WANSA-IRAK ÖYKÜLERİ…

Bir süredir pür dikkat izlediğimiz Ortadoğu’da yaşananların etkisiyle olsa gerek, birkaç yıl önce okuduğum bir kitaptan söz etmek istiyorum bu gün.

Altı öykünün yer aldığı 134 sayfalık bir kitapla bir coğrafyanın, geçmişten bu güne bütün tarihini, olaylarını, siyasi gelişmelerini vs. hatmetmek elbette imkânsız. Fakat oradaki egemen duyguyu kavramak pekâlâ mümkün… Duyguyu kavramak… Her coğrafyanın kendine has yemeğine, mimarisine, nüktesine, türküsüne sinen bir duygusu vardır, öyle değil mi? Gökten inmez o duygu ya da genlerin neden olduğu bir şey değildir. İklimle başlar bence ve ardından tarih boyu yaşadıklarıyla vücut bulur. Elle tutulur, gözle görülür bir şeye dönüşür. O duyguyu keşfeden bazı insanlar, hissettiklerini diğer insanlara aktarma arzusuna kapılırlar. Genellikle sanatçılardır onlar. Kimi tuvale aktarır, kimi bir filme, kimi de kelimelere… Kâh bir şiir olur duygu, kâh bir roman, bazen de bir öykü… Sercan Sırma- namı diğer Tecelli- öyküde karar kılmış ve Irak’tan yola çıkarak Orta Doğu’nun duygusunu yaşanmış öykülerle aktarmış bize bu kitapta.

Acem Nikâhı ile başlıyor kitap… Tecelli’nin bu öyküde “Kent tecavüze uğramış bir kadın gibi intihara meyilli. Bombalanmış yıkıntılar arasında, şehir eşkıyaları, Amerikan askerleri ve insan eti yemeye alışmış sokak köpeği sürüleri devriye geziyor. Helikopterler, tanklar ve rambolara rağmen yaşama tutunmaya çalışan halk, en büyük savaşı ‘ayakta kalma savaşı’nı veriyor.” diye tanımladığı kent Bağdat… 21. yy’da uygulanmakta hiçbir beis görülmediği muta nikâhı yaşayan iki insanın hikâyesini okuduğumuz sayfalar Acem Nikâhı… Bilmeyenler için muta nikâhı, ücret karşılığında belli bir süre için kadınla evlenmektir. Buradaki ‘belli bir süre’ tanımı, dakikalar da olabilir yıllar da, artık anlaşma neyse yani!

  İkinci öykü Canlı Bomba“Şimdi ikinize bir görev veriyorum. Aslında bu benim verdiğim bir görev değil, iki gece önce peygamber efendimizin bana rüyada verdiği emirdir.” Hikâye kişilerinden İmam Tarık’ın bir insana üzerine yerleştireceği bombaları bir çarşının orta yerinde patlatacağı görevini açıklarken söze başladığı bu cümleler, gündemdeki IŞİD ve diğer kanlı örgütlerin gerçeğine dair bir kez daha ipuçları vermiyor mu? Dinde insan iradesinin ya da aklının diyelim, bir başkasına, tanrıya ve devamında onun sözcüsü olduğunu iddia eden kişilere tesliminin insanlığın başına ne çoraplar örebildiğini bir kez daha gözler önüne seren bir öykü bu.

Ve kitaba adını veren Wansa. Hem bir aşk öyküsü ve hem de insanlığın inanışlarıyla ilgili birçok bilgiyi aktaran, aynı zamanda bir Yezidi köyünde günümüzde yaşanan acımasızlıkları gözler önüne seren, zaman içinde defalarca okunabilecek yoğunlukta bir öykü. Wansa bir Yezidi kızı, Yusuf bir Hıristiyan rahibi… Karşılıklı bir aşk bu… Irak’ta Elkuş Kasabası’nın dağlarına kazılmış Rabban Hürmüz Manastırı’nda geceler boyu süren dersler esnasında, ancak kandil ışığının duvara yansıttığı gölgeleriyle yaşatabildikleri bir aşk. Öykü boyunca aşklarına tanıklık ettiğimiz gibi, derslerine de kulak misafir oluyoruz. Bu derslerin başlangıcında aralarında geçen şu konuşma devamında öykü boyunca süren dersleri hakkında bir fikir verecektir.

Rahip Yusuf soruyor:
 “Söyle bakalım, ne öğrenmek istiyorsun?”
Wansa cevap veriyor:
 “Bu coğrafyada aşağılanan üç şey hakkında bilgi sahibi olmak istiyorum. Kadın, Yezidi ve Kürtler… Çünkü ben her üçünü de temsil ediyorum. Çoğu zaman kimliğimi gizlemek zorunda kalıyorum. Asla göğsümü gerip ‘Kadınım, Yezidiyim, Kürdüm diyemedim. Bunlar benim sırrım oldu. Kimselere diyemedim.”

Halepçe bir diğer öykünün adı. Ortadoğu’yu bir parça olsun izleyenler Halepçe adını duyunca o sarı tozu hatırlayacaklardır mutlaka. Öykü şu cümlelerle başlıyor:

“Bir mart sabahı, savaş uçakları Halepçe’nin üzerine sarı bir toz serpti. Tarımsal mücadele uçakları gibi her tarafı ilaçladıktan sonra geldikleri yöne, Bağdat’a doğru gözden kayboldular.
Oluşan toz bulutu önce kırmızıya, sonra da maviye dönüştü. Ardından yer gök kokmaya başladı: Acı badem kokusu, çürük soğan kokusu, taze biçilmiş çim kokusu ve başka kokular…
Tek bir kurşun sıkılmadan, bombalar patlamadan, tanklar ezmeden, evler yıkılmadan, camlar kırılmadan, duvarlar çökmeden, kollar, bacaklar havaya uçmadan, tek bir damla kan akmadan Halepçe ölüm uykusuna daldı.
Bebekler emdikleri sütü yutmadan, inekler, koyunlar, keçiler sağılmadan, tavuklar yumurtlamadan, köpekler havlayamadan, kediler kaçamadan hep beraber sustular.
Ebabil kuşları da öldü.”

Velhasıl kelam, bu incecik öykü kitabı gerçek dünyada, gerçek insanların yaşadığı, gerçek olayları aktarıyor. Bu tür kitaplar okuduğumda  “Ben öyle düşünmüyorum, benim düşüncelerime göre…” diye söze başladığımız, bazen tembellikten bazen cesaretsizlikten ‘gerçek’ olana bakma zahmetine katlanmadan, ‘gerçek’ olan hakkında fikir yürütmeye çalıştığımız zamanlar aklıma geliyor hep. Bir tek paragrafta ne çok gerçek kelimesi kullandım öyle değil mi? Ama bu kelimenin barındırdığı anlamı düşününce başka türlüsü mümkün değil gibi geldi bana.

                                                                                              FİLİZ ENGİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder