Onlar Konuştukça Ter Boşanıyor
Sırtımdan
Lafa nereden gireyim,
içimin hangi gürültüsüne kulak vererek dökülmeye başlayayım da olur a, bir
nebze ferahlayayım diye elde kalem düşünüp duruyorum dakikalardır. Yanı başımda
tek gözü kör minik bir kedi guruldayarak yüzüme bakıp duruyor. “Bırak
elindekileri, kafandakileri, gıdımı okşa, sesimi dinle ve rahatla!” der gibi
bir hali var. Belki de onu dinlemeli ama ne çare ki adımıza insan denmiş bir
kere, sus deyince susmuyor ki düşünce…
İnsan çoğu zaman yaşadığı
anın içinde, o anın olağanüstülüğünü ya da daha hafif bir deyimle; ne anlama
geldiğini pek anlamaz, üstünden zaman geçmesi gerekir ya, bu kez sanki öyle
değil. Yaşananlar öylesine vahşi, kanlı ve pervasızca açık seçik, ilmek ilmek
örülüyor ki gözümüzün önünde, yarının duru, aydınlık ve sevgi dolu gelmesinin
mümkünsüzlüğünü anlayabiliyor gibiyiz bu günden. Elbette bütün kalbimle
yanılıyor olmayı istiyorum bunları yazarken.
Senin ve eşinin sadece
ülke değil, yarımküreyi de değiştirerek o nehrin kıyısında inşa etmeye
çalıştığınız evi, karnında iyice büyümüş olması gereken bebeğini ve dünyanın
kaynayan kazanlarından uzak, en fazla gazeteye bakarak yaşamayı planladığın
yeni hayatını galiba kıskanıyorum. Gerçi diyeceksin ki, “Bazı durumlarda gözden
ırak olan gönülden ırak olmuyor!” O da doğru ama işler bu kez gerçekten berbat
durumda buralarda. Sadece bir mürekkep yalamış duyarlılığıyla dünyada olup
bitene bakıp üzülmekten çok öte olanlar…
Bizzat evin içindeki
kendi küçük dünyalarımızı bile tehdit eden devasa belalarla karşı karşıyayız. Belki
kapının önünde silahlar patlamaz, belki de patlar onu bilemiyorum ama mesela
hayat standartlarımızı daraltmak zorunda kalacağız. Mesela daha az
konuşabileceğiz. Hükümet ‘yeni bir güvenlik paketini’ ısıtmaya başladı bile. Sokaklarda
itiraz seslerimizi yükseltmemize engel olmak üzere gelecek olan kanunların eli
kulağındadır. Değer ölçülerimiz
sarsılacak, yanı başımızdaki arkadaş bellediklerimizle tartışmalarımız
sertleşecek, kopmalar yaşamaya başlayacağız. Çünkü adım adım oraya gelmemizi
sağladılar. Şimdiyse çalan çanlar, üstünde yürümeye çalıştığımız ince bir telin
her an fazladan titremesine ve düşmemize neden olabilecek nitelikte. Kadın-erkek,
türk-kürt, dindar- ateist, yetişkin- çocuk ayrımı yapmadan ateşler içine
düşürecek sesler çıkarıyor çanlar. İçerde ya da dışarıda baş aktörler ve
aktrisler sürekli konuşuyor cancazım ve onlar konuştukça ter boşanıyor
sırtımdan. Hani şairin bir şiiri vardı. “ Mussolini çok konuşuyor Taranta - Babu!” diye başlayan. Ekranda o konuşanları
her gördüğümde ürpererek bu dizeler geçiyor aklımdan. Bazen de, makineye
çamaşır yerleştirirken mesela, kendi sesimin çınladığını duyuveriyorum. “İşte böyle Taranta - Babu / Gümüş yaldızlı
kitaplarda yazılı bu: / temelinde Roma'nın/ dişi kurt sütüyle dolu kovalar/ ve bir avuç kardeşkanı var...” Ne
zaman buraya geldik diyeceğim saçma olduğunu bile bile… Ne zaman burada
değildik ki? Biz dediğim tarihin derinliklerinden bu güne kadar gelen tüm
insanlık… Şair de söylüyor işte, imparatorlukların temelinde neyin yattığını.
Hatırlıyor musun “İnsan Nasıl İnsan Oldu?”* kitabını? Bir
zamanlar elimizden düşürmezdik. Geçen akşam boğulduğum bir anda elime aldım
yıllar sonra ve taa o zamanlar işaretlediğim 65. Sayfadaki paragrafı okudum
yine. Emeğin Takvimi bölümünün sonlarına doğru, hani ticaretin başlangıcı diye
düşünebileceğimiz insanlık tarihinin ilk değiş tokuş dönemine dair anlatılanların
olduğu satırlar… Şöyle yazıyor:
…“
Değiş tokuşun her zaman barış içinde, kavgasız yapıldığı söylenemez. Eğer
misafirler bakırı, kumaşları tahılı zorla alabilirlerse bundan hiç
çekinmezlerdi. Zaten bir aldatma olan değiş tokuş çoğu halde göz göre göre
soygunculuk halini alırdı. Yabancıyı soymak da, öldürmek de günah sayılmazdı.
Öyle ki köylerin kalelerle çevrilmeye başlanması sebepsiz değildi.
(…)Yabancı
kabilelerden olanlara pek güvenilmezdi. Her kabilenin üyeleri, yalnız
kendilerini insan sayar, yabancılara insan gözüyle bakmazlardı.”
Sonra… Sonrası yüzyıllar
geçmiş, penisilini bulmalar, uçaklar, gemiler… Telefon, televizyon, internet… Aya
gitmeler, Mars’a araç göndermeler… Derken bu güne gelmişiz işte. Eeee… Ta o
zaman ruhumuza üflenmiş lanetten arınmak şöyle dursun, korkarım katlanarak büyüyor
binlerce yıl öncesinde ortaya çıkan yukarıdaki satırlardaki o bakış:
“BU BENİM…
BANA AİT!” Oysa “…dünya öyle
büyük, öyle güzel/öyle sonsuz ki deniz kıyıları / her gece hepimiz/ yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/ yıldızlı suların/ türküsünü
dinleyebiliriz...” öyle değil mi? Öyle olması lazım. Neden
dersen, geçenlerde okuduğum 90’ların sonunda Birleşmiş Milletlerin hazırladığı
bir raporda cevap. Dünyadaki 225 kişinin toplam gelirinin %4’ü, dünya yüzündeki
tüm insanların insan gibi yaşamalarını sağlayacak tutarmış!
Biliyor musun, bazen
inananların işinin ne kadar kolay olduğunu düşünüyorum bu aralar. Son aylarda
yeni bir kelime doladık ya dilimize. Soma’da yaşanan büyük maden faciasından
sonra bilinçaltımıza özel bir çip gibi yerleştirilmeye çalışılan şu “Fıtrat”
kelimesinden söz ediyorum. Ne kolay değil mi? Madende göçük altında kalmak bu
işin ‘fıtratında’ olduğu gibi, pekâlâ Ortadoğu’da doğmuş olan bir çocuğun
arkadaşlarıyla oynarken kurşunlara hedef olması ya da biraz önce ocağa koyduğu
süt taşmasın diye altını kısmak için mutfağa giderken, bir ninenin tepesine
bomba düşmesi de işin ‘fıtratıyla’ ilgili olabilir. Madem paylaşılması bu kadar
zor olan mesela petrolün bol bol olduğu topraklarda doğmuşlar. Huzur içinde
uyuyabiliriz, çünkü ‘fıtrat’ bu, yapacak bir şey yok! İnsan aya gitmeyi
başarabilir ama bunun için yapabileceği bir şey yok! Öyle mi?
Oysa ne diyordu Nermi
Uygur naif kaleminin ucundan dökülen kelimeleriyle “İnsan insanın neyidir?” sorusunun cevabını ararken:
“Her
koyun kendi bacağından asılmıyor; hepimiz birdeyime birbirimizin bacağına
asılıyız.”*
Bu sözü tek tek
bireyler arasındaki ilişkiler için düşünebileceğimiz gibi insanın üst kimlik
safsatasıyla bölünen tüm gurupları için de söyleyebiliriz. Erkek kadının,
ingiliz almanın, suriyeli arabın, şii sünninin, müslüman hristiyanın, inançlı
inançsızın… -Sürer gider uzatmayayım- bacağına asılı değil mi? Hatta dahası
var. Ağaç insanın, insan ineğin, inek otun, ot ağacın bacağına asılı, en çok da
kendi aramızda bunu göremeyenlere içerliyorum galiba…
Çok kara yazdığımı
düşünüyorsundur belki satırlarımı okurken. “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır,”* benim
de aklıma geliyor… Tamam da, yolunu da söyleyivereydin Edip Abi diyorum bu
aralar. Koyulaşmış bir dertli hali yazıp durdum sana. İyi ki varsın da,
yazabiliyorum böyle. Çünkü yazmaktan, konuşmaktan, okumaktan vazgeçtiğimizde
her şey iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. İtiraf ediyorum, mektubu yazmaya
başladığımdan beri kaç kez buruşturup atasım geldi kâğıtları… Her seferinde o
kelime düştü odanın ortasına da vazgeçtim. Direnmek… Direnmek…
Tabii direnmek ama
nereye kadar bu direnmek? Bilirsin işte, insanın içinde sürekli bir şey yapmalı
diye bir kurtçuk dolanıp durur ya... Yani direnmek yetmez, düzeltmek de ister
ya insan olan... Ama öyle zamanlar ve
olaylar var ki, bulunduğun konumda yapılacak tek şey gerçeğe bilincini sürekli
açık tutmaktan başka bir şey olamayabiliyor. Az şey mi? Değil, az şey değil
tabii…
Bu günler içim sadece
bunlarla dolu. Bunlarla yatıp bunlarla kalkıyorum. Her zamanki gibi aklına,
yüreğine güvendiğim biriyle paylaşmak istedim, hepsi bu. Sen de yaz, umudu
yeşertecek gibi yaz hem de… Muhtemelen mektup sana ulaşana kadar bebek
doğacaktır. En çok onu yaz…
Sevgiyle
FİLİZ
ENGİN/12.Ekim.2014
*İnsan
Nasıl İnsan Oldu?/ M. İlin-E. Segal/Say Yayınları
*İçimin
Sesi kitabından İnsan İnsanın Neyidir adlı denemesi/Nermi Uygur/YKY Yayınları
*Edip
Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder