Nazım Hikmet ve Taranta - Babu'ya Mektuplar/Filiz Engin

15Ocak1902’de doğmuş büyük şair Nazım Hikmet. Onu anarken yazdığı hangi şiiri seçmeli, hangi birini taşımalı sayfalara diye epey kararsız kaldım doğrusu. Nasıl da evrensel, nasıl da zamandan muaf dizeler hepsi. Bir yandan hayranlık uyandırıyor bu durum, diğer yandan iç yakıyor elbette. Artık; mesela Taranta-Babu’ya mektupların kötü bir anı olmaktan başka geçerliliği kalmadığı bir dünyada yaşamak istemez miydik hepimiz?

1935 yılında yazmış bu şiirleri Nazım Usta. Mussolini dönemi İtalya’sına resim öğrenmeye gitmiş Habeşistanlı bir delikanlının dilinden, Habeşistan’da bıraktığı karısı Taranta-Babu’ya, yer yer düz yazı şeklinde ama ağırlıklı olarak şiir şeklinde yazılmış 13 mektup. Kurguya göre faşistler tarafından tutuklanmış bu delikanlının odasını kiralayan, Nazım’ın tanımıyla ‘Kendi ülkesinde kendi dilini istediği  gibi  kullanamadığı için,  Asya  ve Afrika dillerine merak saran bir İtalyan arkadaş’ının kiraladığı o odada bulup şaire gönderdiği mektuplar bunlar.

   Nazım’ın,  tutuklanmasından çekindiği için ismini açıklamak istemediği bu arkadaşının: 
“ Kardeş,
        Sen Roma'yı kartpostallardan, tarih ve coğrafya kitaplarına basılan fotoğraflardan tanırsın. Taşları Sezar'ların ve Lejyon'ların kabartmalarıyla oymalı üç gözlü kapılar; kıyılarının yarısını fareler yemiş kocaman bir eleğe benziyen Koliseum; Batrus resul kilisesi meydanı ve güvercinler; Palazzo Venezia sarayı, balkonu ve bu balkonda ağzı bir karış açık, sağ eli kalçasında, sol eli havada, öylece donakalmış Mussolini.
        Fakat bu kartpostallar Roma'sına benzemeyen bir Roma daha vardır. Onun ne fotoğraflarını çekerler, ne kartpostallarını satarlar. Bu ikinci Roma'nın adı: Cartieri Popolari - HALK MAHALLELERİ'dir... Burada evler, Amerika'ya göç edemeyen bir İtalyan işsizinin umutsuzluğuna benzer. Buranın karanlığı terlidir, yapışkandır ve kokusu ağırdır. Bu mahalleler, boyalı kartpostalların parlaklıklarında bile ışık bulamadıkları için ne coğrafya kitaplarına girerler, ne de güzel, tarihî manzaralar meraklısı yolcuların koleksiyonlarına...”
sözleriyle başlıyor. İtalya’da yayınlanmasının imkânsızlığından ötürü şaire gönderdiği bu mektupları kitap haline getirmesini istemektedir. Ve okuyucu bu mektuplar sayesinde İtalya’da o dönemde yaşanan faşizmi bütün çıplaklığıyla algılar.

Son mektupta diğerlerinden farklı olarak Mussoli’nin sözleri, bazı gazete haberleri,  işsizlik ve işçi ücretleri hakkında bazı iktisadi veriler yer almakta. Bütün bunların en sonuna eklenmiş şu cümlelerle bitiyor kitap.

  “Bu sayılar on yıllık faşizmin bilançosudur, Taranta - Babu. Ondan sonraki yıllarda ne oldu? Bunun karşılığını, bizim topraklarda ölecek olan İtalyan delikanlıları verecek.” 


Bu büyük şair ve bu büyük kitapla ilgili yazılacak, konuşulacak elbette çok daha fazla şey var. Şimdilik 5. mektubun son dizeleriyle bu yazıyı bitiriyorum.

“YAŞAMAK.. 
Ne acayip iştir ki 
        bu ne mene gidiştir ki TARANTA - BABU 
bugün bu 
«bu inanılmıyacak kadar güzel» 
bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey: 
böyle zor 
bu kadar 
            dar 
böyle kanlı 
            bu denlü kepaze...

Saygıyla, sevgiyle Nazım Hikmet. Şiirlerinle yaşıyorsun ve yaşayacaksın.

                                                                                            FİLİZ ENGİN


İzlemeniz Dileğiyle Bir Film - Deli Deli Olma/Filiz Sonsuz

      Ani harabelerinin önünden ağır ağır ilerleyen at arabaları… Yürüyen yorgun insanlar… Böyle başlıyor film.  Görüntüler Kars’ta olduğunuzu söylüyor.  Bir göç filmi, bir sürgün hikayesi  izleyeceğinizi sanıyorsunuz önce. Günlerce hatta belki aylarca süren yolculuğun, geride kalanların, yolda bırakılanların, neye, nereye gittiğini bilmeyenlerin acı  hikayesi akacak gözlerinizin önünden... Aslında evet, film başlamadan önceki hikaye budur. Osmanlı Rus savaşının sonrasında Rus Çarı’nın,  Kars’a sürdüğü Malakanların  göç sahnesidir ilk izlediğimiz.   Ama film bizi göçten sonrasına götürür. Kars’a sürgün edilen Malakan bir ailenin Kars’taki son ferdinin, Mişka’nın, komşularının verdiği adla Yeke Kişi’nin  hikayesidir Deli Deli Olma.

      Hemen sonraki sahnede Mişka’nın, ölen babasını tek başına toprağa verişini izleriz köylülerle birlikte. Birkaç çocuk, bir iki adam, uzaktan, ağaçların arasından, gizli gizli izlerler Yeke Kişi’nin babasını gömüşünü. Mezar başında yalnız bırakacak kadar uzak, “Urus murus canım, gaç senelik gomşumuz. Getmek gerek.”  deyip, başsağlığı dileyecek,  hastalanınca evlerine davet edip ilgilenecek  kadar yakındır köy halkı Yeke Kişi’ye.

       Popuç Ana’yı anlatmadan geçmek mümkün mü?  Köydeki herkesle, hatta kendisiyle bile kavgalı, köyü kasıp kavuran kadındır Popuç Ana.  Köyün tek  bakkalını işlettiğinden olacak, köydeki para akışını kontrol eden birkaç kişiden de biridir aynı zamanda. Biraz saygıdan, çokça da korkudan, karşı koymak kolay değildir bu güçlü kadına. Herkesle kavgalıdır da, en büyük kavgası Yeke Kişi’yedir. Torunu sorar bir gün, “Nene, niye sevmezsen Yeke Kişi’yi? N’etti sağa?”  Cevap çok serttir, “ Sevmezem tabii. Geldiler torpaklarımıza öz torpakları gibi sahap çıktılar. Heeç görecek gözüm yohtu. Heçç.” Aslında tam da bu cümlede anlarsınız meselenin toprağı paylaşamamaktan fazlası olduğunu. Derinlerde, çok eskilerde yarım yamalak kalmış bir aşk acısıdır size kendini hissettiren. Tam da iki sevdalı kavilleşip kaçacakken anası ayaklarına sarılıp demiştir ki Mişka’ya, “Kurbanın olam Mişka. Türkleri bize düşman etme.”

        Ve Alma… On, on iki  yaşlarında bir güzel kız. Popuç Ana’nın torunu… Müzik yeteneği önce öğretmeni, sonra Yeke Kişi tarafından fark edilen çocuk.  Yeke Kişi’nin köydeki neredeyse tek dostu.  Yaşlı adamla bir çocuğun saf, muhteşem arkadaşlığı ki, filmin neredeyse bel kemiği.

      Bir de piyano… Borç ödeme aracı olarak evden eve gezip duran, sonunda yine asıl sahibine, Yeke Kişi’ye ulaşan piyano…

        Dokusu acı ve öfkeyle örülmüşse de mizahı da görürsünüz filmde. Tam yerinde ve dozunda… Köy kahvesindeki dudak değmez aşık atışması sahnesini, piyanonun köy sokaklarındaki yolculuğunu… Yok anlatmayacağım. İzlemek isteyenler için bakir bir şeyler kalmalı filmde.

         2009 yapımı, Murat Saraçoğlu’nun yönettiği filmde Tarık Akan (Yeke Kişi) ve Şerif Sezer (Popuç Ana) baş roldeler. Alma rolünde Çağla Acar’ın hakkını teslim etmek lazım. Biz yani sevgili Filiz Engin ve ben, belki biraz da haddimizi aşarak film eleştirmeni rolüne bürünüp üçüncü başrolü Alma’ya layık gördük.

        Filmden bana kalan ne mi? Hüzün… Yeryüzüne hakim olan zulüm ve tahammülsüzlük adına hüzün. Umut… İnsan olmaya, insan kalabilmeye, yan yana durabilmeye dair umut.  Bir de şarkı, Yeke Kişi’nin Alma’ya öğrettiği…

"Bir sarmaşık olsaydım
Sıkıca tutunsaydım bir yere
Sökülüp atılmasaydım
Köklerimi salsaydım derinlere

Bir sarmaşık olsaydım
Dolasaydım gövdemi döne döne
Günlerce aynı yerde kalsaydım
Hareketsizlikten uyusaydım

Mense ayrık otuyam
Her çıktığı yerden sökülen
Sarmaşık olmak isteyip de
Basit bir ot bilinen

Bir ayrık otuyam
Kökü olmayan , sevilmeyen
Sarmaşık olmaya özenen…"
                                                            18.01.2016 SONSUZ



Bir Kitap; Barbarları Beklerken-J.M.Coetzee/ Filiz Engin

Kitleleri yönetmek için onları tehdit eden ortak bir düşman iyidir. Yoksa da yaratılabilir.   En uygunu, en bilinmeyenidir hiç kuşkusuz. Bir yerlerden her an gelebilecek olan ve neye benzediği bile bilinmeyen o Barbarlar! "Bak, orada seni yok etmeye hazır bir düşman var. Seni ancak ben koruyabilirim, saldırırlarsa ben kurtarabilirim," der İmparatorluk. Güçlüdür,  elinde yok etmek üzere tasarlanmış ne kadar araç varsa hepsi mevcuttur. Üstelik sadece araç değil, sorgusuz sualsiz öldürmek ya da zulmetmek üzere varlığını sürdüren kalabalık bir insan sürüsüne de sahiptir aynı zamanda.

Güce, güçlü olana hem hayrandır ve hem de ondan korkar insan evladı. Bu hep böyledir. Korkar korkmasına da, asıl acınılası ve itiraf edilmesi gereken güç karşısındaki hayranlık duygusudur. İtiraftan kastım bu hayranlık çoğu zaman bilinçaltı bir duygudur. Başa çıkılması daha zor olan budur. Güç karşısındaki hayranlık... Olan bitene bakıp da düşünmeye kalkışmak ne işe yarayacaktır ki? Onun için en iyisi kendi köşesinde oturup (yoksa sinip mi demeli), güçlü olanın kollarına sığınıp, onun kendisine verdikleriyle yetinip, İmparatorluğun Barbarlarla asla karşı karşıya gelmemesini sağlamasına duacı olmaktır.

Fakat roman bu ya; bir gün, halk bunu hiç istememesine rağmen Barbar oldukları söylenenlerle karşı karşıya gelmek, tanışmak zorunda kalır. İmparatorluğun ordusu ayaklanmak üzere olduğu iddia edilen Barbarlardan bir bölümünü tutsak etmiş ve onları kasabanın meydanına taşımıştır. “Sancak taşıyıcısının atını, yolu açmak için ağır bir değneği savuran bir adam yürütüyor. Onun arkasından bir halatın ucunu tutan başka bir adam geliyor; halatın ucunda boyunlarından bağlanmış adamlar var, barbarlar, çırılçıplak, elleriyle yüzlerini tuhaf bir şekilde örtmüşler, sanki hepsinin dişleri ağrıyor. Bir an bu duruş, liderlerini ayaklarının ucuna basa basa, hevesle takip etmeleri beni şaşırtıyor, ta ki bir metal parıltısı görene ve durumu kavrayana dek. Her birinin delinmiş ellerinden ve yanaklarından sade bir metal ilmik geçiyor. Bu numarayı görmüş olan bir askerin, ‘Onları kuzu gibi yapıyor,’ dediğini anımsıyorum: ‘Hareketsiz durmaktan başka bir şey düşünmüyorlar.’ İçim bulanıyor.” 

Halk bir yandan Barbarlarla yüz yüze gelir ama diğer yandan imparatorluğun vahşi yöntemlerine de tanık olur. Bunu gören içlerinden birinin ya da en az birinin kafasında daha önce aklına gelmeyen sorular belirmeye başlar. O en az biri olmadan ve o en az birinin kafasındaki en az bir soru oluşmadan da bir şey olmaz zaten. "Aslında barbar kim?" Güçsüz ve ilkel koşullarda olsalar da barış içinde yaşamaya çalışan toplumlar mı yoksa daha fazlasına sahip olmak için bu güçsüz toplumları kan ve işkence içinde bırakanlar mı?

Bütün bunların peşinden son derece sade ve akıcı bir üslupla ilerleyen evrensel değerlere ve sorgulamalara sahip bir roman Barbarları Beklerken... Güney Afrikalı, Nobel ödüllü John Maxwell Coetzee'den... Dünya’nın neresinde olduğu belirsiz bir imparatorluğun en ucundaki bölgede görevli bir Sulh Hakimi’nin ağzından anlatılıyor o bölgede yaşanan olaylar. Son söz yine romandan:

"İmparatorluk kendini tarihte yaşamaya ve tarihe karşı komplo kurmaya mahkûm ediyor.  İmparatorluğun saklı zihnini tek bir düşünce meşgul ediyor: nasıl sona ermeyeceği, nasıl ölmeyeceği, devrini nasıl uzatacağı. Gündüzleri düşmanlarını kovalıyor. Kurnaz ve acımasız, burnu hassas av köpeklerini her tarafa gönderiyor. Geceleri felaket görüntüleriyle besleniyor: Yağmalanan şehirlerle, tecavüze uğrayan halklarla, kemiklerden piramitlerle, kilometrelerce uzanan harabelerle. Çılgınca ama ölümcül bir sahne bu..."
                                                                                                         

                                                                                                      FİLİZ ENGİN

Libertango-Arzu Doğan

Buz gibi bir kış gününde sıcak çayın davetkâr kokusunda çatı katından tüm şehri izliyordum. Kar taneleri ne kadar da güzeldi. Ben boş boş kar tanelerini izlerken tanıdık bir melodi yükseliyordu radyodan. Anlaşılan geçmişe yolculuk başlıyordu, en güzel anılara... Libertango...

Bir kadın tanıdım Libertango ile... Müzik okulu mezunu... Mezun olduktan sonra hemen evlenmiş. Ev işi, eş, çocuklar derken 20 yıl boyunca görmezden gelmiş hayallerini ve kendini. Bir klasik müzik konserinde solo çalmakmış en büyük hayali. 20 yıl sonra çellosunu eline aldığında ciddi alay konusu oldu çevresince. Tabi ki ailesi de küçümsedi 20 yıldır çelloyu eline almayan bu dünyada sadece başkaları için yaşayan kadını. Direndi tüm aşağılamalara göz yumdu. Kendi orkestra şefi bile "Senin adın ünlü bir müzisyenin ismi. Söylesene sen bu isimle çağırılmayı hak ediyor musun?"dedi. Ağladı, çok ağladı, iyi hatırlıyorum. 60 yaşındaydı, vazgeçmedi. Konserde soloyu kimin çalacağı belirsizdi. Herkes hazırlanırken eşi gelip götürmek istedi. Direndi. En son yerde sürüklendiğini biliyorum asansöre bindirilirken.

O zaman şef bir telefon açtı "Gel ve soloyu çal. Bu ismi hak ettiğini göster." Bu cümle yıldırım etkisi yarattı her iki tarafta da. Orkestra dehşet içindeydi "Nasıl çalacaktı, deneyimi yoktu." Kendini arabadan atma pahasına kırmızı ışıkta kaçmıştı kocasından. Geldi, hayalet gibiydi. Çıktı sahneye, eşi de takip etmişti, sahnenin hemen önünde dikiliyordu. Bir şeyler mırıldandı, gözlerini kapattı. O sahne rüya gibiydi. Her telinde güç, çığlık, zafer fışkırıyordu çellonun. Herkes büyülenmişti. Libertango bittiğinde hepimizin ağzı bir karış açıktı. O ise hepimizden daha şaşkın "Ne oldu çaldım mı?" diyordu. Bayılmak üzereydi, seyirciyi zor selamladı. Odaya geçtiğimizde ona çalmadan önce kendi kendine ne mırıldandığını sordum. "Eşimin hakaretlerini, çocuklarımın umursamazlığını, yirmi yılımı düşündüm. Başarmalıyım dedim, çünkü bu ismi hak ediyordum." Cevap veremedim gözlerim doldu, doğru en çok o hak etmişti. Kadın güçtü, zarafetti, zaferdi. Aynı libertango gibi…


                                                                                       ARZU DOĞAN

Bir Kitap; Heba-Hasan Ali Toptaş/Filiz Engin

Hiçbir işe yaramadan yok olma, boşa gitme… Böyle tanımlıyor TDK büyük sözlük hebayı.

Her ne kadar Hasan Ali Toptaş’ı hikâyelerinden tanıyor ve beğeniyor olsam da kitaba dair serüvenim yazara olan güvenle değil, kitabın adıyla başladı. Heba; bu acı yüklü sözcük hangi özneye ve niye yüklenmişti bu kez diye bir merakla elime aldım bu romanı.   Her roman bir serüvendir ve tıpkı peşinden sürüklenilen her serüven gibi merakla başlar ya aynı zamanda.

Yazar’ın ilk sayfaya koyduğu şu dizelerle öznenin, yani heba olanın insan olduğu hemen anlaşılıyor tabii. Manasız davaların peşinde koşan kaç tür var ki yeryüzünde?

 “Kimseler fehmetmedi manasını davamızın
Biz dahi hayranıyız dava-yı-bî-manamızın”

Fakat neden, daha doğrusu bu kez acaba hangi neden sorusunun cevabını tam olarak netleştirmek için kitabın son sayfalarına ulaşmak gerekiyor. Ve okur bu çaba içindeyken yazarın kelimeleri kullanmaktaki becerisi öylesine güçlü ki, çoğu zaman kitabın satırları olayları anlatmaktan öte, bir duyguyu akıtıyor insanın içine. Sanki kelimeler sadece gözünüze ve beyninize değil, aynı zamanda diğer duyu organlarınıza da ulaşıyor. Kokuları geliyor burnunuza ya da tatlarını dilinizde hissediyorsunuz örneğin. Tanımlaması güç, bir başkasına bu romanı anlatmak zorlayıcı belki ama okudukça birçok duygu insanın içine öylesine yerleşiyor ki, unutmak imkânsız bir hale geliyor. Şiir gibi demek yanlış olmaz sanırım.
Yedi bölümden oluşan romanın kahramanı Ziya çocukluğuna da dönüyor, düşlerde de dolaşıyor 308 sayfalık roman boyunca. Ama Ziya’nın Suriye sınırında askerliğini yaparken yaşadıklarının anlatıldığı 114 sayfa süren ‘Sınır’ başlıklı bir bölüm var ki, tıpkı onun içinde yarattığı gibi okuyanda da koca bir delik, daha doğrusu boşluk yaratıyor desem yeridir. Geriye dönüşü imkânsız, yerine başka bir şeyi koyarak unutmanın mümkün olmadığı bir delik bu. Yazar’ın yan karakterlerden Binnaz Hanım vasıtasıyla bize aktardığı “Gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir zaten biliyorsunuz; ne yaparsak yapalım, bir mucize olmadığı sürece bu gerçeği asla değiştiremeyiz,” cümlesinde olduğu gibi, Ziya’nın geçmişindeki bu belki de en önemli süreci, geleceğinde onun heba olmasındaki bu manasız zorunluluğu, anlatan bölüm başlı başına bir roman bence.
Boşluk ya da delik dedim ya, belki de bir ömür boyu insanı bırakmayan bir gölge aynı zamanda. Binnaz Hanım’ın romanda Ziya’ya dediği gibi:
“Ne bileyim, güneşin altında dursanız bile sizin üzerinizde tuhaf bir gölge vardı sanki ve rüzgâra kapılmış ince bir fanila gibi dalgalanıp duran bu gölgeyi ben bir şekilde görüyor, görünce de her defasında ağırlığını ta içimde hissediyordum. Aslında, şimdi karşılıklı otururken de görüyorum o gölgeyi ama onun nereden yansıdığını bilemiyorum tabii. Ayrıca, şu yalan dünyada o gölgenin bir anlamı olup olmadığını da bilemiyorum.”
Bir insan niye tutunamaz ki hayatın içinde? Elbette durduk yere, içinden öyle geldiği için değil! Her şeyin bir nedeni var. Tutunamamanın da, heba olup gitmenin de. Tutunamayan, görünen o ki tutunması da pek öyle mümkün olmayan bir kişinin, Ziya’nın ömrüne tanıklık ettiğimiz Heba romanı evet can yakıyor, hem de feci bir biçimde. Ne var ki hayatın içinde olanlara bakınca gerçeği anlattığından hiç şüphe duymuyor insan. Gerçeği anlamaksa sorun olanı çözmek için adım atmayı sağlayan birinci koşul öyle değil mi?
Böylesine bir konuyu, kelimeleri kullanmakta bu denli başarılı bir yazarın kaleminden sindire sindire okumak; bizleri, ziyadesiyle ve manasızca hızlanmış görünen çağımızda ancak yüzeyden bakabildiğimiz hayat hikâyelerinin derinliklerine ulaştırıyor. Ve bana kalırsa tanık olduğumuz bunca kan ve gözyaşını cidden(!) anlayabilmek için bu derinliklere dalma cesaretini göstermemiz gerekiyor. Belki o zaman yaşananların nelere mal olabileceğini daha iyi anlayacağız. Binnaz Hanım’ın dediğine katılıyorum. “Gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir.” Bu günler de yarının geçmişi olacak.

                                                                                            FİLİZ ENGİN

Dokuzuncu Senfonide Birleşen Hayatlar-Arzu Doğan

          9. Senfoniyi hiç dinlediniz mi bilmem. Dinleseniz o müziğin ahengini, orkestradaki her bir müzik aletinin sesini tek tek ayırt edebilirsiniz. Çok keskin çıkışları vardır. İnsan sesine, özellikle sese duyulan özlemi çok iyi anlatır.  Hatta o zamanlar koro ve orkestra ayrı ve asla birleştirilemez uç noktalar olarak görülürmüş.  Bu ikisi, ilk kez 9. Senfonide birleştirilmiş. Bestecisi kim mi? Tabii ki Beethoven.

          Henüz dört yaşındayken alkolik bir müzisyen olan babasından çok sert bir eğitimle alır piyano derslerini. On yaşındayken Mozart ile tanışır ve Mozart “Bir gün seni dünya tanıyacak” der. Haklı da çıkar. Kısa zamanda her biri eşsiz, ölümsüz eserler besteler. Ne var ki yirmili yaşların başlarında işitme kaybı başlar. Hayatının tam yirmi bir yılı sessiz geçer.  Kimseyle iletişim kuramaz. Ama en ilginci, en muhteşem bestelerini sağırken besteler. Hayal edebiliyor musunuz? Duymazken bir saat yirmi bir dakikalık bir beste, en az yirmi çeşit enstrüman sesleri… Ve hiç duymadan beste yapmak… Bu, muazzam bir güç.  Bir gün notaları temiz kağıda geçiren yardımcısına sorar Beethoven, “Burada ani bir tepe notası var. Bu yanlış mı geçirilmiş?” Yardımcısı, “ Hayır, bu tam size yakışan bir çıkış. Buna ancak siz cesaret edebilirdiniz” cevabını verir.

        Sağırlığı hakkında soru sorulduğunda “Tanrı bana önce muazzam bir işitme gücü verdi, sonra beni sağır etti; ama kafamın içindeki ses hiç susmadı” demiştir. İşitme kaybından önce kulakları öylesine hassastır ki, kaşık, çatal seslerinden, gürültü ve düzensiz seslerden dayanamayıp bayıldığı söylenir. Tanıyan herkes huysuz ve biraz çılgın olduğunu söylese de Beethoven’a büyük bir saygı duydukları bir gerçektir. Beethoven’in hayatını anlatan filmlere de konu olmuş bir sahneyi anlatmadan geçemeyeceğim. Şehirde bir köprü mimari yarışması düzenlenir. Törene pek çok asil, vali, hatta papa katılır. Beethoven da davetlidir. Bin maketin önünde durur, makete bakar ve bastonuyla maketi parçalar. Herkes şaşkındır. Neden böyle davrandığını şöyle açıklar, “Duygu yoktu mimaride”. Görevli, yanındaki yardımcısına not aldırır, “ O köprüyü iptal edin. Beethoven beğenmedi.”

      9. Senfoni. Hayatınızda en az bir kere dinlemeniz gereken eserlerdendir bana göre. Yalnızlık, özlem, güç, biraz asidir ve baş kaldırış vardır. Sessiz çığlıkları duyabilirsiniz.  Bu yüzdendir ölüm döşeğindeyken bir nevi tüm müzisyenlere vasiyeti olan son sözleri. ”Devam edin, sanatı yalnız uygulamayın, onun kalbine nüfuz edin. Bunu hak ediyor, çünkü sadece sanat ve bilim insanı tanrısallığa yüceltebilir.”(1812)

       1812 yılından 1977 yılına gelelim.  9. Senfoni bu kez Güney Kore’de bir erkek çocuğun kalbine gönderir Bethoven virüsünü.  Büyük sel sırasında babasını ve evini kaybeden, annesi tamamen felçli kalan Kang Mae’nin hayatını değiştirir.  Bir gün çevre baskısına ve kendinden büyük çocukların dövüp aşağılamalarına dayanamaz ve sürekli solunum cihazına bağlı olan annesiyle bu dünyayı terk etmeye karar verir. Kang Mae, “rüya mı, halüsinasyon mu, kader mi bilmiyorum? Bir klasik müzik sesi duydum. Kapıyı açtım ve bir orkestra gördüm. 9. Senfoniyi çalıyordu ve şefi gördüm. O bendim. Bu umuttu, güçtü ve ben şef oldum” der. Belki kaderdi bilemiyorum. Yıllar sonra konserinde repertuarına 9. Senfoniyi ekler ve ne acıdır ki konsere yirmi dakika kala düşer, kolu kırılır. Bu şekilde konseri yönetemeyeceğini söyleyenlere,  “Beethoven’a bir vefa borcum var. Kötü şans sadece özel insanların karşısına çıkar ve yenilmeyi bekler. O sahneye çıkın ve kaderinizi yenin. Herkese ne kadar özel olduğunuzu gösterin” der.  Tam dört saat boyunca kırık bir kolla, kimseye belli etmeden yönetir konseri. Tüm aksiliklere rağmen harika bir performans çıkar. Yıllarca, hatta bugün bile bu konser konuşulur.

     Gelelim 2000 yılına… Ben 9. Senfoniyi Kang Mae’den tanıdım bu performansıyla. En zayıf, güçsüz olduğum anda tanıdım o gücü. Hissettim ve hayatım asla eskisi gibi olmadı. Çok ilginç değil mi? 1812’den 2000 yılına kadar birkaç nota kaç kişinin hayatını değiştiriyor, ışık tutup umut veriyor.

           Hocam bir gün bana, “piyanistler yüzük takmaz. Alay ederler” dedi. “Siz niye takıyorsunuz?” dedim.  “Üniversite yıllarımda Beethoven’in anısına aldım güçlü olmak için; ama artık mükemmelim” demişti. O zamandan bu yana piyano çalarken hep yüzük takarım. Güçlü olmak için…


               Hayat çok enteresan. 1812’den bu yana 9. Senfoniyle Beethoven, hepimize birer Beethoven virüsü gönderiyor. İnsanlara umut olan, güçlü yapan… Kang Mae ve ben o virüsü kaptık ve kalplerimize hapsettik. Beethoven’in vasiyetine uyduk, müziğin kalbine nüfuz ettik. 02.01.2015 ARZU DOĞAN