
“
Kıız yazık sana ha! Elde yok, avuçta yok. Ne tutarsın koca diye o hayırsızı
yanında. Senin yerinde olsam var yaa…”
Ne Hürmüz’ün lafına verecek lafı ne de
dinlemeye sabrı vardı Hayriye’nin. Dan
diye çarptı sokak kapısını Hürmüz’ün suratına. Briket duvardaki çatlak
biraz daha açıldı, ta öte uca dayandı. “ Sen de yıkıl, tamam olsun” dedi
Hayriye öfkeyle. Avludaki şıp şıp damlayan çeşmenin altına koyduğu plastik
kovayı bi tekmede tuvalet kapısının önüne fırlattı attı.
Yukarı mahalleden kaptırıp gelmiş, Güneş
sokağın başını bulmuştu hurdacı. Belli ki acemiydi bu işte. Bu sokaktan hurdacı
geçmezdi oysa. Sokağın halini görünce sessiz sedasız çıkıp gitti alt baştan. El
arabasındaki hurdalar, sokağın pek çok evindeki eşyalardan daha yeniydi.
“Hurdacı geldi hanıımm” diye bağırsa çıkar döverlerdi kadınlar bu çelimsiz,
kamburu çıkmış adamı, besbelli.
Bi cayırtı koptu yan taraftan. Önce
oğlanlar fırladı çıktı sokağa. Arkalarından Naime Nene, topallaya topallaya,
kayıp giden yemenisini bağlamaya çalışarak çıktı kapıdan. Bi yandan beddualar
ediyordu veletlere:
“
Soyunuz kurusun e mi! Üç kuruş para görmeye görsün gözünüz. Bubası gılıklılar.
Hırsız mı olceniz başıma siz benim? Hapishane guşu mu olceniz ülen siz? Bubanız
gibi ömrünüz hapislerde mi geçcek ülen gavurun dölleri…”
Damadı hırsızlıktan hapse girince kızı
almış başını, kim bilir kimin peşinden, çekip gitmiş, geride kalan iki oğlana
bakmak, bu yaştan sonra Naime Nene’ye düşmüştü, artık ne kadar gözetip
bakabilecekse.
Yeni gelin Elvan, ışıl ışıl güneşe,
hafif bahar yeline kendini kaptırmış, bütün pencereleri açmış, televizyondan da
bir müzik kanalı bulmuş, Coşkun Sabah eşliğinde temizlik yapıyordu. Esintiyle
bir içeri bir dışarı dalgalanan tül perdelerin arasından sokağa yayılıyordu
müzik, “Selam vermeden gelir geçersin. Mahzun kalbimi delip geçersin…” Tüm
sokak coştu melodiyle. Uzun sürmedi coşku, köşedeki kahvehaneyi işleten kocası
sarıldı telefona, “Kıs len şunun sesini, getirtme beni oraya manyak. Ne biçim
şarkı o öyle…”
Velhasıl, Güneş Sokakta, bu güneşli
bahar gününde de her şey hayatın olağan akışına gayet uygun biçimde sürüp
gidiyordu, hayatın olağan akışının nasıl olması gerektiğine kim karar
veriyorsa? Ve
hayatın tüm olağanlığıyla akıp geçtiği bu sokağın adı, evlerin içindeki loş
yoksullukla dalga geçer gibi Güneş Sokaktı.
Güneşin altında parıl parıl parıldayan
siyah bir araba girdi sokağa ağır ağır. Hurdacının bile lütfedip geçmediği bu
sokağa böyle son model arabalar çok sık girerdi. Sokak halkı alışkındı bunlara.
İçlerinden, şık şıkırdım giyinmiş, koca güneş gözlükleri takan kadınlar iner,
telaşlı telaşlı, sokağın sonundaki viranede oturan Pasaklı Gülşen’in evine
girerlerdi. Televizyonlara bile çıkmıştı Gülşen, sosyete falcısı diye. Günde
ben diyeyim yüz, siz deyin beş yüz kişi gelirdi kapısına. Kahve falı, bakla
falı, el falı… Rivayet edilir ki, evini basmaya gelen polislerin gözünün
göbeğine bakmış bakmış, demiş ki,
“Benimle uğraşacağınıza evinize gidin. Senin oğlan bu gece havale
geçirecek, doktora zor yetiştirecen. Sana da misafir gelecek uzaktan, taa
Uşak’tan, kaynanangil.” Dinlememiş tabi polisler, almış götürmüşler karakola.
Daha akşam olmadan polisler evlerine yel yepelek zor yetişmemişler mi? Bi daha
da kimse cesaret edememiş Pasaklı Gülşen’e bulaşmaya. Sonra da ünü almış
yürümüş işte. Başka illerden bile çıkıp
gelenler varmış. Eviyle bir cebi de dolmuş taşmış Gülşen’in. Aslında istese
şehrin en şatafatlı yerinden istediği evi alıp döşeyecek, bir ömür de rahat
rahat yaşayıp gidecek parası varmış; ama “Deli miyim ben,” dermiş, “Burayı
bırakırsam insanlar da beni bırakır. Altın yumurtlayan tavuğu keseyim de sonra
havaya mı bakayım?”
Bu kez öyle olmadı ama. Siyah arabadan
inen kadın, Pasaklı Gülşen’in evine yönelmedi. Gitti köşedeki kahvenin
sundurmasındaki masalardan birisine oturdu. Demli bir çay söyledi. Sigarasını
yaktı. İçeride kâğıt oynayan ihtiyarlar, nargilesini tüttüren emekliler, okeye
dönen gençler dönüp gözlerini diktiler, neyin nesi kimin fesi belli olmayan
kadına. İlk kez görüyorlardı havasından yürüyor mu, uçuyor mu belli değil bu
kadını. Az önce karısını telefonda haşlayan kahveci Hüsnü, sinirini zar zor
yatıştırmış, işine dalmıştı ki müşteriler seslendi, “Hüsnü, dışarı bak, müşteri
var…” Biraz meraktan, biraz da
acemiliklerine güvenemediğinden, Hüsnü çıraklara bırakmadı işi, kendi getirdi
çayı masaya. Kadın siyah gözlüklerini çıkardı, çayı getiren Hüsnü’nün yüzüne
dikkatle bakıp, muhtemelen sigaradan çatallanıp kalınlaşmış sesiyle “ Senin mi
burası?” diye sordu. “Otur bakalım,
konuşalım biraz seninle”
Haber sokağa yıldırım hızıyla yayıldı.
Pasaklı Gülşen’e her gün bi sürü sosyetik kadın gelirdi de, bu güne kadar gelip
kahveye oturanı hiç olmamıştı. Sokağın kadınları kapılarının önünde ikişer üçer
toplaştılar. Elvan’ı zor zapt ettiler. Bıraksalar bi koşu kahveye varıp, mendil
kadar eteğiyle kocasının karşısında bacak bacak üstüne atıp oturan bu kadının
kızıl saçlarına yapışacaktı yoksa. Neyse ki kadın çok oturmadı. Çayını ve ikinci
sigarasını bitirip arabasına binip gitti. Naime Nene’nin torunu Ahmet’le haber
salıp çağırttılar Hüsnü’yü. Kimdi, ne istiyordu? Milyon tane soru sordular
Hüsnü’ye. Büyükçe bir ev arıyordu kadın. Kiralamak falan da değil, kaç liraysa
basıp parasını satın alacaktı. Almancı Bekir’in boş duran evi tam ona göreydi
ama Bekir Almanya’dan bir aya kadar dönmeyecekti. Bir ay sonra tekrar gelmek
üzere gitmişti kadın. “Eeee, n’apacakmış büyükçe evi ki?” Kıyamet burada koptu işte. Hüsnü de
bilmiyordu aslında kadının evi n’apacağını. Sırf piçlik olsun diye dudaklarına
alaycı bir gülüş, sesine hin mi hin bir hava verip, ağzını yaya yaya “ Dikiş
nakış kursu açacak zaar” deyip, otuzüçlüğünü halay mendili gibi sallaya sallaya
kahvesine döndü.
Güneş sokağın kadınlarını aldı mı bir
telaş? Her gün yeni bir laf türeyip sokağı üç tur dolaşıyor, sahibine
döndüğünde ilk halinden çok farklı bir şekil almış oluyordu. Kadın meğersem
umumhaneden çıkmış, belalısını da yanına alıp patronlara resti çekmiş.
“Yettiniz ama ha” demiş. “Bunca zaman sömürdünüz iliğimi kemiğimi lan. Yok,
öyle yağma. Patron benim bundan sonra”
Ertesi gün işin aslını gidip zabıtadan öğrendiğini söyleyen Bakkal Hayrullah’ın karısı, toplayıp kadınları
başına, anlattı heyecanlı heyecanlı, “Yok, öyle değilmiş. Emekli gardiyan
mıymış neymiş kadın. Bi de miras falan kalmış her halde. Yatırım olsun diye ev
alacakmış. Biz de ne sandıydık. Hay Allah…”
Kadınlar inanmadı bu habere. Zabıta ne bilirdi ki kimin ne olduğunu?
Polis mi bu? Kesin vardı bu işte bi bit yeniği. Sonunda en doğru akıl
Hürmüz’den çıktı, “Aklınızı başınıza toplayın karılar” dedi. “Adamların eline
bırakmayalım bu işi.” Almanya’dan gelir
gelmez önce biz bulup konuşalım Almancı Bekir’le. Vermesin evi kadına. Olmadı
Bekir’in karısıyla konuşuruz. “Hanım hanım,” deriz. “Aklını başına topla, gözü
göz değil bu karının” deriz. “Sen elin Alamanında bok temizle, çöpçülük yap,
elin karısı gelsin, malını mülkünü ve de kocanı elinden alsın, ohhh ne ala
memleket” deriz. Bu fikre hepsinin aklı
yattı. Bekir peşin parayı bulunca belli olmaz satıverirdi bom boş duran koca
evi kadına. Ama karısının aklına girerlerse, ancak böyle engel olabilirlerdi bu
hatunun burunlarının dibinde umumhane işletmesine.
Günler geldi geçti. Hüsnü başta olmak
üzere sokağın erkekleri konuyu kapatmak için tam bir sessizliğe büründü. Sanki
bir ay önce böyle bir şey hiç olmamış gibi, kimse konuşmuyordu artık. Konu tam
unutulmuştu ki, Almancı Bekir’in iki katlı koca evinin çatısında bir tabela
belirdi. “SAHRA SAĞLIK KABİNİ.”… Kızıl saçlı kadın sokağı bir baştan bir başa,
kapı kapı dolaştı. Çoluk çocuk demedi,
herkesin eline tutuşturdu kartını. “SAHRA SAĞLIK KABİNİ.”… Her Türlü Sünnet,
Pansuman, Tansiyon- Şeker Ölçme İşleriniz İtinayla Yapılır. Emekli Hemşire Sahra
Gündüz .Tel………..” 30.03.2015 SONSUZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder