Topal Mualla-Filiz Engin

Mualla, öreceği kim bilir kaçıncı paspasın yünlerini seçip televizyonun karşısındaki kanepeye oturduğunda vakit akşamüzeriydi. Günün en güzel saatleriydi onun için. Çünkü birazdan istinasız haftanın yedi günü, hiç kaçırmadan beğenerek izlediği program başlayacaktı. Pırıltılar içinde rengârenk zarif giysileriyle ekran karşısında salınan kadınların giyimleri, davranışları, saç biçimleri üzerine uzun uzadıya sohbetlerin yapıldığı bir programdı izlediği. Kumandayı eline aldı, açma düğmesine bastı, açılmadı televizyon. Bir daha denedi, yine olmadı. Elektrik kesilmişti.  Bir an hayal kırıklığı yaşadı ama her zaman yaptığı gibi üstünde fazla durmamayı tercih etti sonra.  Canını sıkan, onu üzen ne olursa olsun, öfkelenmez, sızlanmaz, ağlamaz, sesini yükseltmez, içinde bir yerlere yerleştirmekle yetinirdi olanı. Biri ya da bir şey ona hatırlatmadığı sürece bir daha gün yüzüne çıkarmazdı. Çok eskiden, ta çocukluk yıllarında yeşermişti bu huy karakterinde. Onun acı çekmeye karşı bulduğu bir çeşit kalkandı tepkisizlik.

Topal Mualla… Mahallenin irili ufaklı kızlı erkekli bütün çocukları o ne zaman dışarı çıksa böyle bağırırlardı ardından. Kimisi ellerindeki kırık dökük plastik bebeklerini sallaya sallaya, kimisi üzerine yağ sürülmüş ekmeklerinden ısırıklar aldıkları ağızlarının dolu olmasına aldırmadan bu koroya katılırlardı. Topal Mualla, Topal Mualla... Önceleri doğuştan gelen farklılığı yüzünden çocukların niçin onunla bu kadar uğraştıklarını anlamaz, çoğu zaman ağlayarak okul yolundan geri döner, evine sığınırdı. Her gece yorganın altında gözyaşı döker ve ertesi sabah topal olmayan bir ayakla uyanmak için bütün kalbiyle dua ederdi. “Allahım ne olur ayağımı düzelt, ne olur yarın ben de herkes gibi yürüyebileyim!” Böyle aylar, yıllar geçirdi küçük kız. İlkokulu bitirdikten sonra okula gitmek istemedi. Sonra çocukluktan genç kızlığa geçtiği zamanlarda bir sabah uyandığında ne yaparsa yapsın, ne kadar yakarırsa yakarsın o topal ayaktan kurtulamayacağını kavradı ve o günden sonra koruyucu olduğuna inandığı tepkisizliği, kabullenişi bir daha sıyırmamak üzere, bir kalkan gibi sardı sarmaladı üzerine. Tabii bütün bunlar çok eskidendi. Artık kocamaya yüz tutmuş kadının peşinden kimsenin geldiği yoktu. Doğru düzgün dışarı çıktığı da yoktu ya. Ne mahalle kalmıştı, ne de sokakta sürüler halinde oynayan, bağrışan, kedi kovalayan ve Mualla’ya ne yaptıklarının farkında bile olmayan o çocuklar!  Hem o yapayalnızdı şimdi, hem de yaşadığı bahçe içindeki tek katlı ev. Eski komşular birer birer gitmiş, dört bir yan çok katlı apartmanlarla dolmuştu.

 “Hava kararmadan gelse bari elektrik,” diye düşünerek yerinden kalktı. Evde mum olup olmadığını kontrol etti önce, sonra hemen her gün yaptığı gibi kısa olan bacağını diğerinin ardı sıra sürükleye sürükleye evin içinde gezinmeye başladı.  Bir zamanlar kalabalık ailesinin sesleriyle çınlayan odalar, şimdi onlardan kalanlarla sükûnet içinde dinlenir gibiydiler. Gidenlerin geride bıraktığı hiçbir şeye dokunmamıştı Mualla. Hepsi bırakıldıkları yerde, bırakıldıkları gibi duruyordu. Kız kardeşinin birkaç tel saçının hala üzerinde olduğu tarağı okşadı usulca. Gelir mi acaba bu yıl diye geçirdi içinden. Gelse keşke diye diledi sonra. Çocuğunu da getirse… İki yaşını geçmiş yeğenini hala görmemişti.

Annesi ve babası çoktan ölmüştü. Yetmezmiş gibi üç kardeşi de başka şehirlerde hayat kurmuşlardı. Pek sık göremiyordu onları Mualla. Birkaç yılda bir ancak… Diğer her şey gibi bunu da sineye çekmiş, kabullenmişti. Ne şikâyet eder, ne de sitem ederdi onlara. Kendisi hiç evlenmemişti. Onu da isteyenler olmuştu olmasına ama hem erken kaybettiği annesinin yerine geçmek zorunda kaldığından ve hem de gittiği yerde o aksak bacakla bir gün aşağılanacağından, alay konusu olacağından korktuğundan hiç birine yanaşmamıştı.

Buzdolabından gelen sesle düşüncelerinden sıyrıldı. Elektrik gelmişti. Bu ev var olduğundan beri duvarda asılı olan ve her saat başı çıkardığı güçlü metalik sesle zamanı hatırlatan saate baktı. Geç kalmıştı elektrik, televizyonda haberler başlayacaktı birazdan. Akşam yemeği zamanıydı şimdi. Sabah pişirdiği yoğurt çorbasının altını yakmak için mutfağa gitti. Ocağın düğmesini çevirdi. Çakmak yerinde değildi. Son zamanlarda çok sık başına geliyordu bu durum. Koyduğu yerde bulamıyordu eşyaları. Sağına soluna bakındı. Çakmak yoktu. Biraz önce odalarda dolaşırken erkek kardeşinin odasında onun son geldiğinde unuttuğu, masasının üzerinde nasıl bıraktıysa öyle üst üste duran çakmak ve sigarayı hatırlamıştı. İçinde bir yatak, bir çalışma masası ve bir kitaplık olan odaya girdi. Yapacak başka bir şey bulamadığında bazen bu kitaplıktaki kitaplardan birini rastgele çekip alırdı raftan. Herhangi bir sayfasını açar, karşılaştığı satırlara göz gezdirir, ilgisini çeken cümleler olursa tekrar tekrar okurdu onları. Cümlenin olduğu sayfayı işaretler, aklına geldiğinde gidip bir daha okurdu. 

Hava iyiden iyiye kararmıştı. Odanın ışığını yaktı. Masanın üstünden çakmağı alırken, kitaplığa takıldı gözü. Birkaç ay önce okuduğu bir cümlenin yer aldığı ve diğerlerinden ayrı bir kenara koyduğu kitabı aldı eline. Kahverengi kapağın üzerinde ‘Seyrek Yağmur,  Barış Bıçakçı’ yazıyordu. Ucunu kıvırdığı sayfayı açıp o cümleyi buldu yine:

“Çünkü geçmiş bir insanı kuran değil, yıkan şeydir.”

 Ne öncesindeki sözler, ne ardından gelen kelimeler ilgilendirmiyordu onu.  Nedenini tam olarak kavrayamasa da bu cümleye her seferinde aç insanın sıcak bir somun ekmeğe diktiği iştah dolu bakışlarla bakıyordu.  Daha önceki seferlerde olduğu gibi gözleri doldu yine, yaşlar yanaklarından akmaya başladı. Doğrusu ya neye ağladığının pek farkında olduğu söylenemezdi Mualla’nın. Talihsiz geçen yaşamından arta kalan tortuların şu anda omuzlarında ağır bir yüke dönüştüğünü anlamlandıracak durumda değildi. Bir çeşit sezgiydi bu cümleyle hüzne ve gözyaşlarına bürünmesi.

Odada, elinde kitapla, yatağa ilişmiş bir halde ne kadar vakit geçirdiğinin farkında değildi. Evdeki sessizlik kendine getirdi onu. Gidip televizyonu açtı. Topal ayağını sürükleyerek önce banyoya gitti, yüzünü yıkadı. Sonra mutfağa geçti. Küçük sarıçiçeklerle bezeli pazen elbisesinin cebine koyduğu çakmağı çıkardı. Eli ocağın düğmesine gittiğinde, düğmeyi açık unutmuş olduğunu fark etti etmesine ama tam o sırada çakmağı da çakmış bulundu.  Birden dört bir yanı alevler sardı. Raflardaki örtüler, camdaki perdeler, ocağın hemen yanında dizili, içlerinde zeytinyağı, tuz, çay, kahve olan plastik kaplar, velhasıl mutfakta hemen yanmaya meyilli ne varsa hepsi tutuşmuştu. Tehlikede olduğunun farkındaydı Mualla, fakat yerinden kıpırdayamıyordu bir türlü. Donup kalmıştı. Ardından yaşlı kalbi daha fazla dayanamadı olup bitene. Bir çığlık atarak yere düştü.

Kış günü herkesin evlerine çekildiği televizyonlarının sesini açıp karşısında yerlerini aldığı saatlerdi. Ne camdan bakan biri vardı o sırada, ne de yakından gelen bir sese kulak verecek olan. Köpekler havladı havlamasına ama onları da duyan olmadı. Ancak yangının sonlarına doğru şiddetle patlayan tüp sesine fırladı yerlerinden insanlar. Ne çare ki iş işten geçmişti artık. Mualla’nın son ve belki de biricik çığlığının alevlerle birlikte gökyüzüne yükselmesinin üzerinden bir saat geçmişti.

                                                                                            FİLİZ ENGİN

Bir Evsiz Hikayesi-Filiz Sonsuz

Sırtını tiyatro salonunun girişindeki sütuna dayayıp kuru betona attı kendini adam. Güneş indi inecek, kararacaktı birazdan ortalık. Gece basmadan ve yağmur tekrar başlamadan bir yerlere varma telaşındaki insanlar, tir tir titreyen adamı fark etmeden, hızlı hızlı geçip gittiler yanından.  Ayağa kalktı, yorgunluktan, ama en çok da açlıktan sendeleyerek. Paltosunu çıkarıp, çamaşır asan kadınlar gibi, ama parçalanıp dağılmasından da korkarak hafifçe silkeledi. Neredeyse yirmi dakikadır yürüyordu yağmurun altında. Paltoyu sıksan bi kova su çıkacak. Gündüz olsa, sererdi bi ağacın dalına, güneşte kurusun. “Ulan salak,” dedi kendi kendine, “Koca gün güneş mi vardı da paltoyu kurutacaktın?”

       Evlerin, dükkânların ışıkları yandı bir bir. Yağmurdan ıslanıp ayna gibi olmuş yollar, kaldırımlar, ışıkları yansıtıp çoğaltıyordu. Şıkır şıkırdı her yer. Karşı apartmanın ışıkları olduğu gibi yola düşüyordu. Birinci katın balkonu aydınlandı. Bir kadın çıktı balkona. Eğilip bir şeyler aldı yerden. İçeri girip tül perdeyi çekti. İçinden yalvardı adam, “Kalın perdeyi çekme n’olur, bırak kalsın!” Evin mutfağıydı galiba. Biraz dikkatli bakınca aspiratörü gördü. Kadın aspiratörün altında bir şeyleri karıştırıyor, kaşıkla tadına bakıyor, sonra biraz daha karıştırıyor, sonra arkasını dönüp bir şeyler alıp tekrar aspiratörün altına, ocağa dönüyordu. O mutfakta hayal etti kendini, üzerinde kırmızı bir süveterle. Dertsiz tasasız, rahat adamların rengiydi kırmızı. Bir kırmızı süveterinin olması şarttı bu yüzden.  Kuru fasulye kokusu geldi adamın burnuna. Şöyle mis gibi, helmelenmiş bir tabak fasulye geçti gözünün önünden. “Belki bi tabak da pilav, tane tane, etli…”   Üst kattaki balkona yaşlıca bir adam çıktı. Dirseklerini balkon demirlerine dayayıp yağmuru izledi bir süre. İçeriye seslendi. Bir kadın ağır aksak geldi. Adamın omuzlarına bir hırka koyup, aynı ağır aksak adımlarla içeri girdi. Mutfaktaki kadın balkona çıktı yine. Bir sepet sallandırdı aşağıya. Eğilip seslendi, “Süleyman! Bi kafa sarımsakla bi paket de sigara atıversene sepete ablam ya.” Dayanıp balkon duvarına etrafa bakındı bakkalı beklerken.  Bakkal elindekileri sepete koyup kafasını kaldırmadan seslendi yukarıya, “Tamamdır abla, çek…”

       Tarhana sarımsaksız olur muydu? Yarın Cumartesiydi nasıl olsa. Koksa n’olurdu ki? Kuru börülce de haşlamıştı tarhananın içine. Bir tabak da kızartma… Biberli falan. Üstüne de sarımsaklı yoğurt. Eeee sarımsak? “Öööfff” dedi kadın içinden. Ocağı kısıp balkona çıktı. Sepeti aşağıya sallayıp seslendi aşağıdakilere. Sigara geldi aklına son anda. İki tek kalmıştı pakette. Dükkân müşteri doluydu bu saatte. Öyle hemen gelmezdi siparişleri. Çorba taşmasaydı bari.  Hava da soğumuştu. Ama nasıl da güzel yağıyordu. Dayanıp balkonun duvarına, yola, parka baktı hayran hayran. Bi de şu ağaçları kel bırakacak kadar budamasalardı ya. Her bakışında sinir oluyordu kadın. “Ne istediniz güzelim ağaçlardan yahu” dedi bir kez daha sinirle. Liseliler geçti koşarak. Cıvıl cıvıldılar. Serçe sürüsü gibi, şamataları gelip geçiverdi parkın bir ucundan diğer ucuna.    Tiyatro salonunun kapısındaki sütuna yaslanmış oturuyordu birisi. Tiyatro çalışması vardı demek ki bu akşam. Kapılar daha açılmamış. En heveslileri, en erken gelmiş, bekliyor. Birazdan doluşur hepsi. Tanırdı kadın tiyatrocu çocukların çoğunu. Biraz daha aydınlık olsa, sütunun altında oturup bekleyeni de çıkaracaktı muhtemelen. Süleyman seslendi aşağıdan, “Tamamdır abla, çek…”

    Rüzgar da başlamıştı. Daha kuytu olur diye sütunun arkasına saklandı adam. Mart mıydı Şubat mı? Mart olması lazımdı. Ama Şubat gibiydi. Gündüz, güneşin altı neyse de, gece bastırınca… “ Bi de rüzgar, anasını satıyim” dedi adam. “ Donmadan sabaha çıksam da ciğerler dayanmaz bu gidişle.” Sıçan gibi ıslanmıştı adam inşaattan tiyatronun önüne kadar. Ayakkabıları su dolmuştu. Bastıkça cırk cırk su sıçrıyordu içinden. “Mukavvamı da kaptı namussuz Cımbız,” diye söylendi.  “Sererdim şu kapının dibine, buzdolabı mukavvasını da üstüme… Sabahı bulurdum. Ulan durmadı gitti canına yandığımın yağmuru. Bi nefes aldırsa, karşıki bakkaldan bulurum bir iki bisküüt kartonu.”  “Salak Cımbız,” dedi öfkeyle. “Bok mu vardı çaldın bekçinin sigarasını? Kovulduk işte inşaattan. Başımızı sokçak bi dam vardı, ondan da olduk. Ulan… Kartonlarımı da kaptı şerefsiz.”  Ah camiye bi ulaşabilseydi… Hiç bu kadar göz önünde kalmamıştı bu güne kadar.  Çok değil daha bu kışa kadar apartmanların çoğunun kapısı açık kalırdı. Gece el ayak çekilince usulca girer, merdiven altlarında sabahlardı. Sabah da gün doğar doğmaz, kimselere görünmeden çıkar giderdi. Ama işte bu sonbaharda, sağda solda bombalar patlayınca insanları aldı bi korku. Bi de hırsızlar vardı tabii. İkinci kata bile tırmananlar, çelik kapıları bile patlatıp sansar gibi evlere dalanlar… Herkes kapılarının kilitlerini yeniledi. Apartman kapıları yağ gibi, kendi kendisine kapanır olunca inşaatların penceresiz kapısız duvarları arasına sığınmak kaldı geriye.  Bi de caminin avlusundaki banklar iyiydi. Üstlerine gölgelik niyetine sardırılan sarmaşıklar battaniye gibiydi. Caminin hademesiyle anlaşıp geceleri şadırvanın muslukları çalınmasın diye bekçilik yapması karşılığında bankların üzerinde sabahlayabiliyordu. Arada sırada hayır pilavı, hayır lokması, çorba ısmarlayan esnafıydı derken, iyi kötü karnı da doyuyordu. Sonra, nasıl olduysa bir hırsız dadandı camiye. Cemaatin ayakkabılarının yok olmasıyla başladı her şey.  Derin derin uyuduğu bir gece, caminin ferforje avlu kapısı da çalınınca sabahına kovuldu adam. Ben yapmadım, hatta görmedim bil, dediyse de anlatamadı. Sonrası, güzel havalarda parkların banklarında, bu gün kovulana kadar inşaatlarda, geçti gitti işte.

        Mutfağın ışığı yandı yine.  Kadını gördü pencereden. Eğilip kalkıyor, bir şeyleri alıp bir yerlere götürüyor, mutfak dolaplarının kapaklarını açıp içlerine bir şeyler koyup, tekrar kapatıyordu. Elektrikli süpürgenin sesi çınlattı sokağı. Kadın mutfağı süpürüyordu. Balkona çıktı yine. Yere bir şey bırakıp içeri girdi. Elinde çay bardağıyla çıktı tekrar balkona. Bir de sigara yaktı. Uzun uzun yola baktı. Sonra parka, sonra adama… “Çay” dedi adam, “olsaydı şimdi sıcacık, demli…”  Gecenin karanlığı çay olup aktı adamın gözlerine.

        Günün en çok bu saatini seviyordu kadın. Yemek telaşı bitmiş, mutfak toplanıp çöp balkona çıkarılmış, çay demlenmiş… Çayını alıp balkona çıktı. Bir de sigara… Nasıl da deli gibi yağıyordu demin. Rüzgâr yağmuru alıp alıp camlara vurmuş, yarım saatte balkon suyla dolmuştu. Sanki o değil gibi, sokakta sükunet hakimdi şimdi. Arada bir hafif hafif esen yel, elektrik tellerindeki yağmur damlalarını kaldırıma düşürüyordu. Minik minik şıpırtılar, sıcacık çay, bir nefes de sigara… Parktaki minik gölcüklere takıldı gözü ve adama. Adam büzülmüş, aynı yerde oturuyordu. Yok, tiyatrocu falan değildi bu. Birini mi bekliyordu? Randevuya geç kalmış sevgili, alacaklısını atlatan borçlu?  Yoksa birazdan geçip gidecek sevdiğini birkaç dakikalığına da olsa görebilmek için bekleyen platonik bir aşık mıydı? Hem de bu zamanda? Güldü kadın. Tekrarladı içinden, “Hem de bu zamanda…” Ne çok şeyi eskitip tedavülden kaldırmıştı zaman. Aşkı, güveni hatta samimiyeti…  Yine olmuştu işte… Garip bir melankoli basardı yağmurla bir ruhunu. Hep yağmur yüzündendi. Yüreğinde iflah olmaz bir sızı…

         İliklerine kadar ıslanmış, üşüyordu adam. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını topladı, bağdaş kurup oturmayı denedi. Diz kapaklarında iflah olmaz bir sızı… Hep yağmur yüzündendi. Şimdi gürül gürül yanan tuğlalı bir sobanın başında oturmak vardı. “Uyursam donar mıyım?” diye sordu kendine. Gözleri kapanıyordu. Uyumaması gerektiğine karar verdi. Hazır yağmur durmuşken kalksa, biraz yürüse ısınırdı belki. Yan taraftaki kahvehaneye doğru birkaç adım attı. Beş kuruşu yoktu oturup çay içmeye. Bu yüzden cesaret edememişti girip oturmaya. Adam beleşe oturtur muydu beş parasız birini, hem de başköşede?  Buğulanmış camlardan az çok görünüyordu içerisi. Tıklım tıklım doluydu. Bu kalabalıkta girse, birkaç dakika ısınıp çıksa… Kim fark edecekti ki?  Yavaşça iteledi kapıyı. Okey taşlarının şakırtısı arasında kimse duymadı kapının paslı menteşesinin çıkardığı gıcırtıyı. Adam görünmemek için kapının yanı başındaki sandalyelerden birine ilişti sessizce. Daha elleri bile ısınmamıştı ki kahvecinin çırağı dikildi tepesine. “Çay?” “Bi arkadaşı bekliyom ben,” dedi adam. “Gelince beraber içeriz.” Çırak gitti, az sonra kahveci gelip sordu adama, “Bilader kimi bekliyon sen? Ama öyle oturmakla olmaz ki.” Adam kem küm etti, iki lafı bir araya getirip konuşamadı. Zaten yayılan ağır koku, üstündeki yırtık, kirli giysiler anlatıyordu her şeyi. Kahveci bir bardak çay getirdi masaya. “Bu benden,” dedi. “Afiyet olsun iç, ama sonra kalkman lazım bilader. Kızılay çadırı değil burası.”  Adam kahveciye içinden kopup gelen bütün hayır dualarını etti. Sıcak, şekerli çayı olabildiğince ağırdan alarak içip bitirdi. Kalkıp, çaresiz, sütunun dibine gelip oturdu. Gece yarısı olmak üzereydi.

          Mutfağın ışığı yandı bir kez daha. Bu sefer bir adam gelip dikildi balkon kapısına. Uzun uzun baktı parka. Balkon kapısını kapatıp girdi içeri. Kapıyı şakır şakır kilitledi sıkıca. Perdeleri çekti, ışığı söndürdü. Bakkal, kahvehane çoktan kapanmıştı.  Evlerin ışıkları bir bir söndü. Bir tek sokak lambaları, cılız, sönük… Loş sokak, yağmur, soğuk ve donduran yalnızlık... Bu gece sabaha kavuşur muydu?    26 Mart 2016 Sonsuz

Her Şeyi Yazan Adam-Filiz Sonsuz

             Heyet keşif mahallinde yerini aldı. Katip daktilosunu açmış,  üç tane kağıdın aralarına karbonu koymuş,  daktiloya yerleştirmiş, bekliyordu. Gobak İsmayıl’ın seneler önce Deli İbram’dan dört inek vererek satın alıp, senelerdir bakıp topladığı zeytinlik, köyden kadastro geçerken yanlışlıkla Tesbihçi’ye yazılmıştı. Dava, bu davaydı; mahkeme sahibini bulur, hatayı düzeltirdi. Gobak’ın içi rahattı.  Birazdan hakim, Katip Galip Dayı’yı huzura çağırır, Galip Dayı yakın gözlüklerini takar, defterini açar, Gobak’ın tarlayı Deli  İbram’dan hangi sene, kaç ineğe karşılık  aldığını, kaç senedir bakıp topladığını eksiksiz anlatırdı nasıl olsa. Öyle de oldu. Katip Galip Dayı, aynı işi defalardır yapıyor olmanın rahatlığı ile defterini açtı, okumaya başladı; “1947 senesinin 14 Kasımında, Gobak İsmayıl, dört ineğini Deli İbram’ın  Bağaltı’ndaki 15 ağaç zeytinliğiyle deniş tokuş etmiştir”  Hakim, Galip Dayının elinden defteri aldı,   kâh gülümseyerek, kah  şaşırarak sayfaları çevirdi,  gözlüğünün üstünden Galip Dayı’ya şöyle bir bakıp “Nedir bu?” diye sordu. Galip Dayı’dan önce Gobak atladı söze, bulduğu şahidin güvenilirliğinden emin bir sırıtışla. “Galip Dayı senelerdir bu köyde ne olmuş, kim ölmüş, kim doğmuş, hepsini defterlere yazar Hakim Beyim” dedi. Bir elindeki deftere, bir de karşısında minare gibi boyuyla dikilmiş cin gibi kendisine bakan yaşlı adama baktı hakim, “Allah Allah, niye yapıyorsun bunu, nerden aklına geldi her şeyi yazmak ”  “Ne bilem Hakimim” dedi Galip Dayı.” Benim dedem de yazardı her şeyi. O ölünce babama vasiyet etmiş, babam yazdı gözleri görmez olana kadar. Sonra babam da  bana devretti her şeyi yazma işini. Aileden geliyo bu merak hakimim. Ailenin lakabı bu yüzden katipler diye galdı ya zati” “Duruyor mu dedenin, babanın yazdıkları?” “Duruyor hakimim, damda sandıkların içine goduk, öyle tutuyoz orda. Atsan atılmaz satsan alan olmaz.” Üç kuşaktır aileye emanet edilmiş olan köy tarihini görmek için can atsa da zaman kalmadığından, gidip bakamadı sandıklar dolusu deftere Hakim Selahattin Bey. “Dava bitince defteri gelir alırsın” deyip defteri dosyanın içine koydu. Geldikleri yoldan tozu dumana katıp ilçeye döndü keşif arabası.

              Galip Dayının dedesi Galip Dede askerliğini Yalova’da Bahriyeli olarak yapmış, komutanın gözüne girince emir eri olmuştu. İstanbullu aristokrat bir ailenin oğlu olan komutan, bir hattat titizliği ile, muhteşem görsellikte ve düzenli olarak günlük tutardı. Bazen emir eri Galip’ten,  masasındaki günlük defterini getirmesini rica ederdi. Galip Dede okumayı yazmayı askerde Ali Okulunda öğrenmişti gerçi ama, komutanın yazdıklarını kamaradan kaptan köşküne gelinceye kadar söküp okuyabilmesi mümkün değildi. Komutana sordu bir gün, “Gusura galma gomutanım emme, ne yazıp durusun öyle her Allahın günü?” “Kendi tarihimi oluşturuyorum” deyip lafı kesti konuşmayı pek sevmeyen komutan. Bu büyülü kelimeler dolandı durdu Galip Dedenin kafasında. Kendi tarihini yazmak… Askerliği bitirip köyüne döner dönmez başladı kendi tarihini yazmaya. Ege’nin küçücük bir kıyı köyünde yaşayıp ilçenin pazarına gitmek dışında köyden çıkmayan bir delikanlının  tarihinden ne olurdu ki demeyin. Ne sevdalar, ne kavgalar gürültüler yazıldı o defterlere… Bir de köyde olup bitenler tabii… Doğanlar, ölenler, el değiştiren tarlalar, damlar… Köyün nüfus kütüğü, tapu kütüğü, evlendirme defteri, her şeyi o defterler oldu zamanla. Hatta mideniz kaldırıyorsa otopsi raporlarını bile okuyabilirdiniz mesela, “ Güççük emmimin ortan oğlan Ali, çamdibinde av tüfengiylen furulmuştur. Garnından akan ganlar yüzünden gan gaybından ölmüştür. Sene 1932, Ekim ayı, 15. Gün” Bazen köylüler gelip yazılmasını istedikleri olayları Galip dedeye anlatır, not düşürtürlerdi. “Katip, unutma yaz bak. Böğün benim garı ikinci oğlanı doğurdu. Adını Üsen goyduk. Hem de inci gibi yaz…”  Gel zaman git zaman, günlük tutma meselesi köyün ayrıntılı tarihini yazmaya dönüşmüş, tamamen kişisel bir heves olmaktan çıkıp adeta kamu hizmeti halini almıştı. Bu ağır sorumluluk Galip Dedenin ölümüyle yarım bırakılmamalıydı. Görevi büyük oğlu Memet devraldı. Babasının gösterdiği özeni Memet bir adım daha ilerletti. Defterler artık tam bir resmi kütük görünümündeydi. En sol sütunda tarih, hemen yanında ilgili kişiler, en son sütunda da olay ayrıntıları ile anlatılırdı. Memet, katarakt ilerleyip göremez hale gelince işi oğlu Galip’e devretti ve sıkı sıkı tembihledi “ öyle onun bunun demesiynen olmaz, gitcen, yerinde görcen yazcaklaanı”.

               Galip Dayı babasının vasiyetine sıkı sıkı bağlı kaldı. Üşenmedi, eşeğine atlayıp, taa köyün en uzağındaki tarlalara keşfe çıktı, sonra yazdı yazacağını. Yazılan her şeyin doğruluğuna güvenen köylü için tartışmasız delildi defterde yazılanlar. Bu yüzden pek çok mesele mahkemeye gitmeden, Galip Dayının defterlerine bakılıp çözüldü. Mahkemede de aynı itibarı gördü Galip Dayının defterleri. Çekişmesiz ve her türlü şüpheden uzak, tarafların itiraz etmediği,  güvenilir kanıtlardı bu defterler.

                  Bahar aylarıydı, bir söylenti yayıldı köyde. Köyün dağlarında altın vardı. Madenciler gelip çıkaracaklardı altını. Köyün yarısından çoğu  havalara uçtu sevinçten. Zeytincilik para etmiyordu. Çalış çabala, mazota, tayfaya, gübreye… Ortada fol yok yumurta yokken, tarlalarını madencilere kaça satacaklarının hesabına başladı köy halkı. Birkaç aile “zehirleyecekler bizi”  deyip diklense de köyün çoğunluğu durumdan memnundu. Dört gözle  beklemeye başladılar madencileri. Kepçeleri, kamyonlarıyla madencilerin köye girdiği gün, kalabalık bir şehirli gurubu da adamlı kadınlı köye doluştu ellerinde pankartlarla. Bağırıp çağırıp sloganlar attılar, marşlar söylediler. Kimileri kepçelerin önüne yattı. O gün çalışmaya başlayamadı madenciler. Kepçelerine çekip köyün dışına, kalabalığın köyden gitmesini beklediler. Kepçelerin köyden çıkışını zafer kazanmak olarak yorumlayan kalabalık, bu günlük rahatlamış olarak ayrıldı köyden “ensenizdeyiz, dağlarımızı size kaptırmayacağız” diyerek. İki gün sonra başladı kazılar. Yeni dedikodularla daha da alevlendi ortalık. Güya, aslında bunlar madenci falan değillerdi. Rumlardan kalan altınları arayan definecilerdi. Defineyi bulana kadar da buradan gitmeyeceklerdi…  Merak ikiye katlandı. Bütün köylü sabahtan akşama kadar işi gücü bırakıp kepçelerin gürültülü, tozu dumana katan çalışmasını izler oldu.
         
       Şehirden gelip giden protestocular  seyreldi. Gitggide azaladı meraklılar. Üç beş kişi , birkaç gün daha izledi kazıyı. Topraktan başka bir şey çıkmadı çukurdan. Üçüncü haftanın sonunda bir tek Galip Dayı kaldı çukurun başında , elinde defteriyle. Kazı başladığından beri dört tane defter doldurmuştu Galip Dayı. Sandalyesini atıp kepçelerin yanına, koca gün, güneşin anlında yazdı da yazdı. İlk günler, köylüyü hoş tutmak adına ses çıkarmayan, hatta ara sıra izleyenlere çay dağıtan madenciler, durumdan memnundu. Deftere sürekli bir şeyle yazıp duran adam da nasıl olsa bıkar giderdi yakında. Ama öyle olmadı. Yağmur, güneş demedi, inatla başlarında  oturdu Galip Dayı.

              Bir Cuma günü, kuşluk vakti,  kepçe bir şeye takıldı. Uğraşıyor uğraşıyor çıkaramıyordu toprağı. Şefleri indi çukura. Küreklerle eşelediler toprağı. Bir uğultu yükseldi çukurdakilerden. Beyaz, mermer gibi bir şeyler çıkmıştı topraktan. Daha iyi görebilmek için çukura indi Galip Dayı. Oymalı, işlemeli, tepsi büyüklüğünde bir mermer  gördü kepçenin altında. Galip Dayı’yı fark eden şef, hemen toprakla örttürdü mermerin üzerini. “Bu günlük bu kadar yeter, paydos” deyip dağıttı işçileri. Galip Dayı’nın koluna girip, şantiyeye, çay içmeye davet etti. Ne gördüğünü, ne anladığını öğrenmekti derdi. Galip Dayı yıllar önce köye gelip birkaç hafta kalan arkeologlardan söz etti. “Bulduğunuz şeyi onlar burada çok aradılar. Sonra hökümat geri çağırdı hepsini, bi şey bulamadan döndüler” dedi. Galip Dayı’ya belli etmese de şefin suratı asıldı.  Mutfağa çay almaya gidip döndüğünde Galip Dayı’yı deftere bir şeyler yazarken gördü. Canı iyice sıkıldı.

                 Sabah, bardaktan boşanırcasına yağmurla uyandı köy halkı. Deli gibi yağıyordu. Kimi “bereket”  dedi, kimi “sırası mıydı?” diye hayıflandı. Şantiye şefinin arabası muhtarın evinin önünde durdu. Kapı açılana kadar sudan çıkmış sıçana döndü şef. Elinde telsizi, emirler yağdırıyordu sağa sola. Muhtar kapıyı açtı. Şef birkaç kelime etti, anlaşılır anlaşılmaz. Haber bütün köye yıldırım hızıyla yayıldı. Galip Dayı kazı çukurunda ölü bulunmuştu. Ayağı kayıp düşmüştü zaar. Jandarma geldi savcıyla beraber. Yaşlı adamın sağına soluna bakıp tutanaklar tutup gittiler. Üzerinden çıkan kişisel eşyalar, kimi kimsesi olmadığı için muhtara teslim edildi bir tutanakla. “ Eee?” dedi muhtar, “defteri yok? Deftersiz gezmezdi ki o hiç?” Şef telaşla atladı lafa “biz defter mefter görmedik, öyle yatıyordu çukurun dibinde.”

              Kazı alanı hemen dikenli tellerle çevrildi. Yetmedi, sacdan perde çektiler çepeçevre. Birkaç çanak çömlek için koca proje iptal edilecek değildi ya. Köy meydanındaki kahvede ağlamaklı bir sesle, tedbirlerin gerekçesini açıkladı şef. Galip Dayı'nın ölümü bizi kahretti, ağlamaktan gözümüz çıktı, anlamına gelen bir şeyler geveledi ağzında.” O çukur bir Galip Dayımıza daha mezar olmamalı” deyip bitirdi konuşmasını. Kahvedekiler bu duygusal, hassas adamı çılgınca alkışladı. Köylüyü düşünüp, çuvalla para harcamıştı ne de olsa o dikenli tellere, teneke perdelere.

                                                                                              FİLİZ SONSUZ

Bankta- Filiz Engin

Bazen de alışılmış tarzda doğup gelişmez öykü dediğin.

Yaşadığın çağda, yaşadığın coğrafyada seyrettiklerinin, duyduklarının üstüne boşalttığı çuvallar dolusu çimentonun etkisiyle, yorgun ne kelime ölecekmişçesine bitkin uyandığın sabahların birinde; ister istemez yok olmaya, yok etmeye dair bin bir duyguyla kalkarsın yataktan. Öykü; bildiğin ne kadar kelime varsa hepsinden uzakta, kendi başına buyruk hareket ederek, iraden dışında, kaleminin hepten dışında, birazdan hem yaşayacağın hem seyredeceğin karelerle kendini, kendi kendine örmeye başlamıştır bile.

Sen durumun farkına vardığında o yolu yarılamıştır. Gitmiş, bir banka oturmuş, oradan el sallıyordur sana. Bank alışılmış yerlerden birinde değildir.  Ne bir caddenin kenarında, ne bir ağacın altında ve ne de bir çocuk parkındadır. Bank; sıradan bir çalışma masasından belki çok az daha büyük boyutuyla denize uzanmış eğri büğrü iskelemsi bir taşın üzerinde, yüzünü birkaç saat sonra batacak güneşe çevirmiştir. O bankı kim koymuştur ki oraya? Ne zamandır oradadır, seni mi bekliyordur, belki de bekliyordur. Öykünün yanına ilişirsin. Diğer yanına hiç konuşmasanız da niye konuşmuyor tedirginliliğini yaşatmayacak o candan insan yerleşmiştir. Candan kelimesini birkaç kez geçirirsin aklından, anlamını pekiştirirsin. Can; soluk alıp vermene neden olansa, yaşıyor olduğunun kanıtıysa, candan olan da canına kattığın, var oluşunu ondan ayrı düşünmek istemediğindir olsa olsa.

Öylece oturursunuz bankta; sen, öykü ve candan olan… Hayalini kurduğun şu küçük kayığa ya da kayığı olan bir tanıdığa ihtiyacın kalmadığı geçer aklından. Dört diyemesek bile üç yanın denizdir işte, daha ne olsun?

Öykü denizin üstündeki şamandıraya uzanan ipin üzerinde yürür bir ara. Turuncu renkli şamandıranın üstüne zıplar, kahkahalar atarak hoopp diye denize bırakır kendini sonra. Suyun altında kaybolur. Bir an yüreğin sıkışır, bitti mi yani diyen gözlerle candana bakarsın. Candan gülümseyerek denizi işaret eder. Öykü sudan yukarı çıkarmıştır başını. Karabatak misali bir dalar, bir çıkar, bir dalar, bir çıkar. Her çıktığında yeni bir haberi vardır denizin dibinden. Küçük balık sürüsü der… Yosunlar dans ediyor der… Kırık su testisinin içindeki ahtapotun henüz yavru olduğunu söyler… İki yengeçten bahseder… Kendisinden korkup kaçarak yuvalarına saklanmaya çalışmalarını anlatır uzun uzun… Sonra üzgün bir yüzle ölü bir denizyıldızını sallar elinde… 

Ardından rotasını ufuk çizgisine iyice yaklaşmış güneşe çevirir. Onunla birlikte senin bakışların da artık göz kamaştırmayan ve gökyüzünü türlü renklere boyayan ışıklara yönelmiştir. Öykü kırmızıdan, sarıya, pembeden, mora, maviye, beyaza dönüşüp durmaktadır aralıksız. Yüzüne bir gülümseme, bedenine huzura benzer bir gevşeme yayılır. Yanı başındakine bakarsın, gözlerinin yarı kapanmışlığını görünce seninle aynı durumda olduğunu düşünürsün. İçin ışıldar bu kez, paylaşmanın tadına bırakırsın kendini.

Derken bir telefon sesi duyulur. Candan gözlerini açar, sen dikleşirsin oturduğun bankta. Başınızın üstünde kanatlarını açmış dolanan öykü de duymuştur sesi. Ne olacağını anlamıştır. Henüz telefon açılmadan şimşek hızıyla göğsüne doğru uçar ve içine yerleşir kendini korumak için. Göğüs boşluğunda, kalbinin yakınındaki bir yerlerde yıllardır birikmiş olan hazinenin parçası olmaya hazırdır.

Gökyüzüne bakarsın, tek tük parlamaya başlamış yıldızları görürsün. Elini uzatıp içlerinden birkaç tanesini alırsın. Yerleştirdiğin kutuda uykuya dalmak üzere olan öykünün yanına koyarsın usulca. Bir süre seyredersin onları ve vakti geldiğinde açmak üzere kutunun kapağını kapatırsın yavaşça. 

                                                Filiz Engin

Bacı Teyze/ Filiz Sonsuz

 Anons ediliyor. Bir saat Afyon’da duracakmışız. Kıymetli eşyalarımızı trende bırakmamalıymışız.  “Evet anne, merak etmeyin diye arıyorum. Afyon’dayız. Hı hı , bir saat... Tamam, inice ararım.” Karnım aç. Işıklı tabelayı fark ediyorum hemen, “VAGON CAFEE”. Annemin “yolculukta et yeme sakın” uyarısı gelse de aklıma, sucuklu tostumla çayımı alıp cam kenarı masalardan birine oturuyorum.  Yan masada oturan adam,  heyecanlı heyecanlı Kürtçe konuşuyor telefonda.  Kafeteryanın soğuktan buğulanmış camını elimle silip dışarıyı görmeye çalışırken, adam hesabı ödeyip yerinden kalkıyor. “ He he çavèmın, ez pır xweşım…”(1) Yanımdan geçerken ceketinin ucu çay bardağıma çarpıp deviriyor. Telaşla utanç arası bakıyor adam yüzüme. Ne yapacağını bilemez halde peçetelikten birkaç kâğıt peçete çekip masayı silmeye çalışıyor. “Baci qusura baqma görmedim, yandın mi…” “Önemli değil” diyorum. “Üstüme dökülmedi.” Bir şey oluyor birden. Çok eskilerden, yıllar öncesinden bir sahne yerleşiveriyor kafeteryaya. Koca salon, Diyarbakır oluveriyor.
Buz tutmuş camdan, dışarıyı görmeye çalışıyorum. Yok, aslında parmağımı buza yapıştırıp, camda noktacıklar bırakma oyunu oynuyorum. Parmağımın ısısıyla buzda oluşan noktacıklardan dışarıyı seçebiliyorum. “Tin tin tinimini hanımmm, tiin tin tinimini hanıııımmm… “Şşşşşşt” diyor annem.  Susuyorum. Unutmuşum, ses çıkarmamalıyım. Annem kardeşimi sallıyor ayağında. Uyumuyor bir türlü huysuz şey. O doğmadan önce radyo hep açık olurdu. Türküler, şarkılar, Okul Radyosu… Şimdi sessiz olmamız lazım. Yolun karşısındaki okulu görebileceğim kadar noktacık yapabildim camda.  Çocuk dolu okulun bahçesi.  Diz boyu karda koşuyorlar. Atkı bile takmamışlar. “Yaaa! Ben ne zaman okula…” Cümlemi tamamlayamıyorum. “Yavaş dedim sana!” Kızıyor annem. Sesini kısarak, “ne bağırıyorsun. Seneye gideceksin, kaç kere söyledim.” Seneye ne demekse… İki elimin parmaklarını açıp gösteriyorum, “yani bu kadar uyuyup uyanınca mı?”  Kapı çalıyor. “Koş bak bakayım, kimmiş.” Koridor buz gibi. Birkaç adımda ayaklarım donuyor. “Anneeee! Fatma Teyzeyle bir teyze geldiii…” “Gelsinler…”

Fatma Teyze üst katta oturuyor. Kocası İbrahim Amca, polis. Aynı babamınki gibi tabancası var belinde. Hep koşa koşa inip çıkıyor merdivenleri.  Hiç gülmüyor.   Yüzü hep asık ve kırmızı. İçkiciymiş. Öyle diyor annem. Yazıkmış Fatma Teyzeme.

Buz gibi koridordan sıcacık odaya geçiyoruz. Annem, uyumamak için direnen kardeşimi kucağına alıp karşılıyor gelenleri. Fatma Teyze sobanın yanındaki divana yerleşiyor. Diğer kadın ayakta…  Annemden kısa, annemden yaşlı... Zayıf. Başında boncuk oyalı, beyaz bir tülbent.  Sarılı siyahlı, güve yeniği kazağının eskiyip açılmış kol lastikleri bir kat kıvrılmış, altında mor bir kazak daha…  Uzun, rengârenk, fırfırlı jarse eteğinin altında şalvarın ıslak paçaları…  Parmak uçları delinmiş siyah çorabının altında kahverengi bir çorap daha…  Soğuktan morarmış çatlak ellerini göbeğinin üzerinde bağlamış, ağlamaklı gözlerini yere dikmiş, bekliyor. Eliyle sobanın yanındaki divanı gösteriyor annem, “otur böyle…” Sobanın yanına değil, odanın hemen girişindeki divanın ucuna ilişiyor kadın, ayaklarını divan örtüsünün pilili eteklerinin arkasına saklayarak. Çoraplarına baktığımı mı gördü? “Bacıyı getirdim” diyor Fatma Teyze. “On beşte bir camlarını, kapılarını silse, banyonu mutfağını temizlese işin hafifleyiverir. Öyle paragöz de değil. Ben iki buçuk lira veriyorum, seviniyor garibim.   Çocukların küçük gelenlerini falan… Yedi çocuk, bir de tembel koca… Yalnız tek mesele, Türkçe bilmiyor.” Sözün burasında kendisinden söz edildiğini anlıyor. “Tırki nizanım xanım…”(2)   “Eee?” diyor annem, “nasıl anlaşacağız?”

Bacı Teyze artık sık sık geliyor evimize. Onun geldiğini kapıyı çalışından anlıyorum. Zile basmıyor, kardeşim uyanmasın diye. Kapıyı tıklatıyor duyulur duyulmaz yavaşlıkta. Koşup açıyorum. Onun gürültü yapmama çabasına inat, var sesimle bağırıyorum, “ annneeeee, Bacı Teyze geldiii…”  Kovalar, bezler, sabunlar konuyor hemen önüne. Camları gösteriyor annem. Yüksek sesle  tarif ediyor yapılacak işleri, “camlar silinecek bacı… Sonra kapılar…” “He Xanım, cam, qappi…”  Hep gülümsüyor Bacı Teyze anneme. Öğlene kadar camlar, kapılar siliniyor. Sofrayı kuruyor odaya annem. Babam geliyor yemeğe.  Sofraya oturuyoruz. Bacı teyze ayakta. Oturmuyor. Çağırıyor annem eliyle yemek işareti yaparak. “Gel bacı, yemek yiyelim, gel.” Oturmuyor Bacı Teyze. “Beg yemek…” diyor babamı göstererek. Babam da çağırıyor Bacı Teyze’yi. Babam azıcık biliyor onun gibi konuşmasını. “Nan Bacı, nan”(3) diyor sofrayı göstererek. O gün mutfakta, bir başına yiyor yemeğini.  Bacı Teyze sonraki gelişinde sininin uzağına bir yere ilişiveriyor. Oturduğu yerden yemeklere uzanması mümkün değil. Sofra örtüsünün ucunu kaldırıp, yanında yer gösteriyor annem. Çatalı tutuşturuyor kadının eline. İlk kez birlikte yiyoruz. Biz yiyoruz, o yiyormuş gibi yapıyor sanki. Belki de bana öyle geliyor. Boğazına takılıyor lokması. “Su…” diyor annem. Bir koşu mutfaktan döke saça getirip eline veriyorum, “Su…”  Birkaç yudum içip bana gülümsüyor. Geçti boğazındaki. “Filiz qurbaaan, su…”

 O, suyu artık sadece benden istiyor. Ben ona su, bez, sabun taşıyorum. Şarkılarımı söylüyorum, okula gitmekten, koşmaktan, oynamaktan söz ediyorum. Annem gibi susturmuyor beni. Dinliyor. Gülümsüyor. “Filiiiiz keçıkèmın, su….”(4) Yetiştiriyorum bir koşuda Bacı Teyzemin suyunu, oyuncak kamyonumun plastik kasasında bardak, dizlerimin üzerinde emekleyerek.”Innn ınnn, düüüüttt.” Katıla katıla gülüyor halime, dişlerindeki kapkara çürüklerle. “Tin tin tinimini xanım, tin tin tinimini xanım…” Türkünün “hanım” kısmını onun gibi söylemeye çalışıyorum. Gülüyor. “Qurban… Filiiiz qurbaaan…” Saçlarımı öpüyor bazen. Elleri hep zeytin sabunu kokuyor.
Küçülen, eskiyen giysilerimizi veriyor annem Bacı Teyzeye. Kadın açıp her birine tek tek bakıyor. Babamın eski gömleğine bakıp, Şexmuz, diyor. Benim küçülen yeleğimi evirip çevirirken Nebahat, diyor. Hangi giysinin kime uyacağını düşünüyor belli ki. Tanıyoruz artık yavaş yavaş. Şehmuz, kocası. Nebahat, kızı. Benimle yaşıt. Fatma Teyze de veriyor eskiyen, küçülen giysileri Bacı Teyze’ye.  “ Sekiz çocuk doğurmuş bu yaşına kadar” diyor anneme. “En küçüğü geçen yaz iki aylıkken öldü.” Birden kızıyor annem.    “Bu zamanda bu cehalet!”   Kaşlarını çatıyor, “bakabilecekleri kadar doğursalar ya” diyor Bacı Teyzeme bakarak.  Elindeki pantolonu  yığının  üzerine  bırakıp  gözlerini  yere  dikiyor Bacı Teyze.  Kızıyorum anneme. Niye bağırdı ki şimdi? Küstü işte Bacı Teyzem. Susmuyor annem. “Cahillikten hep fakirlikleri…”  O gün çok çalışıyor Bacı Teyzem. Badana yapıldı evde. Yaz temizliği var. Yerleri tellerle ovuyor boyalar çıksın diye. Hava çok sıcak. Akşama kadar su taşıyorum. Bir dikişte içiyor suyu her seferinde. Bazen o istemeden getiriyorum suyu. Hani annem bağırıp küstürmüştü ya, belki unutur küskünlüğünü diye. Ama bana küs değil. Her su getirişimde saçlarımı okşuyor. Gülüyor bana. “qurbana keçıkèmın…”(5)

Bir keresinde sol kolu tülbentle omzuna asılı geliyor Bacı Teyzem. Telaşlanıyor annem, “n’ooldu bacı?”  Bacı Teyzem, yeşil lastik ayakkabısının tekini alıp omzuna vurur gibi yapıyor. “ Şexmuz…   Para… Xanım qurban…” . Ağlıyor Bacı Teyzem. Hemen içeri alıyoruz. Omuzunu açıyor annem. Mosmor olmuş kadının omzu. “Elleri kırılsın” diyor, “geberesice, mahvetmiş kadını…” Fatma Teyzemi çağırıyorum.  “Polise git” diyor annem. “Na na xanım, polis tınne…” (6) “Gitmez polise” diyor Fatma Teyze. “ Bir keresinde İbrahim karakola çektirip dövdürdü Şehmuz’u. Gebertmiş kadını eve dönünce.”   “Cahil bunlar” diyor annem, “zır cahil…” O gün iş yaptırtmıyor annem. Bacı Teyzem gidince soruyorum anneme, “cahil ne demek?” “Hiçbir şey bilmeyene cahil denir” diyor. Ama Bacı Teyzem temizlik yapmayı biliyor ki, cahil mi yine de?

O yaz kolera salgını başlıyor Diyarbakır’da. Babam hepimizi birliğe götürüp aşılatıyor. İçeceğimiz suları hep kaynatıyor annem. Bizim sokakta iki küçük kardeş ölüyor salgından. Camdan bakıyoruz kendini yerden yere vurup ağıtlar yakan kadına. “Cahillikten ölüp gidiyorlar” diyor annem. Aşı olmamışlar kısırlaşırlar diye. “Kısırlaşmak ne demek?” Azarlıyor annem. “Git odada oyna sen, karışma büyüklerin her sözüne.”

Bacı Teyze gelmiyor artık. “Kardeşin büyüdü, ben işleri yapabiliyorum da ondan gelmiyor” diyor annem.  “Olsuuun, iş yapmasın. Gelsin ama yine de…”  O kış, evin karşısındaki okula başlıyorum. İlk derste öğretmen “şarkı söylemeyi bilen var mı bakalım” diyor. Kısacık saçlı, kepçe kulaklı bir oğlan başlıyor yanık sesiyle “iki dagın arasında qalmişaam…”  Arkasından ben söylüyorum, “tin tin tinimini xanıımmm, tin tiiin tiniminii xanııımm…”  Gülüyor çocuklar ağzıma pek de yakıştıramadıkları Kürtçeme… 

“Yola çıktık anne, akşamüzeri evde olurum.” Keşkek yapmış seviyorum diye. İyice soğumadan evde olabilseymişim keşke… “ Hani Bacı Teyzemiz vardı” diyorum. “Güven bebekken gelmişti bize yardıma bir ara…”  “Hıı, evet vardı…” “Adı neydi onun?”  “Adı mı” diyor annem. “Ne bileyim. Bacı’ydı galiba…”  

                                                                                                           FİLİZ SONSUZ

------------------------------

(1)         He he gözüm, ben çok iyiyim.
(2)         Türkçe bilmiyorum hanım.
(3)         Ekmek bacı, ekmek.
(4)         Kızım benim, su.
(5)         Kurban olduğum kızım

      (6)    Hayır hayır hanım, polis yok (polise gitmem anlamında).

Van Gogh/ Arzu Doğan

Yağmurlu  bir gündü. Tüm gün kara bulutlar dağılmamış, akşam saatlerinde beklenen yağmur yağmaya başlamıştı. Havanın da vermiş olduğu kasvetle evde her zamanki gibi birkaç piyano provası yaptım ama   içimdeki hüzün dağılmıyordu. En iyisi çay içmekti. Çayı demlediğimde zil çaldı, gelen Ayaz’dı. İçeriye gel desemde elindeki iki bileti göstererek ‘Hazırlan senibir yere götüreceğim’ diyerek apar topar evden çıktık. Gülümsüyor ama nereye gittiğimizi söylemiyordu.
Sonunda bir resim galerisinin önünde durduk. Dışarıdaki tanıtım afişi nefesimin kesilmesine neden oldu. O mavigözleri nasıl unutabilirim? Kendi resmini yapan en saygı duyduğum ressam Van Gogh’un resim sergisiydi. O sıradaki kalp atışımın ritmini piyanoyla bile tarif edemem.
Coşkulu adımlarla içeriye geçtik. Hayatı boyunca tek bir resmi dahi satılmamış, kimse tarafından anlaşılamamış, kendini daima işe yaramaz yük olarak gören, hayatı ıstırapla geçen hüzünler sanatçısını, onun resimlerini, resme ve kalbe dokunuşlarını inceleyebilecek olmak, ah bu tarifsiz bir şans ve mutluluktu.
İçerisi oldukça kalabalıktı. Sergi resim meraklılarının ve sanat eleştirmenlerinin, koleksiyoncuların oldukça ilgisini çekmişti sanırım. Ölümden sonra anlaşılmak, değerli olmak her sanatçının biraz kaderiydi. Kalabalık her bir tablonun önünde duruyor resmi değerlendiriyor, kendi aralarında bazen hararetli tartışmalar yapıyordu. Bazı cümlelere kulak misafiri olsam da önceliğim tablolar ve renklerin cazibesiydi.
Bir tablonun önünde tartışmalar yoğunlaşmıştı. Günlük hayattan sahneler çizdiği dönemlere ait kendi odasını çizdiği tabloydu. İlkokuldayken resim öğretmenim anlatmıştı bu tabloyu, o yüzden az çok tablo üzerinde bilgim vardı.
-Hatırladın değil mi tabloyu?
-Tabi ki, sınıfta resim öğretmenimizin anlattığı resim... Renk uyumu, tonlamaları harika, özellikle sarı ve tonları hakim. Öğretmenimiz bu renklerin bu kadar yoğun kullanılmasının nedenini Van Gogh’un geçirdiği kriz ve siddetli ağrılara bağlı olduğunu söylemişti.
O esnada yanımıza bir bey gelip:
-Van Gogh resimde kendini yaşamdan koparıp alacak yolu arıyordu. Coşkusunu, içinde kopan fırtınaları, hüzünleri, aşırı hislerini portrelere yansıtan ikinci bir ressam daha yoktur. Kendisiyle sürekli hesaplaşan, bir türlü emin olamayan, bir başkasına muhtaç olmaktan dolayı kendini ezik hisseden, inandığı yoldan vazgeçmeyen, çevresi tarafından anlaşılamayan bir ressamdı. Acılarıyla, mutsuzluğuyla, huzursuzluğuyla, arayışları, hırsı, coşkusu, sonsuz yalnızlığı, sevgiye açlığı, yoksulluğu, resme duyduğu saygıyı… Onu kelimelerle anlatmak neredeyse imkânsız, dedi gülümseyerek.
Haklıydı aslında. On yıllık çizim hayatına dokuz yüz tablo bin yüz çizim sığdırmıştı. Öyle lüks içinde de yasamıyordu. Bir tas çorba ile bir boya tüpü arasında tercih yapmak zorunda olduğu günler olmuştu. O hep resmi kurtuluş olarak görmüş tercihleride hep çizim ve renklerin dünyası olmuştu.
-Sen olsan ne yaparsın Ayaz? Tercihin bedeni doyurmak mı, yoksa ruhu doyurmak mı olurdu?
-Bu çok zor bir soru. Bizler, sen, ben paraya ya da maddiyata önem veren insanlar değiliz, ama yemek yerine sanatı tercih edecek kadar aç kalsam… İnan cevap konusunda dürüst olamayacağım sanırım. Onuda bu kadar özel yapan bu zaten. Kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan birinde ‘o kadar açım ki dayanamayıp resim yapamamaktan korkuyorum. Kendime daha az çalışmak mı yoksa aç kalmak mı diye sorduğumda daha az çalışmayı seçemiyorum hiç,’yazmış. Resim onun için bu dünyaya tutunduğu son daldı bana sorarsan. O yüzden hırsla umutla tutundu ona. Yoksa bu kadar acıya nasıl dayanırdı?
-Ne trajik bir hayat! Bu cümleyi güne bakan çiçeklerine bakarak söylemek ne kadar ironikti.1889 yılında genetik bir sara çeşidinin yol açtığı nöbetlere rağmen hırsla çalışmaya devam etti.O dayanılmaz acılar sırasında çizmişti bu günebakan çiçeklerini kendine bir nebze umut olsun diye.
-Sence de bu biraz haksızlık değil mi?
-Neden sordun şimdi bunu?
-Böyle harika bir ressamın yaşarken hiç tanınmayıp bir resminin dahi satılmamış olması ve bu yüzden ölünceye kadar kendini değersiz hissetmesi.
-Haklısın ama eğer kardeşi Theo olmasıydı belki bizler hiç bir  zaman Van Gogh ismini duymayabilirdik. En azından günümüzde hak ettiği değeri ve saygıyı görüyor.
-Neden?
-1890’ da Van Gogh silahla kendini vurarak intihar etti değil mi?
-Evet
-Cenaze töreninde kardeşi Theo kardeşinin yetmiş bir tablosunu cenazeye katılanlara dağıtmıştı. Bu da ünlenmesine büyük bir vesile oldu diye düşünüyorum.
Bir kaç adım attıktan sonra kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Umutla biraz da kalbim sızlayarak gözlerimi dikmiştim resme.
-Ah! Bu en sevdiklerimden ‘Bulutlu GöğünAltındaki Buğday Tarlası’ …Van Gogh’un bu resmi yaparken bu hüznü yaratmak için hiç zorlandığını zannetmiyorum.
-Neden böyle düşündüğünü sorabilir miyim?
-Basit. Tabloya iyice bak koyu mavi uçsuz bucaksız gibi bir gökyüzü  var, olabildiğince karmaşık ve kasvetli çizilmiş. Sarılar, yeşiller, beyazlarla renklendirilmiş buğday tarlaları var, resmin derinliğinde ise yalnızlığının sessiz çığlığı. O yalnızlığından, üzüntüsünden güç alan bir ressamdı, bu yüzden özel zaten. Mutlu olan bir insanda çizim yapar, neşeli resim çizebilir. Ama mutsuzken hele ki bu kadar acı içindeyken coşku ve umut dolu, neşeli resimler çizebilmek onu büyük ve eşsiz yapan bu aslında.
-Bir eleştirmen olarak neler dersin peki Van Gogh desem?
-Evet, bu zor bir soru. Fakat bana göre o hepsinden çok daha iyi bir ressam. Kuşkusuz, en popüler, tüm zamanların en iyi, en sevilen ressamı… Renklere olan hâkimiyeti olağan üstü. Azaplı hayatının acısını, harikulade bir güzelliğe dönüştürmüştü. Acıyı resmetmek kolaydır, fakat tutkunu ve acını muhteşem dünyamızın coşkusunu ve neşesini resmetmek için kullanmak bunu daha önce kimse yapmamıştı. Belki de bir daha kimse yapamayacak. Bana göre, Provence arazilerinde gezmiş bu garip, vahşi adam sadece dünyanın en iyi sanatçısı değil, yaşamış en harika insanlardan biriydi.
-Bunlar ne güzel övgüler, ah keşke yaşıyor olsa ve bir sanat eleştirmeninin şu sözlerini duyabilseydi mutluluktan gözlerinin dolacağına eminim.

Sanat uğruna neleri feda edebilirsin? Van Gogh sanat hayatı uğruna hayatını feda etmiş, aklını yitirmiştir. Ama o kısa ve ızdırap dolu hayatından hiç pişmanlık duymadı, her şeye rağmen doğru bildiği yolda yürüdü. O yolda yapayalnız yürüdü değeri bilinmese de. Maalesef sanatın kaderidir bu. Bazı şeyler yıllar sonra tozlu raflarda ışık saçmaya devam eder yıllara meydan okuyarak ve hak ettiği değeri eninde sonunda görür.

                                                                                                       ARZU DOGAN