Merhaba Can Ablalarım,

Ulucanlar
Cezaevi; 1923 yılında askeri depo olarak kullanılmak üzere inşa edilmiş, 1925
yılında yapılan tadilatlarla cezaevi olarak kullanılmaya başlanmış ve birçok acıya,
ölüme ev sahipliği yapmış bir yer sizin de bildiğiniz gibi... Özellikle askeri
darbe dönemlerinde…
29 Kasım günü bir anda orda buluverdim kendimi.
Bahçesine adım atar atmaz hissettiklerimi tam anlamıyla tarif etmeme imkân yok.
Bunu yapmayı denemem gerekirse şunları söyleyebilirim ancak; Erdal Eren, Deniz
Gezmiş, Hüseyin inan, Yusuf Aslan, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nazım Hikmet,
Yılmaz Güney, Ahmed Arif, Necdet Adalı, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal ve daha
nicelerinin seslerini duydum. O an hissettiğim hüznü, burukluğu ve öfkeyi
hiçbir zaman bu kadar derinden hissetmemiştim. İşte buradaki kapıların ardında
yaşanmıştı onca acı, onca ayrılık, onca işkence ve ölüm. Cezaevinin taş
duvarları, demir kapıları, içerdeki fotoğraflar, eşyalar, ranzalar, mumdan
heykeller, hepsi konuşuyordu. Canlıydılar ve yaşadıklarını, gördüklerini
anlatıyorlardı. Ta içimde hissettim bunu, duydum. Ranzalarda bağdaş kurmuş
oturuyordu mahkûmlar ve dışarıyı, gökyüzünü, uçurtmaları hayal ediyorlardı.
Kapıların önündeki bekçiler pis pis sırıtıyorlardı.
Kafamın içinde Rodrigo’nun Gitar Konçertosu çalıp
durdu. Joaquín Rodrigo bu eseri II. Dünya savaşının yaşandığı dönemde bestelemiş.
Kafamda çalmasının nedeni ise Deniz Gezmiş… Deniz idam edilmeden önce, çay ve
sigara eşliğinde bu eseri dinlemiş ya... Bu onun son isteğiymiş ya... Yaşananların
tümünün fon müziğinin bu ezgi olduğunu düşünmüşümdür hep. Bana direnişi,
direnen güzel insanları, yaşayamadıkları
ya da yarım kalan aşklarını, onların fikirlerini ve daha güzel bir dünyaya
duydukları umudu, bu umuda duydukları aşkı anımsatmıştır bu ezgi her daim.
Annelerin, babaların gözyaşları, çocuklarının onurlu ve dimdik duruşları, dile
gelememiş elvedaları ve merhabaları, sıkılan ya da sıkılamamış elleri, içilen içilemeyen
sıcacık çayları vardı bu duvarlarda, bu kapıların ardında.
Bir odaya girdim. Ranzaların birinde Erdal Erenin
fotoğrafı… Gencecik, samimi, onurlu duruşu, hele o gözlerindeki sözler… Boğazım
düğümlendi. Gözlerim dopdolu. O hep öyle kalacaktı. Hep 17… hep güzel ve gencecik… Erdal, idam edilmeden 16
saat önce kendisini ziyaret eden gazetecilere "avukatıyla
görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek
istendiğini, yaşının 18'den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi
yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok
uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını,
kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını" söylemiş.
İdam kararı verilen Erdal’ın 17 olan yaşı bir gün içinde 18 olarak büyütüldü ve
sonrasında hemen idam edildi biliyorsunuz. 25 Eylül 1964’te başlayan
hayatı, 13 Aralık 1980 de elinden alındı, sorgusuz sualsiz. Bin
kez lanet ettim. İçinde kötülükten başka bir şey taşımayan insanlara; sadece
güzel bir dünyada, çocukların özgürce uçurtma uçurmasından gayrı bir dileği
isteği olmayan Erdal’ı, içinde sevgilerin en güzelini taşıyan bu gencecik
insanı öldüren o kapkara zihniyete bin kez lanet ettim. Keşke elimden daha fazlası
gelebilseydi. Elimden daha fazlasının gelememesine de lanet ettim bir kez daha.
Erdal’ı düşünürken kafamdaki müzik değişti bir an. O anlarda “büyü de baban sana \ büyü de büyü\büyüyüp
de on yedine geldiğinde baban sana idamlar
alacak…” diyordum.

Darağacına onurlarıyla, umutlarıyla ve geride
bıraktıklarına olan inançlarıyla yürüyen o güzel insanlar her zaman yüreğimde
olacaklar. O küçücük görüş kabinlerinde konuşanlar, konuşulanlar, analar,
babalar, evlatlar her zaman benimle, bizimle birlikte olacak, yaşayacaklar.
İşte tam da burada, Grup Yorum’un ‘Bir Görüş
Kabininde’ şarkısı geliyor aklıma… “ne
kadar da ufalmış bedenin/ gözyaşıma sığdın sen/ gözyaşıma sığdın sen/ açlık mı
yemiş ömrünü yavrum/ al sütümü iç kızım/ saçların beyazına mı/ sakladın alevini/
yoksa güneş sende mi batıyor/ batıyor geceleri/ eriyen bedenimi düşünme/ göğü
giydim üstüme/ yüzünü asma kederine anam/ yiğitler bitmez bizde/ bir ateş olup
yaksa da gidişiniz/ analar biter mi/ ölüm toplasa da çiçekleri/ çiçekte tohum
biter mi”
İşte böyle ablalarım. Yaşananlar, gördüklerim kötü, evet. Ama ne olursa olsun, bu gün hala güzel şeyler söyleyen, bu uğurda o karanlık zihniyete karşı dimdik durabilen insanlar var. Umudumuz tükenmeyecek. Karanlığa aydınlık olmuş ağabeylerimin, ablalarımın, arkadaşlarımın güzel anılarına saygıyla ve büyük bir sevgiyle…
Söylemek istediğim son bir şey var, belki biliyorsunuzdur
ama…
Yönetmenliğini Tunç Başaranın yaptığı 1989 yapımı
ve uzun metrajlı bir film olan
“Uçurtmayı Vurmasınlar” , Ulucanlar Cezaevi’nde çekildi. Bu film benim en çok
sevdiğim yerli filmdir. Beş yaşındaki dünya tatlısı Barış’ın gözünden, kadınlar
hapishanesinin ve karşılıksız, masum, küçük bir yürekteki koskocaman sevginin
öyküsüdür anlatılan. Şu replikler ise unutulmazdır benim için:
Barış : “ Niye uçmuyor İnci? (uçurtmayı kastederek)
İnci :
“ Uçar bir gün!
ZUHAL DURAN
*
Dize Ömer Hayyam’a aittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder