Bazen
de alışılmış tarzda doğup gelişmez öykü dediğin.
Yaşadığın
çağda, yaşadığın coğrafyada seyrettiklerinin, duyduklarının üstüne boşalttığı çuvallar
dolusu çimentonun etkisiyle, yorgun ne kelime ölecekmişçesine bitkin uyandığın
sabahların birinde; ister istemez yok olmaya, yok etmeye dair bin bir duyguyla kalkarsın
yataktan. Öykü; bildiğin ne kadar kelime varsa hepsinden uzakta, kendi başına buyruk
hareket ederek, iraden dışında, kaleminin hepten dışında, birazdan hem yaşayacağın
hem seyredeceğin karelerle kendini, kendi kendine örmeye başlamıştır bile.
Sen
durumun farkına vardığında o yolu yarılamıştır. Gitmiş, bir banka oturmuş,
oradan el sallıyordur sana. Bank alışılmış yerlerden birinde değildir. Ne bir caddenin kenarında, ne bir ağacın
altında ve ne de bir çocuk parkındadır. Bank; sıradan bir çalışma masasından
belki çok az daha büyük boyutuyla denize uzanmış eğri büğrü iskelemsi bir taşın
üzerinde, yüzünü birkaç saat sonra batacak güneşe çevirmiştir. O bankı kim
koymuştur ki oraya? Ne zamandır oradadır, seni mi bekliyordur, belki de bekliyordur.
Öykünün yanına ilişirsin. Diğer yanına hiç konuşmasanız da niye konuşmuyor
tedirginliliğini yaşatmayacak o candan insan yerleşmiştir. Candan kelimesini
birkaç kez geçirirsin aklından, anlamını pekiştirirsin. Can; soluk alıp vermene
neden olansa, yaşıyor olduğunun kanıtıysa, candan olan da canına kattığın, var
oluşunu ondan ayrı düşünmek istemediğindir olsa olsa.
Öylece
oturursunuz bankta; sen, öykü ve candan olan… Hayalini kurduğun şu küçük kayığa
ya da kayığı olan bir tanıdığa ihtiyacın kalmadığı geçer aklından. Dört
diyemesek bile üç yanın denizdir işte, daha ne olsun?
Öykü denizin
üstündeki şamandıraya uzanan ipin üzerinde yürür bir ara. Turuncu renkli
şamandıranın üstüne zıplar, kahkahalar atarak hoopp diye denize bırakır kendini
sonra. Suyun altında kaybolur. Bir an yüreğin sıkışır, bitti mi yani diyen
gözlerle candana bakarsın. Candan gülümseyerek denizi işaret eder. Öykü sudan
yukarı çıkarmıştır başını. Karabatak misali bir dalar, bir çıkar, bir dalar,
bir çıkar. Her çıktığında yeni bir haberi vardır denizin dibinden. Küçük balık
sürüsü der… Yosunlar dans ediyor der… Kırık su testisinin içindeki ahtapotun
henüz yavru olduğunu söyler… İki yengeçten bahseder… Kendisinden korkup kaçarak
yuvalarına saklanmaya çalışmalarını anlatır uzun uzun… Sonra üzgün bir yüzle
ölü bir denizyıldızını sallar elinde…
Ardından rotasını
ufuk çizgisine iyice yaklaşmış güneşe çevirir. Onunla birlikte senin bakışların
da artık göz kamaştırmayan ve gökyüzünü türlü renklere boyayan ışıklara
yönelmiştir. Öykü kırmızıdan, sarıya, pembeden, mora, maviye, beyaza dönüşüp
durmaktadır aralıksız. Yüzüne bir gülümseme, bedenine huzura benzer bir gevşeme
yayılır. Yanı başındakine bakarsın, gözlerinin yarı kapanmışlığını görünce
seninle aynı durumda olduğunu düşünürsün. İçin ışıldar bu kez, paylaşmanın
tadına bırakırsın kendini.
Derken bir
telefon sesi duyulur. Candan gözlerini açar, sen dikleşirsin oturduğun bankta. Başınızın
üstünde kanatlarını açmış dolanan öykü de duymuştur sesi. Ne olacağını
anlamıştır. Henüz telefon açılmadan şimşek hızıyla göğsüne doğru uçar ve içine
yerleşir kendini korumak için. Göğüs boşluğunda, kalbinin yakınındaki bir
yerlerde yıllardır birikmiş olan hazinenin parçası olmaya hazırdır.
Gökyüzüne
bakarsın, tek tük parlamaya başlamış yıldızları görürsün. Elini uzatıp
içlerinden birkaç tanesini alırsın. Yerleştirdiğin kutuda uykuya dalmak üzere
olan öykünün yanına koyarsın usulca. Bir süre seyredersin onları ve vakti
geldiğinde açmak üzere kutunun kapağını kapatırsın yavaşça.
Filiz Engin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder