Mualla, öreceği kim bilir kaçıncı paspasın yünlerini
seçip televizyonun karşısındaki kanepeye oturduğunda vakit akşamüzeriydi. Günün
en güzel saatleriydi onun için. Çünkü birazdan istinasız haftanın yedi günü,
hiç kaçırmadan beğenerek izlediği program başlayacaktı. Pırıltılar içinde
rengârenk zarif giysileriyle ekran karşısında salınan kadınların giyimleri,
davranışları, saç biçimleri üzerine uzun uzadıya sohbetlerin yapıldığı bir
programdı izlediği. Kumandayı eline aldı, açma düğmesine bastı, açılmadı
televizyon. Bir daha denedi, yine olmadı. Elektrik kesilmişti. Bir an hayal kırıklığı yaşadı ama her zaman
yaptığı gibi üstünde fazla durmamayı tercih etti sonra. Canını sıkan, onu üzen ne olursa olsun,
öfkelenmez, sızlanmaz, ağlamaz, sesini yükseltmez, içinde bir yerlere yerleştirmekle
yetinirdi olanı. Biri ya da bir şey ona hatırlatmadığı sürece bir daha gün
yüzüne çıkarmazdı. Çok eskiden, ta çocukluk yıllarında yeşermişti bu huy
karakterinde. Onun acı çekmeye karşı bulduğu bir çeşit kalkandı tepkisizlik.
Topal Mualla… Mahallenin irili ufaklı kızlı erkekli
bütün çocukları o ne zaman dışarı çıksa böyle bağırırlardı ardından. Kimisi
ellerindeki kırık dökük plastik bebeklerini sallaya sallaya, kimisi üzerine yağ
sürülmüş ekmeklerinden ısırıklar aldıkları ağızlarının dolu olmasına aldırmadan
bu koroya katılırlardı. Topal Mualla, Topal Mualla... Önceleri doğuştan gelen
farklılığı yüzünden çocukların niçin onunla bu kadar uğraştıklarını anlamaz, çoğu
zaman ağlayarak okul yolundan geri döner, evine sığınırdı. Her gece yorganın
altında gözyaşı döker ve ertesi sabah topal olmayan bir ayakla uyanmak için
bütün kalbiyle dua ederdi. “Allahım ne olur ayağımı düzelt, ne olur yarın ben
de herkes gibi yürüyebileyim!” Böyle aylar, yıllar geçirdi küçük kız. İlkokulu
bitirdikten sonra okula gitmek istemedi. Sonra çocukluktan genç kızlığa geçtiği
zamanlarda bir sabah uyandığında ne yaparsa yapsın, ne kadar yakarırsa yakarsın
o topal ayaktan kurtulamayacağını kavradı ve o günden sonra koruyucu olduğuna
inandığı tepkisizliği, kabullenişi bir daha sıyırmamak üzere, bir kalkan gibi
sardı sarmaladı üzerine. Tabii bütün bunlar çok eskidendi. Artık kocamaya yüz
tutmuş kadının peşinden kimsenin geldiği yoktu. Doğru düzgün dışarı çıktığı da
yoktu ya. Ne mahalle kalmıştı, ne de sokakta sürüler halinde oynayan, bağrışan,
kedi kovalayan ve Mualla’ya ne yaptıklarının farkında bile olmayan o çocuklar! Hem o yapayalnızdı şimdi, hem de yaşadığı bahçe
içindeki tek katlı ev. Eski komşular birer birer gitmiş, dört bir yan çok katlı
apartmanlarla dolmuştu.
“Hava
kararmadan gelse bari elektrik,” diye düşünerek yerinden kalktı. Evde mum olup
olmadığını kontrol etti önce, sonra hemen her gün yaptığı gibi kısa olan
bacağını diğerinin ardı sıra sürükleye sürükleye evin içinde gezinmeye başladı.
Bir zamanlar kalabalık ailesinin sesleriyle
çınlayan odalar, şimdi onlardan kalanlarla sükûnet içinde dinlenir gibiydiler. Gidenlerin
geride bıraktığı hiçbir şeye dokunmamıştı Mualla. Hepsi bırakıldıkları yerde,
bırakıldıkları gibi duruyordu. Kız kardeşinin birkaç tel saçının hala üzerinde
olduğu tarağı okşadı usulca. Gelir mi acaba bu yıl diye geçirdi içinden. Gelse
keşke diye diledi sonra. Çocuğunu da getirse… İki yaşını geçmiş yeğenini hala
görmemişti.
Annesi ve babası çoktan ölmüştü. Yetmezmiş gibi üç
kardeşi de başka şehirlerde hayat kurmuşlardı. Pek sık göremiyordu onları
Mualla. Birkaç yılda bir ancak… Diğer her şey gibi bunu da sineye çekmiş,
kabullenmişti. Ne şikâyet eder, ne de sitem ederdi onlara. Kendisi hiç
evlenmemişti. Onu da isteyenler olmuştu olmasına ama hem erken kaybettiği
annesinin yerine geçmek zorunda kaldığından ve hem de gittiği yerde o aksak
bacakla bir gün aşağılanacağından, alay konusu olacağından korktuğundan hiç
birine yanaşmamıştı.
Buzdolabından gelen sesle düşüncelerinden sıyrıldı.
Elektrik gelmişti. Bu ev var olduğundan beri duvarda asılı olan ve her saat
başı çıkardığı güçlü metalik sesle zamanı hatırlatan saate baktı. Geç kalmıştı
elektrik, televizyonda haberler başlayacaktı birazdan. Akşam yemeği zamanıydı
şimdi. Sabah pişirdiği yoğurt çorbasının altını yakmak için mutfağa gitti.
Ocağın düğmesini çevirdi. Çakmak yerinde değildi. Son zamanlarda çok sık başına
geliyordu bu durum. Koyduğu yerde bulamıyordu eşyaları. Sağına soluna bakındı.
Çakmak yoktu. Biraz önce odalarda dolaşırken erkek kardeşinin odasında onun son
geldiğinde unuttuğu, masasının üzerinde nasıl bıraktıysa öyle üst üste duran
çakmak ve sigarayı hatırlamıştı. İçinde bir yatak, bir çalışma masası ve bir
kitaplık olan odaya girdi. Yapacak başka bir şey bulamadığında bazen bu kitaplıktaki
kitaplardan birini rastgele çekip alırdı raftan. Herhangi bir sayfasını açar, karşılaştığı
satırlara göz gezdirir, ilgisini çeken cümleler olursa tekrar tekrar okurdu
onları. Cümlenin olduğu sayfayı işaretler, aklına geldiğinde gidip bir daha
okurdu.
Hava iyiden iyiye kararmıştı. Odanın ışığını yaktı.
Masanın üstünden çakmağı alırken, kitaplığa takıldı gözü. Birkaç ay önce
okuduğu bir cümlenin yer aldığı ve diğerlerinden ayrı bir kenara koyduğu kitabı
aldı eline. Kahverengi kapağın üzerinde ‘Seyrek Yağmur, Barış Bıçakçı’ yazıyordu. Ucunu kıvırdığı
sayfayı açıp o cümleyi buldu yine:
“Çünkü
geçmiş bir insanı kuran değil, yıkan şeydir.”
Ne öncesindeki
sözler, ne ardından gelen kelimeler ilgilendirmiyordu onu. Nedenini tam olarak kavrayamasa da bu cümleye
her seferinde aç insanın sıcak bir somun ekmeğe diktiği iştah dolu bakışlarla
bakıyordu. Daha önceki seferlerde olduğu
gibi gözleri doldu yine, yaşlar yanaklarından akmaya başladı. Doğrusu ya neye
ağladığının pek farkında olduğu söylenemezdi Mualla’nın. Talihsiz geçen
yaşamından arta kalan tortuların şu anda omuzlarında ağır bir yüke dönüştüğünü
anlamlandıracak durumda değildi. Bir çeşit sezgiydi bu cümleyle hüzne ve
gözyaşlarına bürünmesi.
Odada, elinde kitapla, yatağa ilişmiş bir halde ne
kadar vakit geçirdiğinin farkında değildi. Evdeki sessizlik kendine getirdi
onu. Gidip televizyonu açtı. Topal ayağını sürükleyerek önce banyoya gitti,
yüzünü yıkadı. Sonra mutfağa geçti. Küçük sarıçiçeklerle bezeli pazen
elbisesinin cebine koyduğu çakmağı çıkardı. Eli ocağın düğmesine gittiğinde, düğmeyi
açık unutmuş olduğunu fark etti etmesine ama tam o sırada çakmağı da çakmış
bulundu. Birden dört bir yanı alevler
sardı. Raflardaki örtüler, camdaki perdeler, ocağın hemen yanında dizili,
içlerinde zeytinyağı, tuz, çay, kahve olan plastik kaplar, velhasıl mutfakta
hemen yanmaya meyilli ne varsa hepsi tutuşmuştu. Tehlikede olduğunun
farkındaydı Mualla, fakat yerinden kıpırdayamıyordu bir türlü. Donup kalmıştı. Ardından
yaşlı kalbi daha fazla dayanamadı olup bitene. Bir çığlık atarak yere düştü.
Kış günü herkesin evlerine çekildiği
televizyonlarının sesini açıp karşısında yerlerini aldığı saatlerdi. Ne camdan
bakan biri vardı o sırada, ne de yakından gelen bir sese kulak verecek olan.
Köpekler havladı havlamasına ama onları da duyan olmadı. Ancak yangının
sonlarına doğru şiddetle patlayan tüp sesine fırladı yerlerinden insanlar. Ne
çare ki iş işten geçmişti artık. Mualla’nın son ve belki de biricik çığlığının alevlerle
birlikte gökyüzüne yükselmesinin üzerinden bir saat geçmişti.
FİLİZ
ENGİN