
Boşanacağını bilenler teselli
etmek, yeni duyanlar meraklarını gidermek için doluşacaklardı çevresine.
Kimseyle uğraşmaya, dert anlatmaya dermanı yoktu. Bu yüzden aylar önce satın
almıştı bu evi. Ablasından başka kimse bilmiyordu burayı. Davanın bittiği gün
atlayıp arabaya, arkasına bile bakmadan, bakamadan çıktı şehirden.
“Ağlamayacağım” diyordu son güne kadar. “Niye ağlayacakmışım ki, bitmiş işte.
Bitmesi gerekiyormuş. Buraya kadarmış.” Ama adliyeden çıktığından beri
durduramamıştı gözyaşlarını. Oysa ne kadar da kendinden emin bir edayla savunurdu
tezini. “Evlilik cüzdanı dediğin kâğıt parçası alt tarafı” diyordu, “tapu belgesi
değil, gitmek isterse hiçbir gerekçe göstermesine de gerek yok, gider. O,
duyguları olan, etten kemikten bir insan, benim malım değil ki.” Sırf bu yüzden
“neden” diye soramamıştı bile doğru dürüst. Evliliğin sıkıcı tekdüzeliği mi,
başka kadın mı? Adam sadece “olmuyor, yürütemiyorum” demişti, “ ama sana hep saygı duyacağım, sen mükemmel
bir insansın, ha, bir de istersen daireyi sen al.” Komikti. Ve acımasız.
Protokolü oracıkta yapıvermişti işte ayaküstü. “Daire senin, özgürlük benim…”
Duyguyla süslemeye çalıştığı katı gerçekçi bir üslubu vardı adamın zaten.
Finali de o üslupla yapmasını mı kabullenememişti, finalin ta kendisini mi?
Sabah uyandığında ağlamaktan
gözleri yanıyordu. Garip garip rüyalarla uğraşmıştı bütün gece. Camda asılı
eski çarşafı görünce anımsadı yeni evinde olduğunu. Her yer nasıl da tozlu
kirli görünüyordu. Dün hiç fark etmemişti pisliği oysa. Evi bir daha dolaştı.
Mutfak diye ayrılmış bölüme gitti. Kırık dökük bir iki raftan, fayansları
dökülmüş tezgâhtan ve lavabodan başka hiçbir şey yoktu mutfakta. Bir de her
yerde örümcek ağları.
Alınacakların listesini yapıp
yarım saat uzaklıktaki ilçeye gitti. Bir pastanede kahvaltısını yaptı.
Listedekileri alıp, elektriği ve suyu da açtırıp evine döndüğünde öğlen
olmuştu.
Ne çok iş var yapılacak.
Beyaz eşyaları halletmeli önce. Camlara stor perdeler takmalı. Oturma gurubu mu
almalı, açılıp yatak olan kanepelerden mi? Yerler beton, hemen seramik
döşetmeli. Bahçe elden geçirilip çiçeklendirilmeli, çimlendirilmeli. Bir iki
bambu koltuk ve bir bambu masa iyi gider çimlerin üzerine. Masanın üzerine de
çardak kurup hanımeli sardırmalı. Ahşap doğramalar yağmuru ve soğuğu içeri
alır. Hemen pimapen yaptırmalı pencereleri. Pimapen mi! Tüm kâğıt mendillere selpak demek gibi, berbat
bir sıradan insan kolaycılığına kaçtığını fark edip kendine kızdı. Plastik
doğrama mı demek gerekiyordu? Ööfff ya, neyse ne! Hayatındaki her şey çok düzgünmüş gibi…
Hepsinden önce temizlemeli
ortalığı. Camları açıp havalandırdı evi. Dayanılmaz bir rutubet kokusu var her
yerde. Her şeyi değiştirinceye kadar yaşanabilecek hale getirmeli evi.
Mutfaktan başladı işe. Mutfak temizlenince bir kahve yaptı kendine. Bir de
sigara yakıp sahile indi. Deniz dümdüzdü, hani çarşaf gibi derler ya, öyle.
Nasıl olmuş da keşfedilmemiş bu koy, diye düşündü. Bomboş denecek kadar ıssızdı
çevre. Biraz ötede eski bir ev daha, o kadar. Asık suratlı bir adam geçip gitti
yanından. Oltasıyla ve kovadaki birkaç balıkla ötedeki eski eve girdi adam. Evi
satan emlakçinin adamdan bahsettiğini anımsadı. Ressam mıymış neymiş. Ona da
evi kendisi satmışmış. Yalnız yaşıyormuş,
kendi halinde biriymiş falan…
Güneş battığında ev eskisinden
biraz daha temizdi. Izgara balık kokularını duyunca anladı acıktığını. Suratsız
adam balığın ızgarasını seviyordu demek. Yanında da rakı, diye düşünüp güldü
kendine. Rakıyı bir türlü sevdiremediği kocasını anımsadı. Eski kocasını… Derin
bir iç çekip, bir daha ağlamayacağına söz verdi. Çarçabuk salata yaptı. Masaya
taşıdı salatasını, ekmeğini. Başlayacaktı ki kapı çaldı. İlk kez korktu
buraların ıssızlığından. Bu saatte kim olabilirdi? Azıcık araladı kapıyı.
Suratsız adam, gözleri yerde, elinde bir tabak ızgara balıkla kapıdaydı.
“Bunlar size” dedi sadece. Tabağı verip çekip gitti yüzüne bile bakmadan,
teşekkür etmesine fırsat bırakmadan. Elinde tabak, kalakaldı kapıda. Hiç
beklemediği bu ikrama şaşırdı. Tabak da boş gitmez ki, içine ne koyup da iade etmeli,
diye düşündü.
Üç gün sonra tabağa sigara
böreği koyup, suratsız adamın evine gittiğinde kahvaltı vaktiydi. Bu evde
birilerinin yaşadığına inanmak güçtü. Kapı aralıktı. Pencerelerin bir kaçının
camı çatlamış, düştü düşecek. Yıllardır boyanmamış gibi duruyordu kapı ve
pencereler. Kapıyı çaldı. Adam elinde çay fincanıyla açtı kapıyı. Kafasını
eğip, gözlerini yere dikti yine. “
Balıklar için teşekkür ederim. Sigara böreklerini yeni kızarttım. Afiyet olsun”
dedi. Bu kadar uzun konuşmadan sıkılmış
gibiydi adam. “Önemli değil” deyip
kapıyı kapatacaktı ki, kadın kapının aralığından karşı duvardaki kitaplığı
gördü. Merak etti evin içini. Aslında adamı merak etti. Böyle köhne bir evde
raflar dolusu kitaplarla beraber yaşayan bu adam kimdi? . “Şey”, dedi, “ sizde
çekiç var mı, bir iki çivi çakmak gerekiyor da ?” “Yok”, dedi adam. “Ama bir yerlerde keser
olacaktı .” İçeri girdi. Odada eşya
niyetine bir kanepe, bir de masa vardı. Her yer tablolarla, yarım bırakılmış
resimlerle ve kitaplarla doluydu. Antikaya benzeyen bir daktilo ve en az o
kadar eski bir teyp duruyordu rafların birinde. Kasetler dizilmişti üst üste
teybin yanına. Kitaplığa yöneldi. Bir iki kitap alıp önsözlerine baktı.
Adam, elinde sapı kırık bir keserle
döndü odaya. “İstediğiniz kitabı alıp okuyabilirsiniz” dedi, “ bitirir bitirmez
geri getirecekseniz…” “Sahi mi, ne iyi olur, sağ olun” dedi. “Ama evde iş çok.
Enikonu elden geçirmek gerek evi, eşyalar yenilenecek, bahçe düzenlemesi falan.
Onları halledeyim, gelir ödünç kitap da alırım sizden” “Demek ev, eşyalar, bahçe falan, öyle mi”
dedi adam. “ Ne işiniz var burada öyleyse? Niye kaçıp geldiniz buralara, burayı
da geldiğiniz yere çevirecekseniz? Bırakıp olduğu yerde her şeyi, sadece kendinizle
yaşayamıyorsanız, buraya sığınmanın ne yararı var?” Adamın kendisiyle ilgili bu
kadar çok şey bilmesine şaşırdı. Emlakçının gevezeliğidir, dedi içinden “ Yok
canım, ne kaçması, ne sığınması. Niye kaçayım ki” dedi. “Birazcık onarım gerek,
o kadar” “ Ruhunuza mı?” dedi adam, “ evinize mi?” Çok kızdı bu kırk kat
yabancının haddini bilmezliğine. Ama bütün gün bu sözler döndü durdu beyninde.
Ruhumu mu onarmalıyım, evi mi? Ya da
hangisi daha kırık dökük, daha virane?
Aradan kaç gün geçti?
Takvimi, saati, zamanı takip etmiyordu artık. Sersem gibiydi. Eli işe
varmıyordu. Nereden başlaması gerektiğini bilemiyordu. Ruhu yaralı kaldığı
sürece evi onarmanın ne anlamı olacaktı ki? Haklıydı adam. Bambu sandalyeler,
bambu masalar, stor perdeler… Geçmişin basit, içeriksiz alışkanlıkları değil
miydi hepsi ve buraya geçmişi silmeye gelmemiş miydi? İyi de nasıl, dedi. Bildiği en iyi onarım şekli buydu. Kocasına
kızar, saçlarını boyatırdı. Şirkette işler iyi .gitmediğinde estetikçide
almıştı soluğu. Annesi öldüğü zaman, o da ölmek istemişti. Evdeki eşyaları
değiştirerek gelebilmişti kendisine. Günlerce iç mimarlarla, inşaat
ustalarıyla, perdecilerle uğraşarak unutmuştu acıyı, ölüm fikrini. Şimdi? Şimdi nasıl yapmalıydı.
Güneş batmak üzereydi.
Oltasını, kovasını alıp çıktı evden adam. Kadını gördü sahilde. Oltasını denize
atmış, dalmış gitmişti alaca karanlıkta.
“ Buradan balık çıkmaz” deyip yürüdü gitti adam. “Neden?” diye sordu kadın.
-
………...
-
Nerede durmalıyım?
-
…………
-
Ben de sizinle gelsem…
Dönüp baktı adam uzaktan.
-
Belki sonra, ama önce kendinizi yakalayıp çıkarın
denizden.
Filiz Sonsuz
*Resim Ertuğrul
Gülümser’e aittir.
KARAR
SİZİN, GERÇEK İMZANIZLA YA DA TAKMA BİR ADLA...
MEKTUPLARINIZI
BEKLİYORUZ.
Posta Kutusu 65
Burhaniye/Balıkesir-TURKEY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder