Muhabbetname-Aysun Şenocak/ Milenyuma mektup


 Kelimelerle;  hayatın içinde, duygu denizlerimizin Sonsuz Engin’liğinde her defasında farklı farklı güzellikler Filiz’lendiren aydınlık insanlar;

“Naçizane” köşenizi büyük bir ilgiyle takip ediyorum. Muhabbetname yazılarınızı görünce, aklıma gönderilmemiş mektuplar çıkınım geldi. Ve sayenizde onlarla yeniden buluştum. Özellikle on dört yıl önce yazdığım bir mektup, o zamankinden daha çok fırtınalar kopardı içimde. Okudukça üzüldüm, öfkelendim, isyan ettim… Tek tutunduğum dal o zaman da olduğu gibi her şeye rağmen “umut” oldu.  Umudu çoğaltmak adına, o mektubu paylaşmak istedim sizlerle.  Buyurun söz mektupta!


MERHABA MİLENYUM,

Milyarlarca insan senin gelişini bekliyor. Özlem ve büyük umutlarla… Sanki sen geldiğinde her şey birden bire değişecek ve hayat sıfırdan başlayacak. Geçmişe de kocaman bir sünger çekilecek. Geçmişlerini silemeyeceklerinin ve değiştiremeyeceklerinin de farkındalar aslında.

İnsanlar bin yılın gelişini de böyle merak etmişler miydi ya da yüz yıl değişimlerini, ne dersin? İnsanın varoluşuyla birlikte merak da var olduğuna göre, “mutlaka merak etmişlerdir”  diye düşünüyorum. Acaba o insanlar, beklediklerini bulabilmişler miydi? Her şeyden önce bekledikleri neydi? Bunu hiçbir zaman bilme şansımız olmayacak.

 O zamanlardan bugünlere birçok bilinmez keşfedildi.Belki onlar göremediler.Birçoğu beklentileri uğruna, doğruları adına canını verdi. Buna değip değmediğini bilemeden gittiler. Bakıyorum da, geçen bin yıldan sana gelene dek çok şey değişmiş. İnsanlar, teknoloji, inançlar, değerler, ahlak anlayışı, dinler… Değişmeyen tek şey değişim ve savaşlar olmuş.

Seninle de birçok şey değişecek, bu kaçınılmaz. Benim de senden beklediklerim, istediklerim var. Bunlar, kimi zaman imkânsız gibi görünse de çok da zor şeyler değil aslında. Ancak gerçekler, yaşadıklarımız,  bende yılgınlık yaratıyor.

Yüzyılın son yılını felaketlerle geçirdik. Anlayacağın, seni enkaz halinde karşılıyoruz, kusura bakma. Doğa, insanlardan öcünü aldı belki de. Bu denli hor kullanmanın, savurmanın bedelini ödetti, kim bilir?

İstiyorum ki senin gelişin, felaketlerin gidişi olsun. Onlara yer verme, olur mu? Çünkü insanların, bunu kaldırmaya gücü yok. Üstelik hep masum insanlar ölüyor. Fakat felaketlerin oluşmasına davetiye çıkaran da yine insanlar. Nasıl mı?

Sen bizim insanımızı tanımazsın. İstersen biraz anlatayım sana: Uyanıklar ve saflar olmak üzere ikiye ayırabiliriz genel olarak. Uyanıklar, hep saf insanların sırtından geçinir. Onları kandırmak için ellerinde, bir kaşık balla dolaşırlar. “Senin iyiliğin için” ile başlayan cümleler kurarlar sıkça ve saf insanların zayıf yönlerini kullanırlar. Onların zayıf yönleri, uyanıkların gücüne güç katar. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemezler. “Sizi, ucuz ev sahibi yapacağız” derler. Ruhsatı, rüşvet ve yolsuzlukla alınan, deniz kumundan yapılmış evleri, saf insanımızın kullanımına sunarlar. Sonuç=Felaket=binlerce insanın ölümü...


Bizde din duygusu da ağırdır. Uyanıklar bunu da kullanırlar. Saf insanımız düşünemez, kul ile Allah arasına girilemeyeceğini. Dini, siyasete, şahsi çıkarlarına peşkeş çekenlerin peşi sıra birbirlerine girerler. Onlar uyanıklar adına kavga ede dursun, uyanıklar, savundukları şeylerin tam zıttı yaşam tarzlarıyla, keyif çatarlar. Ahlak da onların güçlü silahlarındandır. Ellerinde namus bayraklarıyla dolaşır, ücretsiz namus bekçiliği yaparlar. Böylece kendi namussuzluklarını kapatırlar. Kimsenin aklına sorgulamak gelmez. Zira kendilerine vaat edilen, cennetin tapusudur. O yüzden kendilerini, inançlarını sömüren, bu dünyada kendi cennetini yaratanların safahatı batmaz hiç birine.  Düşüncelerini savundukları uyanıkların, ahlak ve din tacirlerinin, zor durumda kaldıklarında kendilerinden faydalanmaya kalkmaları da uyandırmaz onları. Nasıl uyansınlar ki? Sürekli uyutulmaya çalışılırken...

Geçen yüzyılın en güzel icatlarından biri olan televizyon amaç dışı, afyon gibi kullanılmaktadır. Uyuşmuş beyinler kendini sorgulamaktan aciz durumdayken, çevresini nasıl sorgular sence? Böylece saf insanlarımız, kafasına vur, ekmeğini elinden al konumuna getirilmiştir.

Biliyor musun; bizim dinimiz, ”komşun açken, sen tok uyuma!” der. Paylaşmayı emreder. Ama bakma sen, biz dinimizi de şeklen yaşarız. Bir yanda insanlar çöplüklerden yiyecek toplarken, açlıktan binlerce çocuk ölürken, babalar ölen çocukları için tabut parası bile bulamazken, tedavi parasını ödeyemedikleri için insanlar hastanelerde rehin kalırken, bu ülke için, insanlık için birçok şey üretebilecek binlerce çocuk parasızlıktan okuyamazken ve daha bir sürü yokluk yaşanırken... Bir yanda da başkalarının sırtından kazandıklarıyla bolluk içinde keyif çatanlar. Hafta sonunu, yılbaşını, bayramını nerede geçireceklerinden başka kaygıları olmayan, “kim, nerede, ne yapmış, hangi sapkınlık modaymış, ne giymiş” telaşına düşenler, kendi kimliğinden uzaklaşmış, arayış içinde yalnızlık ve mutsuzluklarını günü birlik ilişkilerde doyurmaya çalışan insan suretleri... Affet! Onlara “insan” demeye dilim varmıyor.

Dahası da var tabii ki. Bir yanda olmadık yolsuzluğu, hırsızlığı, aklına gelebilecek her türlü kötülüğü yapan insanlar göklere çıkarılır, o insanlar da yüzleri bile kızarmadan televizyonlarda boy gösterir. Diğer yanda ise, öğretmen istedikleri için öğrenciler, gözaltına alınır. İşçi, memur insanca yaşama isteklerini talep eder, öğrenciler eşit eğitim der, dayak yerler.
Aklıma gelmişken, bizim buralarda düşünmek de suçtur, biliyor musun? Eğer sorgulamaya başlamışsan, bir yerlerden birilerinin çıkarlarına çomak sokuyorsan, bedenini hapsederler. Bedenini diyorum çünkü bedenlerin hapsedilmesi ile düşünceleri de hapsettiklerini düşünürler. Düşüncelerin hapsedilemeyeceğini düşünemezler. Ya da kesin çözümleri vardır. Bedenini yok ederler. Yine bedenini dedim. Çünkü yok ettikleri yalnızca bedendir. Düşüncelerin yok edilemeyeceğini, çığ gibi büyüyeceğini hesaba katamazlar. Bedenin, artık faili meçhul bir kurbandır. Çünkü asla faillerin bulunmayacaktır. Ölüm yıl dönümlerinde yıllarca faillerin bulunacağı ve gereken cezanın verileceği tekrarlanır durur. Senin anlayacağın, aydın olmak, düşünmek zor zanaattır.

Sevgili Milenyum, istediklerim henüz bitmedi. Artık şiddet, kavga ve savaş olsun istemiyorum. Günlük güneşlik bir dünya istiyorum. İnsanların hoşgörü ile dostça kucaklaştıkları, sevgi çiçekleri ile bezeli, dilleri, dinleri, ırkları, düşünceleri farklı insanların kol kola halay çekip şarkılar söylediği, çocukların açlıktan ölmediği, silahların, bombaların sustuğu, sessiz, huzur dolu, gülümseyen insanların olduğu bir dünya istiyorum. Yaprak dökerken bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe olmasın artık.

Bilmem farkında mısın? Ben de kıyısından köşesinden bir şeyleri sorgulamaya başlamışım. Bir an yukarıda yazdığım şeylerin başıma gelmesinden korktum. Korktum, çünkü sevdiğim, bana ihtiyacı olan, insan olmayı öğreteceğim, gözleri ışıl ışıl çocuklarım var. Onları ortada bırakmak istemiyorum. Ancak hem kendimin hem de çocuklarımın sürünün bir parçası olmasını istemiyorum. O nedenle, her şeye rağmen sorgulamaya devam edeceğim ve susmayacağım. Çünkü sevgili Milenyum dostum, sana geldiğimde ben, insanca yaşamak istiyorum. Çocuklarım da insanca yaşasın istiyorum.

İnsanca yaşanan, dostluk, barış, sevgi ve huzur dolu, gülen bir yüzyıl ol, olur mu?

(Not: Çocuklarım da sana mektup yazacaklar)

ALKIMCA
?/12.1999
AYSUN ŞENOCAK

1 yorum: