Adliyeden yeni
dönmüşüm. Koca günü adliyede geçirmiş, vakti akşamüzeri yapmışım. Sultancığımın
mis gibi çayından iki yudum almış, kafamı toparlamaya çalışıyorum. Yarının
dosyalarını çantaya koyup eve kaçmak niyetindeyim. Yeter bu günlük bu kadar
yorgunluk. Telefon çalıyor. Arayan Filiz. Çok önemli bir şey olmalı, havadan
sudan muhabbetler için genellikle feysten mesajlaşırız.
-
Müsait misin cancazım ?
Sesinde bir heyecan…
Gerçekten olağan dışı bir durum var, belli.
-
Müsaitim tabi, hayırdır?
Başlıyor anlatmaya… Bir
iki dakika, sözünü kesmeden dinliyorum. Sadece “hıhııı” lar, “ anladııımm”
lar… “Tamam, haftaya Cuma boşum”
diyorum, “sen randevuyu alınca bana yeri ve saati bildirirsin.” Onun sesindeki
heyecana karşılık, benim sesimdeki hafiften isteksizliği seziyor. Her zamanki
hassaslığı ile yakalıyor kafamdan geçen soru işaretlerini. “Bak ama” diyor, “
fikir hoşuna gitmediyse vazgeçe de biliriz”.
Vaz geçmiyoruz tabii ki. Emekli milletvekilinin eşiyle görüşeceğiz.
Canımızın içi, gözümüzün nuru Semra Mamuk’cuğumuzun arkadaşının
kayınvalidesiymiş. Harika bir kadınmış.
Hayat dolu, cıvıl cıvılmış. Semra’yı tanıyorum. O öyle diyorsa öyledir tabii;
ama işte… Filiz adını not almayı unutmuş. Semra’dan öğrenip bana hemen
bildirecekmiş… Gözümün önünde beliren inci kolyeli (illa ki), saçı kabarık
fönlenmiş, ağır makyajlı kadın figürünü elimle kovalamaya çalışırken, içimden bezgin bir “öööfff” geçip büronun duvarlarına çarpıp çoğalıyor. İç sesimi duyuyorum adeta. Emekli
milletvekili eşiyle söyleşinin nasıl geçeceği belli oldu bile. Ankara’nın ağır
siyasi havasında geçen resepsiyonlar, resmi törenler, belki ünlü siyasetçilerle
yaşanmış birkaç ilginç anı, diğer
milletvekili eşleriyle birlikte kotarılan sosyal sorumluluk projeleri, vs, vs,
vs… Şansımız varsa, aradan cımbızla çekip çıkaracağımız, hayata dair birkaç
cümle…
Ören’de buluşacağız.
Ben, ne hikmetse (!) bir saat kadar gecikince, Filiz hanımefendiyle sohbete
başlamış. Avuç içi kadar Ören’de yeri bulabilirsem ben de ekleneceğim sohbete.
Filiz’i arıyorum, üçüncü kere
kafeteryanın yerini tarif etsin diye. Telefonda sesi uçuşuyor Filiz’in. Bir
neşe, bir neşe, sorma gitsin. “ Çabuk gel” diyor. “Gülsevil Hanım sana hiç
yabancı değil. Çağdaş Yaşam’dan tanıyorsun onu” Ben, şaşkın; ama daha çok da
hafiflemiş bir “aaaaaa” çekiyorum, “E, bizim Gülsevil Abla…” Sonra koşar adım,
kafeteryaya…
Kafede ikisini
karşılıklı gülüşürken buluyorum. Çoktandır görüşememişiz Gülsevil Bozyel’le,
hasretle sarılıyoruz. Mavi rengi gözlerine çok yakıştırdığım birkaç insandan
birisi. Hiç yakından tanıma şansım olmamıştı, ama hep gülümseyen o bir çift
mavi gözde tüm evrenin yaşanmışlığını, durmuş oturmuşluğunu sezinlemiştim
Gülsevil Hanım’da. Ve nedenini bile bilmeden hep sevmiştim kendisini. Yetmişini
aşmış insanlarda az görülen bir dalgacılıkla bahsediyor hastalıklarından.
Yağmurlu bir günde birileri ıslanmasın diye şemsiye tutmaya çalışırken,
önündeki kütüğe takılıp düşmüş, kemiğini çatlatmış. Kolu sarılı. Gözündeki
mercek kaymış, retinasını yırtılmış, görmede sorun yaşıyor. Canı sıkılıyor
belli ki, “merceğim arada bir gezmeye çıkıyor,” diye anlatıyor sorununu,
gülerek. Hayatını dinledikten sonra anlıyorum ki, yaşadıklarından sonra bunlar
sorun bile değil O’nun için. Tek sıkıntısı, eskisi kadar okuyamamak... Zira
çocukluğundan itibaren, hayatının her yerinde kitaplar var.
Babası koymuş adını, hep gülsün ve sevilsin
diye. Emekli İngilizce öğretmeni… Emekli milletvekili, siyasetçi Nuri Bozyel’in
eşi… 1939’da Samsun’da doğmuş. Ailenin bir ucu Mısır’a, bir ucu saraya
dayanıyor. Bir taraftan da Çerkezlik var.
“Haaa” diyor Filiz, mavi gözler, sarışınlık oradan geliyor”
Genç İngilizce öğretmeninin ilk görev yeri
İvrindi… Okulun tek kadın öğretmeni… Kimseleri tanımıyor ilk gittiğinde. Orada,
aylarca yaşadığı büyük yalnızlığı anlatırken “Cumartesi öğleden sonra ile
Pazartesi sabahı arasında kendi sesimi hiç duymazdım,” diyor. Aylar sonra okula
atanan bir kadın öğretmenin telgrafını aldıktan sonra, sevinçten, postaneden
okula kadar koşarak döndüğünü anlatıyor. Sonunda o büyük ıssızlığın ortasında
bir can yoldaşı olacak işte, ne büyük mutluluk.
İvrindi’nin yeri büyük
Gülsevil Bozyel için. Öğretmen olarak ilk atandığı yer her şeyden önce. Sonra,
görür görmez aşık olduğu sevgili eşi Nuri Bozyel’le orada tanışıyor. Nuri Bey, Gömeç’te iki dönem CHP’den belediye
başkanlığı yapmış. Tanıştıklarında Gömeç Belediye Başkanı’ymış. Kısa süre sonra
evlenmeye karar vermişler. Nikâhları ise o dönem için devrim sayılabilecek
şekilde kıyılmış. Genç sevgililer bir gün Nuri Bey’in makamında otururlarken
Nuri Bey, belediyenin bir memurunu çağırmış, “Bizim evraklar hazır mı?” diye
sormuş. “Evet efendim” cevabını alınca, memura “Hadi, kıy nikahımızı” demiş.
İki zabıta memurunun şahitliğinde nikâhları kıyılmış. Şimdiki gençlerin düğün
törenleri geliyor aklıma. Günler öncesinden kuaförde saç ve duvak provaları,
aylar öncesinden başlanan dans kursları, süslü davetiyeler, elit bir davetli
kesiminin yer aldığı cafcaflı düğün törenleri, takılar, hediyeler… Hiç mi hayal
kurmamıştı düğününe dair? Nasıl kabul edebilmişti bu şekilde evlenmeyi? Tam
aklıma gelip soracakken kendisi cevaplıyor aklımdan geçenleri. “Nasıl mutlu
oldum, anlatamam” diyor. “En büyük kâbusum gelin kız olup düğün tantanasının
ortasında kalmaktı. Nuri beni böyle bir yükten kurtardı.” Birbirlerinin
sevgisine doyamadıkları kısacık evliliklerinde İki oğulları oluyor. Özge ve
Ceren…
Tam da bu arada aşkı
soruyor Filiz. “Aşk hep var mıydı?” “Hem de en başından, Nuri’yi kaybettiğim
ana kadar, on sekiz yılın her anında… Cevap içimizi burkuyor. Hepi topu on
sekiz yıl… Göz açıp kapayana kadar geçen, ama her anı aşkla geçen on sekiz yıl. Gülsevil Hanım söylemiyor; ama hissediyoruz
bu gün bile aşk var Nuri Bey’e bu gözlerde. Filiz devam ediyor soruya, “ Aşkı
tanımla deseler, nasıl tanımlarsınız?” Hiç düşünmeden cevap veriyor Gülsevil
Hanım, “Yok öyle bir tanım. Ben duygularımı ölçüp biçip kalıplara sokmam.
Yaşarım sadece.” Aşkın kimyasına, fiziğine kafa yoranlara, formüller üretip hap
niyetine tedavüle sürenlere gidiyor aklım. Zaman kaybı hepsi…
Bir gün eve gelip, “
Belediye başkanlığından istifa edeceğim Gülsevil,” diyor Nuri Bey. “Halka
hizmet için mecliste olmam gerek.” Milletvekilliği seçimlerine giriyor. İlk
adaylığında değil ama sonraki seçimlerde CHP Milletvekili olarak giriyor
meclise. Ayvalıktaki zeytinlikleri satıp Ankara’dan ev alıyorlar. Sıkıntılarla
geçecek başkent günleri başlıyor aile için. Gülsevil Hanım’ın tayini çıkıyor
Ankara’ya. 1980 öncesi yıllar… Kutuplaşma had safhada. Sokaklar, okullar,
sınıflar bölünmüş. “Hal böyleyken, farklı sendikalara bağlı da olsak, okulda
terk derdimiz ‘öğrenciler için daha iyisini nasıl yapabiliriz?’ oldu hep” diyor
Gülsevil Hanım. Darbeyle birlikte ilk gözaltına alınanlardan oluyor Nuri
Bey. Aylarca tutuklu kaldıktan sonra,
hakkında dava bile açılmadan salıveriliyor. Artık milletvekili değil. Neleri
varsa satıp Ankara’dan ev aldıkları için, tarımdan da gelir yok. İşin kötüsü,
iş de bulamıyor. Bu memlekette “komünist” sanılana iş yok zira. Aile için
ekonomik zorluklar başlıyor. Gülsevil Hanım’ın maaşıyla geçinmeye çalışıyorlar.
“Nasıl kaybettiniz Nuri
Bey’i?” diye soruyor Filiz. Cevap bize hiç yabancı değil aslında. “Kenan Evren
öldürdü kocamı, 12 Eylül faşizmi öldürdü” diyor Gülsevil Hanım. 12 Eylül ile
birlikte ülkenin genel gidişatı ve işsizlik öyle bunaltıyor ki Nuri Bey’i,
yutar gibi sigara içiyor o dönemde. “Sabah yaktığı sigaranın ateşiyle akşama
kadar sigara yakardı” diye tarif ediyor Gülsevil Hanım durumu. Kalbi bu
yorgunluğa dayanamıyor. Hastaneye yatırıyorlar Nuri Bey’i. Yıl 1984… Okullar
kapanmak üzere, karneler dağıtılacak. İşten çıkar çıkmaz ilk işi, eşini
hastanede ziyaret etmek oluyor Gülsevil Hanım’ın. Nefes nefese hastaneye
vardığı bir gün, eşinin yattığı odada bir anormallik seziyor. Doktorlar,
hemşireler, tıp öğrencileri odada, Nuri Bey’in yatağının başına toplanmışlar,
telaşlılar. Bir süre sonra doktor, Gülsevil Hanım’ın yanına geliyor, gözlerini
yere dikip susuyor. O an anlıyor eşinin öldüğünü. “ Korkmayın, çığlık atmam,
burası hastane, kimseyi rahatsız etmem” diyor doktora. Doktor gözlerine bakıp,
“maalesef…” diyebiliyor sadece. Koca şehirde, iki çocuğuyla baş başa kaldığı
yalnız ve zor günler başlıyor Gülsevil Hanım için.
Kendi emekli maaşı ve Nuri Bey’den bağlanan
emekli maaşıyla iki oğlunu büyütüyor Gülsevil Hanım. Yaşamının büyük bölümüne
eşlik eden yalnızlığa daha fazla katlanamayacağı için bu gün, küçük oğlu Ceren
ve gelini Necibe ile birlikte yaşıyor Ören’de. Gelininden söz ederken ayrı bir
sevgi yükleniyor sesine. Necibe’yi çok seviyor.
İki de dünya tatlısı torun. Büyük torun, Ali’yi satranç kursuna
götürüyor Gülsevil Hanım. Bir de yaratıcı drama derslerine… Kurslarda herkes
Ali’nin babaannesi olarak tanıyor Gülsevil Hanım’ı. İsminin önüne eklenen pek
çok sıfat olmuş bu gün kadar. İngilizce öğretmeni Gülsevil Hanım, belediye
başkanının Nuri Bey’in eşi Gülsevil Hanım, milletvekili Nuri Bey’in eşi
Gülsevil Hanım, anne Gülsevil Hanım, Çağdaş Yaşam gönüllüsü Gülsevil Hanım… Ama
o bu günlerde en çok, Ali’nin babaannesi Gülsevil Hanım olmaktan keyif alıyor.
Hayatımıza güzel bir
insanı katmış olmanın keyfi de bize yetiyor. Sen çok yaşa
emi Gülsevil Bozyel.
Hep yanımızda, yakınımızda ol.
FİLİZ ENGİN-FİLİZ SONSUZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder