ÖYKÜ-GÜNEŞ SOKAK


 Yağmurun göllendirdiği suları kurutmaya yetmese de insanın içini ısıtacak kadar parlaktı güneş. Erikler, bademler şıkır şıkır çiçek yüklüydüler. Çocuklar,  annelerinin kızıp bağırmalarına inat, su birikintilerinde debelenip, plastik toplarını yüzdürdüler ıslana ıslana. Hayriye,   akan çatısından ıslanan kilimlerini attı bahçe duvarına. Kendisini dünyanın en bahtsız, en talihsiz insanı ilan etti kim bilir kaçıncı kez. Ev üstüne göçtü göçecekti. Kocası desen, umurunda değildi dünya. Ver içsin, zıkkımlansın. Başka ne bilirdi ki! Hürmüz, aslında adı Gülçiçek'di ama dördüncü kocasını da boşayıp beşinciye niyetlenince sokağın kadınları arasında adı Hürmüz’e çıkmıştı,  kapısının önüne sandalyesini atmış, dudağında külü uzamış gitmiş sigarası, elinde kirden rengi morarmış danteli, Hayriye’ye sataşmazsa işi rast gitmezmiş gibi,

“ Kıız yazık sana ha! Elde yok, avuçta yok. Ne tutarsın koca diye o hayırsızı yanında. Senin yerinde olsam var yaa…”

Ne Hürmüz’ün lafına verecek lafı ne de dinlemeye sabrı vardı Hayriye’nin. Dan  diye çarptı sokak kapısını Hürmüz’ün suratına. Briket duvardaki çatlak biraz daha açıldı, ta öte uca dayandı. “ Sen de yıkıl, tamam olsun” dedi Hayriye öfkeyle. Avludaki şıp şıp damlayan çeşmenin altına koyduğu plastik kovayı bi tekmede tuvalet kapısının önüne fırlattı attı.

Yukarı mahalleden kaptırıp gelmiş, Güneş sokağın başını bulmuştu hurdacı. Belli ki acemiydi bu işte. Bu sokaktan hurdacı geçmezdi oysa. Sokağın halini görünce sessiz sedasız çıkıp gitti alt baştan. El arabasındaki hurdalar, sokağın pek çok evindeki eşyalardan daha yeniydi. “Hurdacı geldi hanıımm” diye bağırsa çıkar döverlerdi kadınlar bu çelimsiz, kamburu çıkmış adamı, besbelli.

Bi cayırtı koptu yan taraftan. Önce oğlanlar fırladı çıktı sokağa. Arkalarından Naime Nene, topallaya topallaya, kayıp giden yemenisini bağlamaya çalışarak çıktı kapıdan. Bi yandan beddualar ediyordu veletlere:

 “ Soyunuz kurusun e mi! Üç kuruş para görmeye görsün gözünüz. Bubası gılıklılar. Hırsız mı olceniz başıma siz benim? Hapishane guşu mu olceniz ülen siz? Bubanız gibi ömrünüz hapislerde mi geçcek ülen gavurun dölleri…”

Damadı hırsızlıktan hapse girince kızı almış başını, kim bilir kimin peşinden, çekip gitmiş, geride kalan iki oğlana bakmak, bu yaştan sonra Naime Nene’ye düşmüştü, artık ne kadar gözetip bakabilecekse.

Yeni gelin Elvan, ışıl ışıl güneşe, hafif bahar yeline kendini kaptırmış, bütün pencereleri açmış, televizyondan da bir müzik kanalı bulmuş, Coşkun Sabah eşliğinde temizlik yapıyordu. Esintiyle bir içeri bir dışarı dalgalanan tül perdelerin arasından sokağa yayılıyordu müzik, “Selam vermeden gelir geçersin. Mahzun kalbimi delip geçersin…” Tüm sokak coştu melodiyle. Uzun sürmedi coşku, köşedeki kahvehaneyi işleten kocası sarıldı telefona, “Kıs len şunun sesini, getirtme beni oraya manyak. Ne biçim şarkı o öyle…”

Velhasıl, Güneş Sokakta, bu güneşli bahar gününde de her şey hayatın olağan akışına gayet uygun biçimde sürüp gidiyordu, hayatın olağan akışının nasıl olması gerektiğine kim karar veriyorsa?  Ve hayatın tüm olağanlığıyla akıp geçtiği bu sokağın adı, evlerin içindeki loş yoksullukla dalga geçer gibi Güneş Sokaktı.  

Güneşin altında parıl parıl parıldayan siyah bir araba girdi sokağa ağır ağır. Hurdacının bile lütfedip geçmediği bu sokağa böyle son model arabalar çok sık girerdi. Sokak halkı alışkındı bunlara. İçlerinden, şık şıkırdım giyinmiş, koca güneş gözlükleri takan kadınlar iner, telaşlı telaşlı, sokağın sonundaki viranede oturan Pasaklı Gülşen’in evine girerlerdi. Televizyonlara bile çıkmıştı Gülşen, sosyete falcısı diye. Günde ben diyeyim yüz, siz deyin beş yüz kişi gelirdi kapısına. Kahve falı, bakla falı, el falı… Rivayet edilir ki, evini basmaya gelen polislerin gözünün göbeğine bakmış bakmış, demiş ki,  “Benimle uğraşacağınıza evinize gidin. Senin oğlan bu gece havale geçirecek, doktora zor yetiştirecen. Sana da misafir gelecek uzaktan, taa Uşak’tan, kaynanangil.” Dinlememiş tabi polisler, almış götürmüşler karakola. Daha akşam olmadan polisler evlerine yel yepelek zor yetişmemişler mi? Bi daha da kimse cesaret edememiş Pasaklı Gülşen’e bulaşmaya. Sonra da ünü almış yürümüş işte.  Başka illerden bile çıkıp gelenler varmış. Eviyle bir cebi de dolmuş taşmış Gülşen’in. Aslında istese şehrin en şatafatlı yerinden istediği evi alıp döşeyecek, bir ömür de rahat rahat yaşayıp gidecek parası varmış; ama “Deli miyim ben,” dermiş, “Burayı bırakırsam insanlar da beni bırakır. Altın yumurtlayan tavuğu keseyim de sonra havaya mı bakayım?”

Bu kez öyle olmadı ama. Siyah arabadan inen kadın, Pasaklı Gülşen’in evine yönelmedi. Gitti köşedeki kahvenin sundurmasındaki masalardan birisine oturdu. Demli bir çay söyledi. Sigarasını yaktı. İçeride kâğıt oynayan ihtiyarlar, nargilesini tüttüren emekliler, okeye dönen gençler dönüp gözlerini diktiler, neyin nesi kimin fesi belli olmayan kadına. İlk kez görüyorlardı havasından yürüyor mu, uçuyor mu belli değil bu kadını. Az önce karısını telefonda haşlayan kahveci Hüsnü, sinirini zar zor yatıştırmış, işine dalmıştı ki müşteriler seslendi, “Hüsnü, dışarı bak, müşteri var…”  Biraz meraktan, biraz da acemiliklerine güvenemediğinden, Hüsnü çıraklara bırakmadı işi, kendi getirdi çayı masaya. Kadın siyah gözlüklerini çıkardı, çayı getiren Hüsnü’nün yüzüne dikkatle bakıp, muhtemelen sigaradan çatallanıp kalınlaşmış sesiyle “ Senin mi burası?” diye sordu.  “Otur bakalım, konuşalım biraz seninle” 

Haber sokağa yıldırım hızıyla yayıldı. Pasaklı Gülşen’e her gün bi sürü sosyetik kadın gelirdi de, bu güne kadar gelip kahveye oturanı hiç olmamıştı. Sokağın kadınları kapılarının önünde ikişer üçer toplaştılar. Elvan’ı zor zapt ettiler. Bıraksalar bi koşu kahveye varıp, mendil kadar eteğiyle kocasının karşısında bacak bacak üstüne atıp oturan bu kadının kızıl saçlarına yapışacaktı yoksa. Neyse ki kadın çok oturmadı. Çayını ve ikinci sigarasını bitirip arabasına binip gitti. Naime Nene’nin torunu Ahmet’le haber salıp çağırttılar Hüsnü’yü. Kimdi, ne istiyordu? Milyon tane soru sordular Hüsnü’ye. Büyükçe bir ev arıyordu kadın. Kiralamak falan da değil, kaç liraysa basıp parasını satın alacaktı. Almancı Bekir’in boş duran evi tam ona göreydi ama Bekir Almanya’dan bir aya kadar dönmeyecekti. Bir ay sonra tekrar gelmek üzere gitmişti kadın. “Eeee, n’apacakmış büyükçe evi ki?”   Kıyamet burada koptu işte. Hüsnü de bilmiyordu aslında kadının evi n’apacağını. Sırf piçlik olsun diye dudaklarına alaycı bir gülüş, sesine hin mi hin bir hava verip, ağzını yaya yaya “ Dikiş nakış kursu açacak zaar” deyip, otuzüçlüğünü halay mendili gibi sallaya sallaya kahvesine döndü.

Güneş sokağın kadınlarını aldı mı bir telaş? Her gün yeni bir laf türeyip sokağı üç tur dolaşıyor, sahibine döndüğünde ilk halinden çok farklı bir şekil almış oluyordu. Kadın meğersem umumhaneden çıkmış, belalısını da yanına alıp patronlara resti çekmiş. “Yettiniz ama ha” demiş. “Bunca zaman sömürdünüz iliğimi kemiğimi lan. Yok, öyle yağma. Patron benim bundan sonra”  Ertesi gün işin aslını gidip zabıtadan öğrendiğini söyleyen Bakkal Hayrullah’ın karısı, toplayıp kadınları başına, anlattı heyecanlı heyecanlı, “Yok, öyle değilmiş. Emekli gardiyan mıymış neymiş kadın. Bi de miras falan kalmış her halde. Yatırım olsun diye ev alacakmış. Biz de ne sandıydık. Hay Allah…”  Kadınlar inanmadı bu habere. Zabıta ne bilirdi ki kimin ne olduğunu? Polis mi bu? Kesin vardı bu işte bi bit yeniği. Sonunda en doğru akıl Hürmüz’den çıktı, “Aklınızı başınıza toplayın karılar” dedi. “Adamların eline bırakmayalım bu işi.”  Almanya’dan gelir gelmez önce biz bulup konuşalım Almancı Bekir’le. Vermesin evi kadına. Olmadı Bekir’in karısıyla konuşuruz. “Hanım hanım,” deriz. “Aklını başına topla, gözü göz değil bu karının” deriz. “Sen elin Alamanında bok temizle, çöpçülük yap, elin karısı gelsin, malını mülkünü ve de kocanı elinden alsın, ohhh ne ala memleket” deriz.  Bu fikre hepsinin aklı yattı. Bekir peşin parayı bulunca belli olmaz satıverirdi bom boş duran koca evi kadına. Ama karısının aklına girerlerse, ancak böyle engel olabilirlerdi bu hatunun burunlarının dibinde umumhane işletmesine.


Günler geldi geçti. Hüsnü başta olmak üzere sokağın erkekleri konuyu kapatmak için tam bir sessizliğe büründü. Sanki bir ay önce böyle bir şey hiç olmamış gibi, kimse konuşmuyordu artık. Konu tam unutulmuştu ki, Almancı Bekir’in iki katlı koca evinin çatısında bir tabela belirdi. “SAHRA SAĞLIK KABİNİ.”… Kızıl saçlı kadın sokağı bir baştan bir başa, kapı kapı dolaştı.  Çoluk çocuk demedi, herkesin eline tutuşturdu kartını. “SAHRA SAĞLIK KABİNİ.”… Her Türlü Sünnet, Pansuman, Tansiyon- Şeker Ölçme İşleriniz İtinayla Yapılır. Emekli Hemşire Sahra Gündüz .Tel………..” 30.03.2015 SONSUZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder