor mu? Et suyu bekleyince jöle kıvamına gelmez mi?

FS- Sanatçılardan kimlerle çalıştınız hocam?

İG- Hemen hemen hepsiyle çalıştım. Bu soru çok soruluyor. Birçok bağlama yapımcıları bu hediye olsun diyerek profesyonellere bağlama götürürler. Kendi reklamı olsun diye. Ben bunu yapmadım hiçbir zaman. Birileri gelip ya İsmail Usta “Herkesin senin yaptığın bir sazı var, bana bir saz yap,” dediklerinde yaparım. O da bir iki kişidir. Biri Ali Ekber Çiçek, diğeri Musa Eroğlu şimdi artık pek siparişle saz yaptıran yok. Mağazadan alıyorlar.

FE- Hocam sizde Âşık Veysel’in orijinal bağlaması olduğunu duymuştum. Doğru mu?

İG- Evet, ayrıca Mahzuni’nin ve Nihat Aydın’ın da bende bağlamaları var.

FE- Âşık Veysel’le teşrik-i mesainiz oldu mu hocam?

İG- Evet oldu. Benim avantajım küçüklüğümde babamın kahvesinin olmasıydı. 1955’de Demokrat Parti zamanında Ocak diye bir teşkilat vardı. İbrahim Aktaş diye orada bağlama çalan, oranın başkanı Sivaslı biri vardı. Ona misafir olmuş Âşık Veysel. O da bize getirdi ama ben o zaman ilkokul öğrencisiydim daha. Bizim evde bir gece kaldı. Şimdiki bilincimiz yok tabii, bir de çocuğuz yanına da yanaşamıyoruz. Eskiden malum, büyüklerimizin olduğu yere kapıdan bakabiliyorduk ancak. Yalnız şunu hatırlıyorum. Kahveye geldiğinde dediler ki, “Âşık Baba bize çal, söyle,” dediler. “Ya ben kahve aşığı mıyım? Sizin odanız yok mu?” dedi. Bizim eve geçtik. Kamil insanlar içeri girdi, biz dışarıda kaldık. “Ev sahibi kim?” dedi. Babam “Benim âşık baba,” diye cevap verdi. “Yavrum tarlada diken var mı?” dedi. Babam olmadığını söyledi. Ben bunun ne olduğunu anlamadım o zaman. Belki yirmi sene sonra aklıma düştü, babama sordum. “Bizim sohbetimizden alınacak, kırılacak kimse var mı demek istemişti,” dedi babam. Daha sonra da bir Hacı Bektaş gecesinde kuliste gördüm hepsi o. Fakat bana onunla ilgili birçok anı anlattılar. Bir tanesi, 1965’lerde Âşık Veysel buralara gelmiş. Akçay’ı buraları falan gezdirmişler. Aralarından biri demiş ki; “Ne kadar ayıp, yarı çıplak denize giriyorlar.” Veysel cevap vermiş. “Niye ayıp olsun ki? Bu çıplakları benim köyüme götürsen orada ayıp. Oradaki çarıklıları buraya getirsen burada da o ayıp.”

Bu arada içeriye bir kuğu zarafetiyle Seval Hanım giriyor. Elinde çay tepsisi… Daha sonra orada bulunduğumuz iki saat içinde aynı sessizlikle üzümler, çikolatalar ve çay ikramları sürüyor.

FE- Bağlamaya geri dönersek, diyelim ki elinizde başka bir iş yok, bir bağlama yapacaksınız. Ne kadar sürüyor?

İG- Önce o yüz yıllık kütüğü bulacaksınız.  Kütük yaş, o kuruyacak dört ay. Oyması bir ay, sapıydı teliydi altı yedi ayı buluyor. Bu işin ticaretini yapan arkadaşlar var Samsun Çarşamba’da. Onlar buluyor, oyuyor, bizim istediğimiz kalınlıkta gönderiyorlar. Biz burada ince işini yapıyoruz. O zaman da bir bir buçuk ayda bir bağlama çıkıyor.

FS- Bir de yaprak tekniği var demiştiniz Hocam?

İG- Üç dört santim enindeki çıtalar ıslatılıyor, sonra eğimi sağlayacak kalıba mengenelerle sıkıştırarak yerleştiriliyor ve alttan ısıtılıyor. Sonra yirmi bir parça bir başka kalıbın üzerinde yapıştırılarak birleştiriliyor.

FE- Peki bu yaprak olanların ağacı da dut mu?

İG- Yok, orada seçenek çok… Dut da olabilir, maun, zeytin, karaağaç, ardıç ve daha birçok ağaç da olabilir. Aslında ekonomik olarak bu kolay… Bunda keser, talaş yok. Mesela dışarıda gördüğünüz o dut kütüğünü yaprağa biçtiğimizde belki otuz tane bağlama çıkar.

FE- Peki ikisinin arasında ses kalitesiyle ilgili bir fark var mı?

İG- Tabii, var. Ne olursa olsun yaprak yönteminde yirmi bir parça bir araya geliyor ve kasıntı oluşturuyor. Ağacın doğası bozulmuş durumda. Stres var bunda.

FS- Stres deyince aklıma geldi, bu tellerin üzerinde kaç ton gerilim vardı hocam?

İG- 110 kilo.

FE- Bağlamanın tarihinden söz edebilir misiniz biraz?

İG- Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde bir fresk var. M.Ö. 700’de yapılmış. Hititler döneminden. Gördüğünüz Âşık Veysel’in sazının aynı. Ve ucunda da iki püskül… Bizim alevi Bektaşi dede sazlarımızda hep püskül vardır. Neyi ifade ettiğini bilmiyorum ama hepsi püsküllüdür.

FS-Ben ama ne hissettim biliyor musunuz? Bir ara bende de vardı. Titreşimle birlikte salındıkça müziği görünür hale getiren bir şey o püskül.


İG- Şimdi hepimiz biliyoruz ki, Asya’dan Türkler Anadolu’ya belki elli sefer gelmişler gitmişler. Şimdi ben mantığımı kullanarak konuşuyorum. Yerleşik düzeni olmayan bir kültürün endüstrisi de olmayacak, mimarisi de olmayacak, sanatı da olmayacaktır. At üzerinde gezinen hayvancılık yapan göçer bir kabilenin böyle bir enstrüman yapma kabiliyetinin olduğunu sanmıyorum. Bu, yani bağlama yerleşik kültürün ürünü. Ha Anadolu’ya gelip gidişlerinde götürmüş olabilirler. Tekrar getirmiştir, üzerine bir şeyler ilave etmiştir, onu bilemiyorum ama tekrar ediyorum, milattan önce 700 yılında kullanıldığını görüyoruz ama Orta Asya’da o döneme ait kalıntılarda bağlama yok. Şamanların çaldığı başka bir şeyleri görüyoruz ama bağlamayı görmüyoruz.

FE- Son olarak Âşık Veysel’in bağlaması size nasıl ulaştı?

İG- 1955’lerde Âşık Veysel, annemin amcasına, bizim köye misafir oluyor. Amca da bağlama çalan birisi. “Garip ağa,” diyor, “Sazı getir de ikimiz beraber çalalım.” O da “Çocuklar benim sazımı kırdılar,” diyor. Beş on gün kaldıktan sonra Âşık Veysel, “Ya ben İstanbul’a gideceğim, bunu bırakayım burada,” diyor. Amca rahmetli olunca ben taziyeye gittim. Yengem “Âşık Veysel’in bir bağlaması var bizde,” dedi. “Nerede?” dedim. “Kömürlükte,” dedi. Gittim aldım, tel köprüsü eksik. Perdeler yok, üç tane bağırsaktan tel var sadece. Çatlağını bile yapıştırmadım. Elinin kiri üstünde dursun dedim. Hatta birkaç sene hiç ellemedim, bundan ne ses çıkacak ki dedim. Sonra bir arkadaşım,”Yahu şunu tellesene,” dedi. İyi ki demiş.

İsmail Hoca Veysel’in sazını eline aldı bu arada ve vurmaya başladı. Etrafımızdaki bağlamalardan farklı bir saz bu… Daha küçük, daha narin… Çalınanın kulağımıza aşina gelmesinin nedenini açıkladı sonra Hoca.

İG- Bu bağlama Âşık Veysel’in tınısından başka bir tını çaldırmıyor. Mesela Mahzuni Abi’nin sazı da ondan bir şeyler çalmamı istiyor.

FE- Hocam Türk Halk Müziği dışında da müzikler dinler misiniz?

İG- Tabii elbette... Güzel bir soru. Annemin dayısı keman çalıyordu. O ve arkadaşı ne zaman kemanı ellerine alsalar dinlerdim. Bir de radyodan Türk Sanat Müziği dinlerdim ve Zeki Müren’i çok severdim. Bir kemanım olsun istemiştim. Babam “Çalış al,” dedi. Ben de koca yaz bir boyacıda çalıştım. Kırk lira biriktirdim. Yirmi lira da Menderes’ten aldım. Gerçekten. Menderes bir yerin açılışını yapıyordu. Biz de oradan geçiyorduk. İnşaatında görevli kişilerden biri benim hısım… Menderes’e “Bu da en genç çalışanımız,” diye tanıştırdı beni. O da elini öptürüp yirmi lira verdi. Oldu altmış lira. Ama babam “Bak oğlum kemanı sonra da alırsın, büyüdünüz, ek yapacağım eve. Masraflar olacak,” deyip parayı aldı elimden. Bu gün oldu keman hala alınacak! Kim bilir belki o zaman kemanım olsaydı, şimdi bağlama değil kemanla meşgul olacaktım.

Sessizleştik bir süre hepimiz. Hayatın önümüze çıkardıklarıyla mı biçimleniyordu sadece yaşayacak olduklarımız?

 FE- Pekiii… N’olacak bu memleketin hali dermişim.

Hep birlikte gülüşüyoruz.

İG- Anlaşıldı, sohbetin sonuna geldik ama şunu da diyeyim de… Veysel’den bir anı geldi yine aklıma.  Veysel, Kul Ahmet falan birkaç kişi Amasya’ya gitmişler. Kul Ahmet gaflete düşmüş. “Veysel görüyor musun?” demiş, Ferhat’ın deldiği dağlar karşıda.” Veysel de “Elbette görüyorum,” demiş, “Ben kör müyüm?” Memleketin hali meselesine girerseniz cevabım bu…

Bir süredir yüreğimizi karatan savaş çığlıklarından, gözümüzün önünden akıp giden kanlı görüntülerden birkaç saatliğine de olsa uzaklaşmış olmanın ferahlığıyla Seval Hanım’a ve İsmail Hoca’ya teşekkür ederek ayrılıyoruz bu dost evden.Bazı insanlar dengbejdir diye bir kez daha aklımızdan geçiyor. Onlar anlatmayı bilirler. Tabir yerindeyse hikâyeleri ballandırarak anlatıp kuşaktan kuşağa aktaranlardır dengbejler. Onların anlattıklarının değerini bilen birileri kelime kelime, hani nerdeyse harf sektirmeden, oturur yazarlar. Herkes okusun diye, kimse unutmasın diye o güzel insanları… Acısıyla, tatlısıyla geçmişte kalmış o günleri… Bizce İsmail Hoca da onlardan biri… Eğer isterse onun anlatacaklarını kâğıda dökmeye talip olduğumuzu söylüyoruz. Olumsuz bakmıyor. Bakalım hayat, bir anlamda tanışma olan bu sohbetimizi nereye götürecek?



                                                                      FİLİZ SONSUZ-FİLİZ ENGİN
                                                                                       10.EKİM.2014


Muhabbetname-Filiz Engin

Onlar Konuştukça Ter Boşanıyor Sırtımdan

Lafa nereden gireyim, içimin hangi gürültüsüne kulak vererek dökülmeye başlayayım da olur a, bir nebze ferahlayayım diye elde kalem düşünüp duruyorum dakikalardır. Yanı başımda tek gözü kör minik bir kedi guruldayarak yüzüme bakıp duruyor. “Bırak elindekileri, kafandakileri, gıdımı okşa, sesimi dinle ve rahatla!” der gibi bir hali var. Belki de onu dinlemeli ama ne çare ki adımıza insan denmiş bir kere, sus deyince susmuyor ki düşünce…

İnsan çoğu zaman yaşadığı anın içinde, o anın olağanüstülüğünü ya da daha hafif bir deyimle; ne anlama geldiğini pek anlamaz, üstünden zaman geçmesi gerekir ya, bu kez sanki öyle değil. Yaşananlar öylesine vahşi, kanlı ve pervasızca açık seçik, ilmek ilmek örülüyor ki gözümüzün önünde, yarının duru, aydınlık ve sevgi dolu gelmesinin mümkünsüzlüğünü anlayabiliyor gibiyiz bu günden. Elbette bütün kalbimle yanılıyor olmayı istiyorum bunları yazarken.

Senin ve eşinin sadece ülke değil, yarımküreyi de değiştirerek o nehrin kıyısında inşa etmeye çalıştığınız evi, karnında iyice büyümüş olması gereken bebeğini ve dünyanın kaynayan kazanlarından uzak, en fazla gazeteye bakarak yaşamayı planladığın yeni hayatını galiba kıskanıyorum. Gerçi diyeceksin ki, “Bazı durumlarda gözden ırak olan gönülden ırak olmuyor!” O da doğru ama işler bu kez gerçekten berbat durumda buralarda. Sadece bir mürekkep yalamış duyarlılığıyla dünyada olup bitene bakıp üzülmekten çok öte olanlar…

Bizzat evin içindeki kendi küçük dünyalarımızı bile tehdit eden devasa belalarla karşı karşıyayız. Belki kapının önünde silahlar patlamaz, belki de patlar onu bilemiyorum ama mesela hayat standartlarımızı daraltmak zorunda kalacağız. Mesela daha az konuşabileceğiz. Hükümet ‘yeni bir güvenlik paketini’ ısıtmaya başladı bile. Sokaklarda itiraz seslerimizi yükseltmemize engel olmak üzere gelecek olan kanunların eli kulağındadır.  Değer ölçülerimiz sarsılacak, yanı başımızdaki arkadaş bellediklerimizle tartışmalarımız sertleşecek, kopmalar yaşamaya başlayacağız. Çünkü adım adım oraya gelmemizi sağladılar. Şimdiyse çalan çanlar, üstünde yürümeye çalıştığımız ince bir telin her an fazladan titremesine ve düşmemize neden olabilecek nitelikte. Kadın-erkek, türk-kürt, dindar- ateist, yetişkin- çocuk ayrımı yapmadan ateşler içine düşürecek sesler çıkarıyor çanlar. İçerde ya da dışarıda baş aktörler ve aktrisler sürekli konuşuyor cancazım ve onlar konuştukça ter boşanıyor sırtımdan. Hani şairin bir şiiri vardı. “ Mussolini çok konuşuyor Taranta - Babu!” diye başlayan. Ekranda o konuşanları her gördüğümde ürpererek bu dizeler geçiyor aklımdan. Bazen de, makineye çamaşır yerleştirirken mesela, kendi sesimin çınladığını duyuveriyorum. “İşte böyle Taranta - Babu / Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu: / temelinde Roma'nın/ dişi kurt sütüyle dolu kovalar/ ve bir avuç kardeşkanı var...  Ne zaman buraya geldik diyeceğim saçma olduğunu bile bile… Ne zaman burada değildik ki? Biz dediğim tarihin derinliklerinden bu güne kadar gelen tüm insanlık… Şair de söylüyor işte, imparatorlukların temelinde neyin yattığını.

Hatırlıyor musun “İnsan Nasıl İnsan Oldu?”* kitabını? Bir zamanlar elimizden düşürmezdik. Geçen akşam boğulduğum bir anda elime aldım yıllar sonra ve taa o zamanlar işaretlediğim 65. Sayfadaki paragrafı okudum yine. Emeğin Takvimi bölümünün sonlarına doğru, hani ticaretin başlangıcı diye düşünebileceğimiz insanlık tarihinin ilk değiş tokuş dönemine dair anlatılanların olduğu satırlar… Şöyle yazıyor:

…“ Değiş tokuşun her zaman barış içinde, kavgasız yapıldığı söylenemez. Eğer misafirler bakırı, kumaşları tahılı zorla alabilirlerse bundan hiç çekinmezlerdi. Zaten bir aldatma olan değiş tokuş çoğu halde göz göre göre soygunculuk halini alırdı. Yabancıyı soymak da, öldürmek de günah sayılmazdı. Öyle ki köylerin kalelerle çevrilmeye başlanması sebepsiz değildi.
(…)Yabancı kabilelerden olanlara pek güvenilmezdi. Her kabilenin üyeleri, yalnız kendilerini insan sayar, yabancılara insan gözüyle bakmazlardı.”

Sonra… Sonrası yüzyıllar geçmiş, penisilini bulmalar, uçaklar, gemiler… Telefon, televizyon, internet… Aya gitmeler, Mars’a araç göndermeler… Derken bu güne gelmişiz işte. Eeee… Ta o zaman ruhumuza üflenmiş lanetten arınmak şöyle dursun, korkarım katlanarak büyüyor binlerce yıl öncesinde ortaya çıkan yukarıdaki satırlardaki o bakış:

 “BU BENİM… BANA AİT!” Oysa “…dünya öyle büyük, öyle güzel/öyle sonsuz ki deniz kıyıları / her gece hepimiz/ yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/ yıldızlı suların/ türküsünü dinleyebiliriz...” öyle değil mi? Öyle olması lazım. Neden dersen, geçenlerde okuduğum 90’ların sonunda Birleşmiş Milletlerin hazırladığı bir raporda cevap. Dünyadaki 225 kişinin toplam gelirinin %4’ü, dünya yüzündeki tüm insanların insan gibi yaşamalarını sağlayacak tutarmış!

Biliyor musun, bazen inananların işinin ne kadar kolay olduğunu düşünüyorum bu aralar. Son aylarda yeni bir kelime doladık ya dilimize. Soma’da yaşanan büyük maden faciasından sonra bilinçaltımıza özel bir çip gibi yerleştirilmeye çalışılan şu “Fıtrat” kelimesinden söz ediyorum. Ne kolay değil mi? Madende göçük altında kalmak bu işin ‘fıtratında’ olduğu gibi, pekâlâ Ortadoğu’da doğmuş olan bir çocuğun arkadaşlarıyla oynarken kurşunlara hedef olması ya da biraz önce ocağa koyduğu süt taşmasın diye altını kısmak için mutfağa giderken, bir ninenin tepesine bomba düşmesi de işin ‘fıtratıyla’ ilgili olabilir. Madem paylaşılması bu kadar zor olan mesela petrolün bol bol olduğu topraklarda doğmuşlar. Huzur içinde uyuyabiliriz, çünkü ‘fıtrat’ bu, yapacak bir şey yok! İnsan aya gitmeyi başarabilir ama bunun için yapabileceği bir şey yok! Öyle mi?

Oysa ne diyordu Nermi Uygur naif kaleminin ucundan dökülen kelimeleriyle “İnsan insanın neyidir?” sorusunun cevabını ararken:  
 
“Her koyun kendi bacağından asılmıyor; hepimiz birdeyime birbirimizin bacağına asılıyız.”*

Bu sözü tek tek bireyler arasındaki ilişkiler için düşünebileceğimiz gibi insanın üst kimlik safsatasıyla bölünen tüm gurupları için de söyleyebiliriz. Erkek kadının, ingiliz almanın, suriyeli arabın, şii sünninin, müslüman hristiyanın, inançlı inançsızın… -Sürer gider uzatmayayım- bacağına asılı değil mi? Hatta dahası var. Ağaç insanın, insan ineğin, inek otun, ot ağacın bacağına asılı, en çok da kendi aramızda bunu göremeyenlere içerliyorum galiba…

Çok kara yazdığımı düşünüyorsundur belki satırlarımı okurken.  “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır,”* benim de aklıma geliyor… Tamam da, yolunu da söyleyivereydin Edip Abi diyorum bu aralar. Koyulaşmış bir dertli hali yazıp durdum sana. İyi ki varsın da, yazabiliyorum böyle. Çünkü yazmaktan, konuşmaktan, okumaktan vazgeçtiğimizde her şey iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. İtiraf ediyorum, mektubu yazmaya başladığımdan beri kaç kez buruşturup atasım geldi kâğıtları… Her seferinde o kelime düştü odanın ortasına da vazgeçtim. Direnmek… Direnmek…

Tabii direnmek ama nereye kadar bu direnmek? Bilirsin işte, insanın içinde sürekli bir şey yapmalı diye bir kurtçuk dolanıp durur ya... Yani direnmek yetmez, düzeltmek de ister ya insan olan...  Ama öyle zamanlar ve olaylar var ki, bulunduğun konumda yapılacak tek şey gerçeğe bilincini sürekli açık tutmaktan başka bir şey olamayabiliyor. Az şey mi? Değil, az şey değil tabii…

Bu günler içim sadece bunlarla dolu. Bunlarla yatıp bunlarla kalkıyorum. Her zamanki gibi aklına, yüreğine güvendiğim biriyle paylaşmak istedim, hepsi bu. Sen de yaz, umudu yeşertecek gibi yaz hem de… Muhtemelen mektup sana ulaşana kadar bebek doğacaktır. En çok onu yaz…

Sevgiyle

FİLİZ ENGİN/12.Ekim.2014

*İnsan Nasıl İnsan Oldu?/ M. İlin-E. Segal/Say Yayınları
*İçimin Sesi kitabından İnsan İnsanın Neyidir adlı denemesi/Nermi Uygur/YKY Yayınları

*Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinden

Muhabbetname- Filiz Sonsuz


Torunuma Mektuplar-I

Merhaba kuzucuğum,

Bu mektubu okuyabildiğine göre, artık minik bir kuzucuk değilsin, biliyorum; ama izin ver sana böyle hitap edeyim. On sekizini doldurmuş koca bir adamsın, ya da müthiş güzel bir kadın. Benim için fark etmez. Sen, benim daha doğmasına çok uzun yıllar olan torunum, kuzucuğumsun. Bir babaanne adayı, on sekiz yaşındaki oğlunun ileride doğması kuvvetle muhtemel çocuğuna neden mi mektup yazar? İnan bilmiyorum. Hayat izin verirse seni görebilirim. Büyümeni izleyebilir, sana söylemek istediklerimi söyleyebilirim. Ama hayat işte...  Her an “  Buraya kadarmış. Hadi gidiyoruz” da diyebilir. O zaman bize düşen “tamam o zaman” deyip yola koyulmak olur. İşte tam da o zaman, sana ulaştırılmak üzere bırakılmış bu birkaç satırın verdiği iç rahatlığıyla gitmek varken, niye kelimelerimi yüreğime saklayıp gideyim ki, değil mi? Bu arada bir şey daha… Bu mektubu senden önce birkaç kişi daha okuyacak. Bozulmazsın umarım. Ama, bil ki paylaşmak güzeldir. Tavsiye ederim, paylaş. Zamanını, ekmeğini, emeğini, düşlerini, acını… Mektubu okuduğunda nasıl bir dönemde yaşıyor olacaksın, şimdiden kestirmek zor. Umarım paylaşmanın kutsandığı bir toplum büyütür seni. Zira biz bunu pek beceremedik kuzucuğum. Ne ekmeğimizi paylaşabildik hakça, ne şu koskoca dünyayı… Ekmek için de, toprak için de öldürüldük sürüyle. Ve hatta bazen öldürdük.

Yıllar yıllar sonra, mesela bu mektubu okuduğun yıllarda, ders kitapları bu günleri nasıl anlatır bilemem. Bize anlatıldığı gibi anlatılacaksa size tarih, sakın yetinme. Resmi tarih ya hep eksiktir ya da farklı. Tarih dersini sevmeyebilirsin benim gibi. Ben de sevmezdim. Ama işte, mecbursun işin doğrusunu bilmeye. O kitaplarda değil belki ama, mutlaka başka bir yerlerde, kan donduran fotoğraflar göreceksin, bu günün ortaçağ karanlığını anlatan. Maalesef hepsi doğru kuzucuğum. Evet, bir gurup cani, kelle kesip can alıyor buralarda. Kendileri gibi yaşamayan, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi inanmayan insanları yok ediyorlar gözlerini kırpmadan. Bu canilerin kimler olduğunu, bunu neden yaptıklarını, kimlerin yaptırdığını da başka bir mektupta anlatırım sana.  Bütün bunların yaşandığı, huzura, barışa susayan o topraklara biz, genelleme yapıp Orta Doğu diyoruz. Muhtemelen siz de öyle diyeceksiniz. O topraklar, umarım bir gün huzur bulacak.

Biz ne mi yapıyoruz bütün bunlar yaşanırken? İtiraz ediyoruz, isyan ediyoruz. Ama işte yetmiyoruz, yetemiyoruz. Ah be kuzucum, nasıl anlatayım sana… Bölük pörçüküz. Üçe, beşe, ona bölünmüş, kendimizle kavga ediyoruz. Sokaklar kan gölü. Kellesi kesilenin, yurdundan yuvasından sürülenin kim olduğuna, inancına bakıyoruz, itiraz edip etmemeye karar vermek için. Öldürülen Türkmense, birileri ağlayıp sızlanıyor, Ezidiyse başka birileri, Kürtse başkaları, Şiiyse bir başkaları…  Herkes için aynı anda ve aynı oranda üzülen çok az. Aklının bir köşesine yaz bunu kuzucuğum, faşizm, eminim anlamını biliyorsundur, herkes için aynı derecede ölümcül oysa. Biz, emeğiyle geçinip zar zor hayatta kalmaya çalışan insancıkların tek çıkar yolu, faşizme ve onu besleyen kapitalizme karşı birlikte dik durabilmekken şu yaptığımıza akıl erdiremiyorum canımcım ya.
Sıktım mı canını? Af edersin, muhtemelen yabancısı olduğun pek çok sözcük geçti cümlelerin içinde, farkındayım. Ama bilmelisin bunları kuzucuğum.  Hiç ilgini çekmese de bilmelisin. Yaşadığın günlere nasıl gelindiğini bilmek için, önce bunları bilmelisin.

Hadi senden söz edelim biraz. Ne olmak istiyorsun? Yani meslek seçimin, diyorum? Baban küçücükken çöpçü olmak istiyordu J (Teknolojinin nimeti bu buluşu seviyorum. Bak, sana kâğıt üzerinden bile gülümseyebiliyorum) Oyuncak bir çöp kamyonu almıştık ona. Ne çok sevmişti o kamyonu. Ne iş yaparsan yap, işini severek yap kuzucuğum. Para da kazan tabii. Sonuçta eminim senin çağında da para çok önemli olacak, ama işini illa ki sev. Sevmediğin bir işle ömür geçirmek, sevmediğin bir insanla yaşamaya çalışmak gibi bir şeydir sanırım. Çekilmez bir şey yani.

Az önce babana, sana mektup yazma fikrimden bahsettim. Nedense hiç şaşırmadı. Babanın küçüklüğünü hatırladık beraber. Sen nasıldın bilmem; ama baban zor bir çocuk değildi. Küçücükken bile, anlatınca anlardı. Yalnız, bir keresinde beni cidden çok uğraştırmıştı. Televizyonda gördüğü siyahi insanlara nefretle bakıp “pis bu” falan diyordu. Tepkisinin nedenini çözemediğim gibi, ne dediysem fikrini de değiştirememiştim. N’aptım biliyor musun J O yıllarda çok yaygındı çim adamlar. İnce kadın çorabının içine önce çim tohumu, sonra talaş doldurup küçük bir insan kafası şekli veriyorduk. Sonra da işte yüzüne kaş göz falan, al sana minik bir insan başı. Birkaç gün sulayınca saç yerine çimler çıkıyordu. Yapmak istersin belki diye tarif edeyim dedim. Babana iki tane çim adam yaptım. Birisi beyaz, birisi siyah çoraptan. Baban suladı ikisini de. İkisinden de yemyeşil çimler fışkırdı saç niyetine. Amacım, “rengine göre değerlendirme, ikisinin de özü aynı” mesajı vermekti babana. İşe yaradı mı bilmiyorum; ama bu gün babanla gurur duyuyorum. Biliyorum ki benim oğlum pis bir faşist değil. Hiçbir zaman da olmayacak. Tıpkı senin de olmayacağın gibi.
Faşizm pis bir hastalıktır kuzucuğum, kendini koru bu hastalıktan. Pek çok yolu var bu illete yakalanmaktan kurtulmanın, o kadar  da  zor değil yani. Her şeyden önce bil ki, şu yer yüzünde bir karıncadan daha fazla hak sahibi değiliz. Sonra, kalabalık tarafta olmanın seni daha haklı, daha doğru yapmadığını anla. Hem, kalabalık dengesinin her an, kolayca değişebilecek bir  matematik denklemi olduğunu unutma. Ama en önemlisi kuzucuğum, güçlüden değil, haklıdan yana ol. Bilirim, çok zordur. Sırf bunu yaptığın için bile etrafındaki bir sürü insanı kaybedebilirsin. Ama bir o kadar da dost kazanırsın, inan bana. Asla yalnız kalmazsın. Güçlünün yanındaki çirkef olmaktansa, haklının yanındaki insan olmanın iç huzurunun tadına var kuzucuğum. Pişman olmayacaksın.

Ben mi? Haydaaa… Nasıl anlatayım ki şimdi beni sana? Birkaç ipucu yetsin mi? Hadi yetsin… Çaysız en fazla yirmi dört saat yaşayabilirim  Tarhana çorbasını ve müziği çok severim mesela.  İlaç gibidir ikisi de bana. Umarım sen de seviyorsundur bu ikiliyi. Her şeyi dinleyebilirim. Ama türküleri ayrı severim. Tarhana konusunda ısrar edemem belki ama, türküleri sev kuzucuğum. Hiç değilse dinle.  Türkülerde halkların kaderini bulursun zira. Bu gece bağlamamı alıp elime, bir iki saat çalmaya çalıştım, iyi mi   Bağlama çalmak dediysem, öyle ünlü ozanlar gibi falan değil tabii… Kendimce biraz işte…  Birkaç türküyü ilk kez denedim, eh işte, olur gibi oldu. Sivas Ellerinde Sazım Çalınır’ı çalabildim mesela. Çok güzel bir türküdür. Yanık bir ezgisi vardır. Sivas üzerine yakılmış bir sürü güzel türküden biridir. Sivas demişken kuzucuğum, öğrenmeni çok isterim Sivas’ta olup bitenleri. Bizim Google’ımız var. Her şeyi biliyor. Sen sor yeter ki. Siz ne kullanacaksınız bu işler için, acayip merak ediyorum. Eminim bizimkinden çok daha hızlı ve güvenilir kaynaklarınız olacak. Sor işte o kaynaklara Sivas’ı. Devamında kaynağın gösterdiği linkleri de tıkla. Çok şey öğreneceksin yaşadıklarımız hakkında.

Sonra, Yemen Türküsü’nü çalabildim bu gece kuzucuğum. Onu da dinlesen keşke. Hani demiştim ya az önce, türkülerde halkların kaderini okursun diye… Yemen Türküsü, bu halkın kaderinin ağıtıdır mesela. Sırf Amerika istiyor diye Yemen’e, Kore’ye gidip savaşmış insanların toprakları buralar kuzucuğum. Şimdi de Suriye’ye gitsin istiyorlar çocuklar. Çocuklar dediysem, bütün çocuklar değil tabii. Bazı doğuştan şanslı çocuklar değil cepheye gönderilecek olanlar. Kaportacı Kamil Abi’nin, bakkal Hasan Amca’nın, emekli öğretmen Ayşe Abla’nın oğullarını yollayacağız davul zurnayla şehit olmaya.   

Ha bir de Ay Dilbere’yi çalabildim. Hem bayağı da iyi çalabildim sanırım. Kürtçe bir türküdür. Sözlerini tam bilmiyorum; ama çok güzel bir ezgisi var. Bulup onu da dinle bence kuzucuğum. Sanırım seversin.

Bir aralar bağlama ile Beathoven’ın 9. Senfonisinin en çok bilinen o birkaç dakikalık kısmını çalıyordum. Gülme sakın. Bence denenmeli.

Oooo saat üç olmuş. Yarın bir sürü iş var. Ama geceyi seviyorum işte. Yazma, okuma işlerini hep bu saatlerde yapıyorum. Bence sen de yaz. Çok iyi geliyor yazmak insana. Yazdıkça insan kalabilmek mümkün oluyor belki de. Ya da bana öyle geliyor, neyse.

Son olarak kuzucuğum, aşka inan, olur mu? Aşka saygı duy. Birileri çıkıp da benim hakkımda sana, “ ama o aşka inanmazdı ki” derse, sakın inanma. Aşkı, keşfetmekle uçup giden bir halüsinasyon olarak tanımladığım külliyen yalan.

Yine yazacağım. Uyumuyor olsaydı deden de selam yollardı. Seni şimdiden seviyorum. 13.10.2014
                                                                                                                                                           

                                                                                                  FİLİZ SONSUZ

Savaşa ve Kutuplaşmaya Hayır!

Bir süredir giderek hızlanan bir ivmede kan ve şiddete alıştırılmaya çalışılıyoruz sanki. Gazetelerde ya da internet ortamında aralıksız göğsümüzü sıkıştıran haberler akıp duruyor gözlerimizin önünden.

   *Kobané’de yaşanan IŞİD saldırılarına ve bölge de süren yaşam savaşına karşı Gezi’nin doktorları İstanbul Tabip Odası’nın “Barış ve Yaşam Talebi için Suruç’a Kobané sınırına gidiyoruz” çağrısıyla bir araya geldiler. Hekimler Suruç’a, 10 Ekim 2014 Cuma’yı Cumartesi’ye bağlayan gece Kobané sınırına gitmek üzere yola çıktı.

  * ABD Dışişleri sözcüsü, “Kobane’nin IŞİD’in eline geçmesine üzülürüz ama önceliğimiz petrol bölgelerini kontrol altına almaktır” dedi. 

  *  İstanbul Üniversitesi Beyazıt Yerleşkesi’nde sabah saatlerinde okula gelen maskeli şapkalı “Müslüman Gençlik” üyeleri  özel güvenliklerin gözü önünde bahçede oturan üniversitelilere saldırdı. Özel güvenliğin hiçbir şey yapmadığı saldırının ardından yerleşkeye çevik kuvvet girdi. 28 öğrenci gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında yaralıların da bulunduğu ve karakolda kalorifer dairesinde polis tarafından darp edildikleri öğrenildi.

  *  Ana muhalefet genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “Kobane’nin kurtarılması ve IŞİD’in püskürtülmesi ile sınırlı bir tezkere çıkaralım. Askerimiz bu işi tamamladıktan sonra ülke topraklarına geri dönsün,” dedi.

  * Gündem Çocuk Derneği “ 6-7 Ekim'de 24 saat içindeki saldırılarda 4 çocuk öldü, 10 çocuk ağır yaralandı, 110 çocuk gözaltına alındı,” diye açıklamada bulundu.

  * Cumhurbaşkanı Erdoğan KTÜ’ de yaptığı konuşmada da Kobane eylemleri için ‘”Anladıkları dil neyse o dille konuşacağız,” dedi.

  *ABD Dışişleri Bakanı, IŞİD merkezli olarak Ortadoğu’yu kapsayan savaşın “uzun yıllara yayılabileceğini” söyledi.

   * Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bütün bunlara karşı polisimiz ne yapacak? Hala kalkan mı tutacak? Gereği neyse askerimiz de polisimiz de onu yapacaktır” diyen Erdoğan “14’ünden sonra gerekli bütün tedbirler alınacaktır. Azami ölçüde yasalarda gerekli değişiklikler yapılacaktır,” dedi.

Bunlar gazetelerden ya da sosyal medyadan seçtiğimiz yığınla ürkütücü haberden sadece bir kaçı… Bu arada hepimizin bildiği gibi ülkede, sadece 3 günde 35 insan çıkan olaylarda hayatını kaybetti. Söylenecek, yazılacak çok şeyimiz olduğunu fark edip kolları sıvamaya hazırlanırken 30 yazarın bir araya gelerek bir bildiri yayınladığını gördük medyada…
Söylediklerine harfiyen katıldığımız için aynı bakışı yeniden üretmeye gerek olmadığını düşündük ve aşağıda sizlerle paylaşıyoruz bu bildiriyi.



SUSMAK, AKAN KANA ORTAK OLMAKTIR
İnsanlık, dün olduğu gibi bugün de, zamanın, insan eliyle yaratılmış karanlık koridorlarında ilerliyor. Giderek yayılan savaşların, inanılmaz boyutlara ulaşan şiddetin içinde, her gün ölümden daha kötü şeylerle tanışarak, insan kalmaya çalışıyoruz. Düşünce evrenimizin, mahremiyetimizin, evrensel insani değerlerimizin fütursuzca saldırıya uğradığı, egemenlerin çıkarları doğrultusunda çizilen sınırlar içindeki yaşam, artık katlanılmaz bir hal alırken; ırk, din, dil, cinsiyet ayırımı yapılmaksızın insan soy ve varlığını sürdürmek ereği, ne yazık ki yalnızca kâğıtlara yazılı ilkeler olarak kalmıştır.

Bu nedenle, bugün Rojava’da akan kan; yalnızca Kürtlerin değil bütün insanlığın kanıdır.  Ayaklar altına alınan, tüm halkların, din, inanç ve kültürlerin birlikte yarattığı ortak insani değerlerdir. Orada verilen mücadele de insanın yaşam hakkını, onur ve haysiyetini koruma mücadelesidir.
Savaşın gelip dayandığı Şengal ve Rojava bölgelerinin, binyıllardır birlikte yaşamış halklarının, dinlerinin ve özgürlüğe olan inançlarının hedef alınarak hunharca katledilişinin, IŞİD gibi İslam adını almış fakat İslam’ın en elzem ilkelerini bile çiğneyip, katlederek, tecavüz ederek, yağmalayarak ilerleyen bir örgüte ihale edilmesinin tesadüf olmadığı açıktır.
Gösterilmeye çalışıldığı gibi bağımsız bir hareket ya da gönüllü bir şeriat istemcisi değil, egemenlerin uzun menzilli terör örgütü olan IŞİD’in yürüttüğü bu kirli savaşa, başta çocuklar olmak üzere, kadınların ve erkeklerin katledilmesine, onurlarının ayaklar altına alınarak topraklarını terk etmek zorunda bırakılmasına izin verilemez. Başta Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmak üzere, bölgedeki diğer güçlerin ve Birleşmiş Milletlerin de buna destek vermesi veya bunu görmezden gelmesi kabul edilemez. Böyle bir durum içinde susmak, zulme ortak olmaktır.”*










Körfez Demokrat Gazetesi’nde bir yılı aşkın bir süredir kültür sanat sayfası hazırlamaya çalışan bizler, gerçeklere kör, sağır ve dilsiz olmanın onursuzluk olduğunu, onursuz sanat yapılamayacağını bilerek diyoruz ki:

İçimiz acıyor. Yüreğimiz ateş altında..!

Filiz Sonsuz                                      Filiz Engin



*Bildiriye imza atan yazarların isimleri; Arzu Demir, Akif Kurtuluş, Aydın Çubukçu, Ayşegül Çelik, Aysel Sağır , Aysun Kara, Ayten Kaya Görgün, Ayşe Akaltun , Atalay Girgin, Dilawer Zeraq, Ece Temelkuran, Fırat Cewerî, Gönül Kıvılcım, Gabriel Binder(Avusturya), Hasibe Ayten, Hans Zengeler (Almanya), Helim Yusiv, İbrahim Genç, İmre Török-(Almanya), Müge İplikçi, Nina George (Almanya), Nevzat Süer Sezgin, Peter Prange (Almanya), Pelin Buzluk, Süreyya Köle, Şenay Eroğlu Aksoy, Şeyhmus Diken, Tekgül Arı, Yasemin Yazıcı, Yıldız Çakar

Okan Koparan ile Geleneksel Türk Sanatları üzerine söyleşi- Hat, minyatür, tezhip-4

Filiz- Peki bu sanata yaklaşımla, bu sanatla ilgili algıyla ilgili şikâyetlerin var mı?

Okan- Bahsettiğim gibi yaklaşımlardaki önyargı ilk etapta rahatsız edici. Fakat dinlemek isteyenlere bilgimiz dâhilinde anlattıktan sonra ilgisini çekmeyene rastlamadım. Tecrübesizim, en nihayetinde başıma da gelebilir.

Filiz- Hangisinden söz ediyoruz? Minyatürden mi?

Okan- Geleneksel sanatların tamamından söz ediyorum. Sanat dallarının tamamı ilgi çekici, duygulara hitap ediyor sonuçta.

Filiz- Japonlarda da var?

Okan- Evet geleneksel sanatlar Japonlarda da var. Japon minyatürleri gerçekten çok başarılı… Aynı şekilde İran minyatürleri de…

Filiz- Kanuni zamanında yapılan bir seferle, ustaların getirtildiğini ve yeni bir akımın doğduğunu öğrendim ben araştırmalarımda ve aynı dönemde yeniliklerin de olduğunu…


Okan- Evet, tezhipte İstanbul üslubunun temelleri atılmaya başlanmıştır.(1421-1480 Fatih dönemi ,1481-1512 II.Bayezid dönemi) Osmanlı’da üslup oluşturmak 16.yy dan sonra başlamıştır. İstanbul üslubu dendiğinde 15.yy sonu 16.yy dan bahsediliyor.
Fatih döneminde formlar daire ve mekik formundadır. En çok kullanılan renk çivit mavisidir. Lacivert, kırmızı, yeşil, bordo, turuncu, siyah renkleri dikkat çeker. Motifler iri çizilmiştir. Bayezıd dönemi yenilikler dönemidir.1495’e kadar Fatih dönemi pek değişmiyor. Tezhip sadeleşip durulmuştır ve bir önceki dönemle orta yol bulunup motifler birbirleriyle oranlanmıştır. Bayezid dönemi yenilikler dönemidir. Motifler zariflik kazanmıştır ve fırça kullanımları incelmiştir. Sayfa düzenine yenilik kazandırılmıştır ve 19.yy’a kadar devam etmektedir. Dingin, sakin renkler hâkimdir ve lacivertle altın dengesi çok çarpıcıdır.

Filiz- Renkler ile ilgili soracağım soru var. Ben Osmanlı sanatı dendiğinde mesela çiniyi de bunun içine dâhil ediyorum.

Okan- Türk çini sanatının tarihi ilk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılara kadar dayanmaktadır. Bu da çini sanatının bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları çiniyi mimari süslemelerde sıkça kullanmış, Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmasından sonra, çini sanatında Osmanlı Devleti'nin kuruluşuyla yeni bir dönem başlamıştır.

Filiz- Peki bunlarda lacivert, kırmızı ve turkuaz gibi harika renkler hâkim ama bunların dışında çok çeşitli renk tercih edilmediğini görüyoruz. Bu herhalde o renkleri elde edilemeyişinden kaynaklı?

Okan- Çok çeşitli renkler var…

Filiz- Var mı? Görmedim çinide ya?

Okan-16. yy'da İznik'te üretilen çinilerde gerek kalite ve gerekse desen üretiminde büyük gelişmeler olmuş ve Türk çini sanatı en parlak dönemini yaşamıştır. Osmanlı, mozaik gibi teknikleri bırakmış sır altı boya ve sır tekniğini geliştirmiştir. Bunun yanı sıra saray nakkaşhanesinde yeni motifler geliştirilmeye ve üretilmeye başlanmıştır. Saydığınız renklerin yanısıra yeşil, mavive kahverenginin kullanımıyla İznik çinilerinde yeni bir devir yaşanmaya başlanmıştır.

Filiz- Peki minyatürde rengârenk doğru, ebru da renkli ama çinide birkaç rengin dışına çok çıkılmadığını görüyoruz. Bu niye olabilir? Ağırbaşlılığı yansıtsın diye olabilir mi?

Okan- Gelişme dönemine girene kadar öyleymiş, fakat 16.yy dan sonra renkler çeşitlenmiştir. Kendi disiplini içerisindeki gelişme süreci diyelim. Evet, ağırbaşlılığı yansıtsın diye olabilir. Motiflerin ve renklerin buluşması çok etkilidir. Dikkat ederseniz saraylarda ve hünkârların kostümlerindeki etkiye bakınca o görkemin etkisi altında kalıyor insan. O dönemlerde saraylarda ağırlanan misafirler üzerinde de çok etkisi olduğu söylenir.

Filiz- Harika bir şey bu.

Okan- Bir kafeye oturduğunuz zaman bile eğer işletme yönetimi hemen ihtiyacınız olan şeyi tüketip gitmenizi istiyorsa ona göre renkler kullanmıştır mekânda. Duvar renklerinden ve içerideki tüm renklerden dolayı dikkatiniz dağılır, sıkılırsınız ve kalkarsınız…


Filiz- Bak bu çok hoşuma gitti. Bu daha yüz yüz elli yıllık bilgi gibi hep algılarız. Bilinçaltına hitap eden simgeler, mesajlar, reklamcılık sektörünün daha çok kullandığını düşündüğümüz şeyler ama bunu tarihimizin yüz yıllar önce keşfetmiş olması…

Okan- Yüzyıllardan bahsetmişken minyatür sanatının doğuşundan da bahsetmek isterim.Orta Asya -270 li yıllarda Uygur Döneminde başlayan minyatür sanatı…’Mani’ bilinen en eski ressamdır,minyatür ressamı..uygur döneminde mani dini resmi din olarak kabul ediliyor (manizm) ve mağaraya kapanıp öncüsü olduğunu dini resimleriyle anlatıyor ve insalarda resimle dini yaymaya başlıyorlar.altın kullanımı o zamanda da karşımıza çıkıyor 8-9-10-11. Yylarda da sürerek değil de kesip yapıştırma yöntemiyle kullanılıyor.

Filiz- Ciltlerin kapağındaki çalışmalar hat mıdır?

Okan- Tezhiptir. Hayvanların derilerinden yapılır ve cild yapanlara mücellid denmektedir.

Filiz- Senin şikâyetlerin neler demiştik?

Okan- Zaman zaman değindiğim gibi bilmeyişin doğurduğu önyargı, karşılıklı saygı çerçevesini bozarak yapılan Osmanlı-cumhuriyet tartışmaları vs…

Filiz- Gericiliğin simgesi olarak mı algılıyorlar? Sanat olarak göremiyorlar mı?

Okan- Cumhuriyet gibi modern bir yönetim şeklinde gericiliğe yer olmadığını biz biliyoruz ve görüyoruz… Yeterli bir cevap diye düşünüyorum ve kötüye giden şeyler için duyarlı bir insan olarak çok üzülüyorum. Sanatla gerici düşünmenin arasında bir bağ olabileceğini düşünmeyenlerdenim. Yüzyıllardan beridir de baskı altında olan doğunun sanat işleri batılıların açık fikirliliğiyle ne güzel yerlere gelmiştir... Batılılaşma özentiliği değil elimizdekinin değerini bilmiyor olmanın gafletinden bahsediyorum.

Filiz- İlk sene mi seçiyorsunuz bölümü?

Okan- Sınavlara giriş başvurusu yaparken girmek istediğiniz üç bölümü tercih ederek çizim sınavına giriyorsunuz. Üç bölümden birisini kazandıktan sonra eğitim süreci başlandığında tüm güzel sanatlar bünyesi ağrılıklı olarak temel sanat eğitimi dersi alıyor ve onun yanında okumaya hak kazandığınız bölümdeki derslerin başlangıçlarını temel olarak alıyorsunuz. Hatta giriş, tezhip sanatı için bezeme dersi gibi… Sonrasında sınıf atladıkça branşlaşıyorsunuz. Sınav giriş kayıt aşamasında da 3 bölüm yazarken doğru tercih yapmakta fayda var. Bir metinde okuduktan sonra çok etkilenmiştim. 1900lerin başında doğan Türk ressam Hasan Kavruk devlet bursuyla Avrupa’ya resim eğitimine gönderilmiştir.

Filiz- Resim eğitimi alsın diye öyle mi?

Okan- Evet. Türkiye’de yaşamış olan ve hayata olan, devlet bursuyla yurtdışında resim eğitimi alan çok değerli hocalarımız var. Bir usta da Tülin Onat’dır. Hasan kavruk picasso’ya ulaşıp –yüksek müsadenizle atölyenizde çalışıp çok şeyler öğrenmek istiyorum dedikten sonra picasso; ülkene dön ve kendi sanatınla ilgilen, varılmak istenilen noktalardasınız diye cevap vermiştir.

Filiz- Okul bittikten sonra eğitim devam ediyor mu?

Okan- Hat sanatı öğrencileri dört yıllık güzel sanatlar eğitiminden sonra bir hattatın yanında uzun süre hat çalışarak ‘icazet’ alırlar. Eğitim süreleri uzundur.

Filiz- Yani usta çırak ilişkisi aslında devam ediyor. Çok meşakkatli bu iş…

Okan- Evet... Hat sanatının ve bütün sanat dallarının buluştuğu yer üzerinde çok çalışmak. Hocanın icazetinden sonra hattat olunuyor.

Filiz- Peki, iyi bir mimardı tamam da, Mimar Sinan iyi bir mutasavvıf mıydı?

Okan- sadece gülümseyebiliyorum ismini duyunca..dünyaya gelen nadir insanlardan… çok iyi bir mimar.. Cemal Süreyya’nın çok güzel bir şiiri vardır mimar Sinan’la ilgili;

“Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de/Bir sen kaldın alçak ey mimar Sinan…” der dizelerinde…

Filiz- Şöyle diyebilir miyiz?  kendisiyle baş başa kalmayı beceren, kendisiyle dinleyen, evreni anlamaya çalışan herkes bu sanat içinde kendisini bulabilir.

 Okan- Kesinlikle. Bu sanat diye genellemeyelim, diğer sanatlara saygısızlık olur. Bütün sanatlarda kendisini bulabilir. İşte burada sanatın evrensel olması devreye giriyor. Bütün sanatlarda herkes kendisini bulabilir. Sadece yapılan işe saygı ve çokca emek.

Filiz- Evet, emek çok. O kesin. Valaa, çok güzel bir söyleşi oldu… Senin eklemek istediğin bir şey var mı? Ben aklımdaki her şeyi sordum.

Okan- Eklemek istediğim bir şey yok. Teşekkür ederim bu güzel sohbet ve güzel sorular için.

             Evet dostlar, sanatçımız Okan Koparan’la söyleşimizi burada noktalıyoruz. Sonuç mu? İyi iş emek ister, sabır ister, yürek ister, ruh ister. Üzerinde çalışacağınız murakkayı emekle üretmek, olgunlaşmasını altı ay beklemek ister. Altı ayda kullanıma hazır hale gelen o kâğıda yüreğiniz elverirse basın kalemi, fırçayı gelişigüzel. Tüm inceliklerden, ruhtan ırak, düşürün kâğıda gölgenizi, içinize sinecekse. Eserinizi karşınıza aldığınızda yürek serinliğiyle bir oh çekemeyecekseniz, bırakın kalsın olduğu yerde. Dostlar görmeyiversin alışverişte.

Fotoğraftaki desen Okan Koparan’a aittir.