Cemilanım Teyze ve Karaman Dede'nin fısıltısı/Filiz Engin

Hayatımın ilk on yedi yılını muhteşem bir zenginlikle geçirdim. İnsana, kültüre dair bir zenginlik sözünü ettiğim. Ülkenin birçok bölgesinden işleri gereği Soma’ya yerleşen ve benim ailem de dâhil olmak üzere, çoğu emekliliklerine kadar bu kasabada yaşamlarını sürdüren teyzelerim, amcalarım ve hep beraber büyüdüğümüz çok sayıda kardeşimle birlikte, bir insanın bir başka insanı “öteki” olarak görmesinin mümkün olmadığı bir yaşam alanıydı bizimkisi. Bir çeşit komün hayatıydı 1955-80 arası Soma 85 Evler’deki hayat. Adetlerinden, danslarına, şarkılarından, yemeklerine bütün ülke orada toplanmıştı sanki. İçli köfteyi, ekşili çorbayı, haşhaşlı ekmeği, şakşukayı, arap kadayıfını, bükmeyi… Velhasıl yurdun dört bir yanından süzülmüş lezzetleri tattığım yaşı hatırlamıyorum bile. Lakin Çingene pilavını ilk ne zaman tattığımı hiç unutmadım. Çünkü bir yılbaşı akşamı kurumun tertiplediği baloya gidecek ebeveynler tarafından kendisine emanet edilen çocuklara, Cemile Hanım Teyze hediye olarak getirmişti o bir kap dolusu pilavı.

Lojman çocuklarının bakıcısı Cemilanım Teyze… Çingene’ydi, tıpkı çiçek parkının bahçıvanı Karaman Dede gibi. Çocuk gözüm renklerinin biraz daha koyu olduğunu fark ediyordu etmesine ama asıl gördüğüm ortak özellikleri bize, yani çocuklara olan sıcak sevgileriydi her ikisinin de. Muhtemelen çocuk yaşta içime yerleşmiş bu sevgi, yaşım ilerledikçe ne zaman Çingenelere dair bir fısıltı işitsem o tarafa doğru yönelmeme neden oldu ve hala oluyor. Lafı çok uzattım. Aslında bir kitaptan söz etmek istiyorum bu yazıda. Ayşegül Devecioğlu’nun 2008 Orhan Kemal roman ödülüne layık bulunan Ağlayan Dağ Susan Nehir adlı kitabı…

Üç yıl önce sevgili bir dost hediye etmişti başka birkaç kitapla birlikte. Arka kapağındaki tanıtım yazısında “Yol yorgunudur Çingeneler, yerleşikliğin imkânsız olduğunu bilir, yerleşik hayatı kekeleyerek yaşarlar,” cümlesini okuyunca, işi gücü, o sırada okuduğum kitabı ve bana hediye edilen diğer kitapları bir yana bırakıp bu romanın sayfalarına gömülmüştüm. 

259 sayfalık bu kitabın daha ilk sayfalarında değişik bir yaşam felsefesi sarıp sarmalar gibi olurken insanı, satır aralarındaki bazı cümleler bir “Çingene güzellemesi” okumayacağınızın da habercisi oluyor aynı zamanda. Güzelleme diyorum, son yıllarda epey moda olan neşeli, göbekli, tırnak içinde özgür, uçarı yoksul ama mutlu Çingeneleri ya da benim hiç ısınamadığım güncel deyimle ‘Romanlar’ı anlatmak için yazılmadığını anlıyorsunuz bu kitabın. Örneğin daha ilk sayfadaki şu paragraf:

“Karaağaçların gölgesindeki nehrin kenarında oturuyor, görmüş geçirmiş gümüş suyu avuçlarına alıyor; zaman damla damla akıyor ellerinden… Hiçbir yerde birikmeden, bir tenekecikte bile toplanamadan akıyor…
Bu duygunun ne kadar olağandışı olduğunu bildiği için ürküyor. Oysa kocakarının dediği gibi; insanlar için ne fazlası var, ne de daha ötesi; ölenlerin bedenlerinde yeniden dirildiği eski Çingenelerin soyu tükendiğinden beri, bir kuru dünyadan başka bir şey yok…”

Ya da 14. Sayfadaki bir diyalogda, biz özgürüz, toprağın kölesi değiliz diyen bir kocakarıya, bir başka Çingene kadınının verdiği şu cevap: “Şu evceğizin bir sarı kaadı olsa fena mı olur be karıcık!”

Bir keresinde bir Çingene arkadaş bana şöyle demişti. “Çingene bitti abla, o üstü örtülerle kaplı at arabalarında yaşadıkları ve her zaman yola çıkmaya hazır oldukları zamanlardaydı. şimdi Roman var, kabul et bunu!”

Kitap, önsöz yerine geçen bölümden sonra “Bir Çingene’nin öyküsü bu…” cümlesiyle başlıyor ve şöyle devam ediyor. “ Ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir Çingene’nin…” Çingene’nin adı Naciye, anlatıcının Naciye Abla’sı… Anlatıcı çocukluğunu onunla geçirmiş genç bir kadın. Her ne kadar hikâyeyi bize bu genç kadın anlatsa da, Naciye Abla da her anlatılışında değişen masallarıyla araya giriyor.

Naciye Abla’nın ölümünden çok yıllar sonra anlatılıyor hikâye ve onun özelinde, unutulmuş bir halkı -hatırlamaktan hep kaçınılan bir halkı mı demeliyim yoksa- bu coğrafyada yaşadıkları yakın dönem tarihiyle birlikte aktarıyor. Kitabın önemli bir bölümünde şiirsel bir dille anlatılanlar Çingenelerin yolu Maraş’a düşünce ve bu da bu ülke tarihinin en acımasız, trajik Maraş Katliamı günlerine denk gelince şiirsel anlatım yok oluyor. Buz gibi bir faşizmle yolu kesişen roman masalsı atmosferini terk etmek zorunda kalıyor. Katliam Alevi mahallelerini hedef almış olsa da, Çingeneler de kan ve öfkeden nasiplerini alıyorlar. Tıpkı Hitler faşizmiyle katledilen Yahudiler olduğu kadar Çingenelerin de olması gibi. Oysa ne kadar az film ya da kitap vardır o esmer insanların 2. Dünya Savaşı’nda karşı karşıya kaldıkları acıları anlatan.

Dedim ya, Çingene hayatına bir güzelleme değil bu roman. O hayatın nasıl oluştuğuna bakan, onu anlamaya çalışan, değişimini fark eden ve işin doğrusu yaşadıklarının hiç de öyle ırksal bir takım özelliklerden ileri gelmediğini kavratan bir kitap. 198. Sayfadan bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Bu arada belirtmem gerek, alıntıdaki ‘gaco’ kelimesi Çingene olmayan anlamında aşağıdaki cümlede…

Hiçbir toprak parçası vatan olmadığı gibi gurbet de değildi. Geçilen her sınırın ardında, dilleri, dinleri, bayrakları benzemese de Çingenelere bakışları birbirine benzeyen “gacolar” vardı.”

FİLİZ ENGİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder