FS- Kaç yıl önceydi, unuttum.
Kendimi bildim bileli içimde bir yerlerde titreşip duran tellerle, ezgilerle
yetinmeyip, o tellere dokunmak istedim.
Bir arkadaşımdan ödünç bağlama bulup, Alevi Kültür Derneği’nin açtığı bağlama
kursuna kayıt yaptırdım. Kursun üçüncü gününde Gelin Ayşem’i başarıyla çalıp
kendimi bağlama virtüözü ilan ederek, “tamamdır bu iş, artık kendi bağlamam
olmalı” deyip İsmail Görer’in atölyesinin yolunu tuttum. Yılların bağlama yapımcısı, İsmail Hocamla
tanışıklığımız böyle başladı. Hayal ettiğim gibi çalmayı belki de hiç
beceremeyeceğim. Zira her iyi iş gibi bağlama da emek istiyor, mesai istiyor.
İhmal ederseniz küsüyor. Sanırım bağlamamı küstürdüm. Ama işte, iyi çalamasam da İsmail Hoca’mın yaptığı bağlamam
gururumdur. Her zaman en kıymetlilerim arasında olacak.
İsmail
Hoca "Benim büyük şansım," diye başladı söze…
İG-
Benim büyük şansım hemen hemen Kangal ve Divriğ’in, Maraş’ın bütün âşıkları,
ozanları benim yaşadığım Ankara Tuzlu Çayır semtine yerleşmişlerdi. Bir de
babam kahve açtı, oradalar kendileri de, hepsiyle tanışıyoruz, hizmet ediyoruz.
Onların masalarına hizmet ede ede bize bulaştı.
FS-
Ama ilk meslek bu değil galiba, değil mi Hocam?
İG-
Değil, ilk meslek bayan kuaförlüğü... Akşam sanat okulu mezunuyum. Diplomayı
aldım ama yapmadım. Yirmi yedi öğrenciydik, canlı mankenlerimiz vardı. Onların
üzerinde çalışıyorduk. Paris Kuaför Salonu diye, bir yerde girdim ilk işe.
Ankara’nın en lüks salonunun hocası, Türkiye’nin ilk kuaförüyle çalıştım orada,
yetmiş yaşında falan vardı. Bu kuaför salonu bütün konsoloslukların olduğu bir
yerde üstelik… Bir hafta çalıştım, burnumdan geldi. Sarmadı beni o iş…
Askerlik
öncesi halk müziği sanatçılığı yaptım. Muhasebe yardımcılığı yaptım. Asker
oldum, tekrar muhasebeciliğe devam… O da rakamlarla zor işti. Halkevleri genel
merkezinde solist sanatçılık yaptım bu arada. Şu anda radyolarda isim olan
arkadaşlarımızın hepsi oradan geçmişlerdir. 1977’de radyo sınavını kazandım. O
zaman stajımı Erzurum’a verdiler. Erzurum o dönemde siyasi olarak çok
karışıktı. Bir de asgari ücret veriyorlardı. Kars’ın arabalarını sokmuyorlardı
Erzurum’un içine. Böyle bir durum vardı gitmedim ben. Sonra Halkevlerindeki
hocam “İsmail,” dedi, “Bağlama yapmayı düşünür müsün?” Dedim “Nasıl yapacağız
onu?” Tamam, Ankara’nın en iyi
ustalarının dükkânlarına gider temizlerim ama… Benim kahve hayatım olmadı,
küçük yaşta kahvemiz olduğu için bıkmıştım. O sigara dumanı… Orada insanları
gözlemledim. Zarla kâğıtla birbirlerinin cebindeki parayı alıyorlar. Bir de akrabalar
ve iyi arkadaşlar! Nasıl arkadaşlık bu? Hoşuma gitmedi.
Ankara’da
bugün bile isim olan Yusuf Usta’nın dükkânını temizlerdim. Oraya Nida
Tüfekçiler gelir, Emin Aldemirler gelir, Neşet Ertaşlar gelir. O vesileyle
onlara çay kahve verirken samimiyet kurardım. Böyle böyle çevre edindim. Ama
bir göz aşinalığım vardı bağlamaya. Kendi kendime “Bu rakamlarla uğraşmaktansa
şöyle bir mesleğim olsa,” derdim. O Coşkun Gülağa işte, bu konuda otoriter
birisi, “Ya, bağlama yapmayı düşünür müsün?” deyince, “Hocam nasıl yapacağım?” dedim.
Sonra o derse girdi. O ara ben düşündüm, “Ya ben birinciyi yapamazsam
yirminciyi yaparım,” dedim kendi kendime. Tabii bağlamayı çalan birisiyim, ona
da güveniyorum. Dersten çıktı, “Hocam siz yardımcı olursanız, birinciyi
yapamasam da yirminciyi yaparım,” dedim. “İyi tamam,” dedi. O arada maliyede, bakanlıkta çalışıyorum. Sazın
gövdesini oyacağım bir tekne ve bir de kol verdi. Dedi o kolla bunu %20’ye
yakın elini alıştırırsan, ben seni kısa zamanda %50 durumuna getiririm.
Evliyim,
iki çocuk var. Suçlu suçlu geliyorum eve. “Bu ne?” diyecekler, “Saz yapacağım,”
diyeceğim. “Olur,” diye dalga geçecekler benimle.
FS-
Ama evde malzeme var mı yapacak?
İG-
Yok, hiçbir şey yok. Kayınpederle yan yana oturuyoruz. Onda inşaattan kalma eski
testere mestere falan var. Onları aldım. Şimdi ben yapacağım ama o da diyor ki
“Oğlum benim eskiden marangozluğum vardı, bir bırak,” “Ya, baba bırak ben
yapacağım bunu,” dedim. İkimizin arasında o kol kesile kesile küçücük kaldı, bitti,
olmadı. Çankaya’da Mehmet Abi vardı. Gittim dedim, “Şuradan bir tahta versene.”
saz desem vermez, çok eli sıkı bir adam. “Masanın ayağını kırmışlar,” dedim. “Al
oradan,” dedi. Getirdim, işte o paslı testereyle ben onu kestim. Alıştım.
Telefon ettim hocaya, Adam eve geldi. Bir baktı, kendisinin verdiği ağaç
zannediyor. “Yapmışsın bunu ya,” dedi. Odalardan birinin kilimini halısını
topladı. Kendi evindeki takımlarını getirdi. Böyle başladım. İlk bağlamamı satmayacaktım,
saklamak istiyordum onu. Herhalde o aralar bir yere gittim ben. Geldim ki
kayınpeder “Sana takım parası kazandım,” dedi. Almanya’dan bir akrabası gelmiş
ona satmış sazı. Beş bin lira… İşte o ilk sazım şu duvarlarda gördüğünüz alet edevatta
gizlenmiş bize bakıyor şimdi.
FS-
Ama üzülmüşsünüzdür herhalde.
İG-
Üzüldüm tabii… O ilk sazı iyi de olsa kötü de olsa saklayacaktım ben. Neyse 6
ay o hoca akşam altı da geldi, on birde gitti. Ondan sonra dedi ki, “İsmail
benim sana yapacak bir şeyim yok artık.” Dikmen’e dükkân açtım. 1978’de… Ondan sonra bu işi başımıza sardık. Devam
ediyoruz işte.
FE-
Biraz da bağlamadan söz edebilir miyiz? Doğrusu ben hakkında hiçbir şey
bilmiyorum. Bu iş tam nereden başlıyor? Bağlamanın gövdesi nasıl bu hale
geliyor? Hangi ağaçtan yapılıyor? Kolla gövde nasıl bir araya geliyor?
İsmail
Hoca sorularımızı yanıtlamak için göstereceği şeyleri ararken biz de
etrafımızdaki duvarları çepeçevre saran tahta panoların üzerindeki envai çeşit
alete merakla, hayranlıkla ve Hoca’nın ilk yaptığı sazı görmek istercesine bakıyoruz.
Birçoğunun ne işe yaradığını tahmin bile edemediğimiz için bir parça
üzülüyoruz. Bizi kapı önüne çağırıyor ve orada devasa iki ağaç kütüğü
görüyoruz. “Hammadde bu,” diyor İsmail hoca.
İG- Bu kütükten 3 bağlama, bir cura çıkar. Ama
makbul olanı 4 e yarmadır. Yani 4 bağlama çıkarabileceğimiz kütüktür.
Baktığımız ağaç kütüğünün halkalarını
sayıyoruz, yüz yaş civarında olduğunu görüyoruz.
FS-
Peki bunu düzgün keseceğinizin garantisi var mı? Çatlamadan, yamulmadan…
İG-
Tabii, kamayla önüne yol yaparak... Bu kütüklerde geciktik. Böyle çatlamış
geldiler bana. Ağaç ilk kesildiği gibi gelseydi, bu çatlaklar olmayacaktı. Bunlar
fire verecek. Şimdi böyle bir kütüğü alıyorsun. İki tane tekne çıkıyor, o kütük
yüz kilo, elimizde kalan iki tane tekne birer kilodan iki kilo. Doksan sekiz
kilosunu dışarı atıyorsun. Emeği düşünün yani. Bazen soruyorlar, “Nasıl
yapıyorsun?” diye. “Valla” diyorum,” Memleketi bu hale getiren diye başlayınca
bitiyor”
Bu
arada içi oyulmuş tekneyi getiriyor içerden İsmail Hoca. Fotoğraflarda da gördüğünüz
hantal görünümlü koca kütük sabırla oyulmuş, oyulmuş ve etrafı yarım santim
kalınlığında, kolu, teli takıldığında ezgiler üretecek bir tekneye dönüşmüş.
İG-
Bu iş makineyle olamıyor. Küp şeklinde köşeli bir şey değil çünkü. O yüzden
mecbursun elle oymaya. Hızarı kabasını almak için gövdeye daldırıyorsun ama iş,
inceldikten sonra kesere düşüyor. Elin
hassasiyetine ihtiyaç var. Gövdeyi kavradığın el biliyor ancak ne kadar
inceldiğini ağacın.
FE-
Peki sapı da dut ağacından mı yapılıyor?
İG-
Yok, duttan değil. Akgürgen dediğimiz, çok mukavim, sağlam bir ağaçtan
yapıyoruz sapı. Sonra tekneyle sapı bir araya getirmek için tutkal
kullanıyoruz. Ama bu yapay bir madde değil. Deri ve kemikten elde edilen bir
tutkal… Benmari dediğimiz bir sistemle, yani kaynayan suyun üstüne kap
yerleştirip onun içinde tutkalı ısıtarak akışkan hale getiriyoruz. Bunu ateşe
direk koyarsak çürür çünkü. Bunu niye müzik aleti yapımcıları tercih ediyorlar?
Her iki ağacın arasında o kimyasal, plastik tutkalı koyduğumuz zaman film
yapıyor, bir poşet kalınlığı gibi arada kalıyor. Ağacın ağaca olan iletişimini
koparıyor. Ama bu natürel, kuruduğu zaman ağaç niteliğini kazanıyor.
Şaşırıyoruz,
kemik ve derinin nasıl yapışkana dönüşebileceğini anlayamıyoruz önce. Sonra
Hoca basit bir örnekle noktayı koyuyor.
İG-
Siz kelle paça yapınca elinize yapışmıyor mu? Et suyu bekleyince jöle kıvamına
gelmez mi?
FS-
Sanatçılardan kimlerle çalıştınız hocam?
İG-
Hemen hemen hepsiyle çalıştım. Bu soru çok soruluyor. Birçok bağlama
yapımcıları bu hediye olsun diyerek profesyonellere bağlama götürürler. Kendi
reklamı olsun diye. Ben bunu yapmadım hiçbir zaman. Birileri gelip ya İsmail
Usta “Herkesin senin yaptığın bir sazı var, bana bir saz yap,” dediklerinde
yaparım. O da bir iki kişidir. Biri Ali Ekber Çiçek, diğeri Musa Eroğlu şimdi
artık pek siparişle saz yaptıran yok. Mağazadan alıyorlar.
FE-
Hocam sizde Âşık Veysel’in orijinal bağlaması olduğunu duymuştum. Doğru mu?
İG-
Evet, ayrıca Mahzuni’nin ve Nihat Aydın’ın da bende bağlamaları var.
FE-
Âşık Veysel’le teşrik-i mesainiz oldu mu hocam?
İG-
Evet oldu. Benim avantajım küçüklüğümde babamın kahvesinin olmasıydı. 1955’de
Demokrat Parti zamanında Ocak diye bir teşkilat vardı. İbrahim Aktaş diye orada
bağlama çalan, oranın başkanı Sivaslı biri vardı. Ona misafir olmuş Âşık
Veysel. O da bize getirdi ama ben o zaman ilkokul öğrencisiydim daha. Bizim
evde bir gece kaldı. Şimdiki bilincimiz yok tabii, bir de çocuğuz yanına da
yanaşamıyoruz. Eskiden malum, büyüklerimizin olduğu yere kapıdan bakabiliyorduk
ancak. Yalnız şunu hatırlıyorum. Kahveye geldiğinde dediler ki, “Âşık Baba bize
çal, söyle,” dediler. “Ya ben kahve aşığı mıyım? Sizin odanız yok mu?” dedi.
Bizim eve geçtik. Kamil insanlar içeri girdi, biz dışarıda kaldık. “Ev sahibi
kim?” dedi. Babam “Benim âşık baba,” diye cevap verdi. “Yavrum tarlada diken
var mı?” dedi. Babam olmadığını söyledi. Ben bunun ne olduğunu anlamadım o
zaman. Belki yirmi sene sonra aklıma düştü, babama sordum. “Bizim sohbetimizden
alınacak, kırılacak kimse var mı demek istemişti,” dedi babam. Daha sonra da bir
Hacı Bektaş gecesinde kuliste gördüm hepsi o. Fakat bana onunla ilgili birçok
anı anlattılar. Bir tanesi, 1965’lerde Âşık Veysel buralara gelmiş. Akçay’ı
buraları falan gezdirmişler. Aralarından biri demiş ki; “Ne kadar ayıp, yarı
çıplak denize giriyorlar.” Veysel cevap vermiş. “Niye ayıp olsun ki? Bu
çıplakları benim köyüme götürsen orada ayıp. Oradaki çarıklıları buraya
getirsen burada da o ayıp.”
Bu
arada içeriye bir kuğu zarafetiyle Seval Hanım giriyor. Elinde çay tepsisi…
Daha sonra orada bulunduğumuz iki saat içinde aynı sessizlikle üzümler, çikolatalar
ve çay ikramları sürüyor.
FE-
Bağlamaya geri dönersek, diyelim ki elinizde başka bir iş yok, bir bağlama
yapacaksınız. Ne kadar sürüyor?
İG-
Önce o yüz yıllık kütüğü bulacaksınız.
Kütük yaş, o kuruyacak dört ay. Oyması bir ay, sapıydı teliydi altı yedi
ayı buluyor. Bu işin ticaretini yapan arkadaşlar var Samsun Çarşamba’da. Onlar
buluyor, oyuyor, bizim istediğimiz kalınlıkta gönderiyorlar. Biz burada ince
işini yapıyoruz. O zaman da bir bir buçuk ayda bir bağlama çıkıyor.
FS-
Bir de yaprak tekniği var demiştiniz Hocam?
FE-
Peki bu yaprak olanların ağacı da dut mu?
İG-
Yok, orada seçenek çok… Dut da olabilir, maun, zeytin, karaağaç, ardıç ve daha
birçok ağaç da olabilir. Aslında ekonomik olarak bu kolay… Bunda keser, talaş
yok. Mesela dışarıda gördüğünüz o dut kütüğünü yaprağa biçtiğimizde belki otuz
tane bağlama çıkar.
FE-
Peki ikisinin arasında ses kalitesiyle ilgili bir fark var mı?
İG-
Tabii, var. Ne olursa olsun yaprak yönteminde yirmi bir parça bir araya geliyor
ve kasıntı oluşturuyor. Ağacın doğası bozulmuş durumda. Stres var bunda.
FS-
Stres deyince aklıma geldi, bu tellerin üzerinde kaç ton gerilim vardı hocam?
İG-
110 kilo.
FE-
Bağlamanın tarihinden söz edebilir misiniz biraz?
İG-
Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde bir fresk var. M.Ö. 700’de yapılmış. Hititler döneminden.
Gördüğünüz Âşık Veysel’in sazının aynı. Ve ucunda da iki püskül… Bizim alevi
Bektaşi dede sazlarımızda hep püskül vardır. Neyi ifade ettiğini bilmiyorum ama
hepsi püsküllüdür.
FS-Ben
ama ne hissettim biliyor musunuz? Bir ara bende de vardı. Titreşimle birlikte
salındıkça müziği görünür hale getiren bir şey o püskül.
İG- Şimdi hepimiz biliyoruz ki, Asya’dan Türkler Anadolu’ya belki elli sefer gelmişler gitmişler. Şimdi ben mantığımı kullanarak konuşuyorum. Yerleşik düzeni olmayan bir kültürün endüstrisi de olmayacak, mimarisi de olmayacak, sanatı da olmayacaktır. At üzerinde gezinen hayvancılık yapan göçer bir kabilenin böyle bir enstrüman yapma kabiliyetinin olduğunu sanmıyorum. Bu, yani bağlama yerleşik kültürün ürünü. Ha Anadolu’ya gelip gidişlerinde götürmüş olabilirler. Tekrar getirmiştir, üzerine bir şeyler ilave etmiştir, onu bilemiyorum ama tekrar ediyorum, milattan önce 700 yılında kullanıldığını görüyoruz ama Orta Asya’da o döneme ait kalıntılarda bağlama yok. Şamanların çaldığı başka bir şeyleri görüyoruz ama bağlamayı görmüyoruz.
FE-
Son olarak Âşık Veysel’in bağlaması size nasıl ulaştı?
İG-
1955’lerde Âşık Veysel, annemin amcasına, bizim köye misafir oluyor. Amca da
bağlama çalan birisi. “Garip ağa,” diyor, “Sazı getir de ikimiz beraber
çalalım.” O da “Çocuklar benim sazımı kırdılar,” diyor. Beş on gün kaldıktan
sonra Âşık Veysel, “Ya ben İstanbul’a gideceğim, bunu bırakayım burada,” diyor.
Amca rahmetli olunca ben taziyeye gittim. Yengem “Âşık Veysel’in bir bağlaması
var bizde,” dedi. “Nerede?” dedim. “Kömürlükte,” dedi. Gittim aldım, tel
köprüsü eksik. Perdeler yok, üç tane bağırsaktan tel var sadece. Çatlağını bile
yapıştırmadım. Elinin kiri üstünde dursun dedim. Hatta birkaç sene hiç
ellemedim, bundan ne ses çıkacak ki dedim. Sonra bir arkadaşım,”Yahu şunu
tellesene,” dedi. İyi ki demiş.
İsmail
Hoca Veysel’in sazını eline aldı bu arada ve vurmaya başladı. Etrafımızdaki
bağlamalardan farklı bir saz bu… Daha küçük, daha narin… Çalınanın kulağımıza
aşina gelmesinin nedenini açıkladı sonra Hoca.
İG-
Bu bağlama Âşık Veysel’in tınısından başka bir tını çaldırmıyor. Mesela Mahzuni
Abi’nin sazı da ondan bir şeyler çalmamı istiyor.
FE-
Hocam Türk Halk Müziği dışında da müzikler dinler misiniz?
İG-
Tabii elbette... Güzel bir soru. Annemin dayısı keman çalıyordu. O ve arkadaşı
ne zaman kemanı ellerine alsalar dinlerdim. Bir de radyodan Türk Sanat Müziği
dinlerdim ve Zeki Müren’i çok severdim. Bir kemanım olsun istemiştim. Babam
“Çalış al,” dedi. Ben de koca yaz bir boyacıda çalıştım. Kırk lira biriktirdim.
Yirmi lira da Menderes’ten aldım. Gerçekten. Menderes bir yerin açılışını
yapıyordu. Biz de oradan geçiyorduk. İnşaatında görevli kişilerden biri benim
hısım… Menderes’e “Bu da en genç çalışanımız,” diye tanıştırdı beni. O da elini
öptürüp yirmi lira verdi. Oldu altmış lira. Ama babam “Bak oğlum kemanı sonra
da alırsın, büyüdünüz, ek yapacağım eve. Masraflar olacak,” deyip parayı aldı
elimden. Bu gün oldu keman hala alınacak! Kim bilir belki o zaman kemanım
olsaydı, şimdi bağlama değil kemanla meşgul olacaktım.
Sessizleştik
bir süre hepimiz. Hayatın önümüze çıkardıklarıyla mı biçimleniyordu sadece
yaşayacak olduklarımız?
FE- Pekiii… N’olacak bu memleketin hali
dermişim.
Hep
birlikte gülüşüyoruz.
İG-
Anlaşıldı, sohbetin sonuna geldik ama şunu da diyeyim de… Veysel’den bir anı
geldi yine aklıma. Veysel, Kul Ahmet
falan birkaç kişi Amasya’ya gitmişler. Kul Ahmet gaflete düşmüş. “Veysel
görüyor musun?” demiş, Ferhat’ın deldiği dağlar karşıda.” Veysel de “Elbette
görüyorum,” demiş, “Ben kör müyüm?” Memleketin hali meselesine girerseniz
cevabım bu…
Bir
süredir yüreğimizi karatan savaş çığlıklarından, gözümüzün önünden akıp giden
kanlı görüntülerden birkaç saatliğine de olsa uzaklaşmış olmanın ferahlığıyla
Seval Hanım’a ve İsmail Hoca’ya teşekkür ederek ayrılıyoruz bu dost evden. Bazı insanlar dengbejdir diye bir kez daha aklımızdan geçiyor. Onlar anlatmayı bilirler. Tabir yerindeyse hikâyeleri ballandırarak anlatıp kuşaktan kuşağa aktaranlardır dengbejler. Onların anlattıklarının değerini bilen birileri kelime kelime, hani nerdeyse harf sektirmeden, oturur yazarlar. Herkes okusun diye, kimse unutmasın diye o güzel insanları… Acısıyla, tatlısıyla geçmişte kalmış o günleri… Bizce İsmail Hoca da onlardan biri… Eğer isterse onun anlatacaklarını kâğıda dökmeye talip olduğumuzu söylüyoruz. Olumsuz bakmıyor. Bakalım hayat, bir anlamda tanışma olan bu sohbetimizi nereye götürecek?
FİLİZ SONSUZ-FİLİZ ENGİN
10.EKİM.2014