Bankta- Filiz Engin

Bazen de alışılmış tarzda doğup gelişmez öykü dediğin.

Yaşadığın çağda, yaşadığın coğrafyada seyrettiklerinin, duyduklarının üstüne boşalttığı çuvallar dolusu çimentonun etkisiyle, yorgun ne kelime ölecekmişçesine bitkin uyandığın sabahların birinde; ister istemez yok olmaya, yok etmeye dair bin bir duyguyla kalkarsın yataktan. Öykü; bildiğin ne kadar kelime varsa hepsinden uzakta, kendi başına buyruk hareket ederek, iraden dışında, kaleminin hepten dışında, birazdan hem yaşayacağın hem seyredeceğin karelerle kendini, kendi kendine örmeye başlamıştır bile.

Sen durumun farkına vardığında o yolu yarılamıştır. Gitmiş, bir banka oturmuş, oradan el sallıyordur sana. Bank alışılmış yerlerden birinde değildir.  Ne bir caddenin kenarında, ne bir ağacın altında ve ne de bir çocuk parkındadır. Bank; sıradan bir çalışma masasından belki çok az daha büyük boyutuyla denize uzanmış eğri büğrü iskelemsi bir taşın üzerinde, yüzünü birkaç saat sonra batacak güneşe çevirmiştir. O bankı kim koymuştur ki oraya? Ne zamandır oradadır, seni mi bekliyordur, belki de bekliyordur. Öykünün yanına ilişirsin. Diğer yanına hiç konuşmasanız da niye konuşmuyor tedirginliliğini yaşatmayacak o candan insan yerleşmiştir. Candan kelimesini birkaç kez geçirirsin aklından, anlamını pekiştirirsin. Can; soluk alıp vermene neden olansa, yaşıyor olduğunun kanıtıysa, candan olan da canına kattığın, var oluşunu ondan ayrı düşünmek istemediğindir olsa olsa.

Öylece oturursunuz bankta; sen, öykü ve candan olan… Hayalini kurduğun şu küçük kayığa ya da kayığı olan bir tanıdığa ihtiyacın kalmadığı geçer aklından. Dört diyemesek bile üç yanın denizdir işte, daha ne olsun?

Öykü denizin üstündeki şamandıraya uzanan ipin üzerinde yürür bir ara. Turuncu renkli şamandıranın üstüne zıplar, kahkahalar atarak hoopp diye denize bırakır kendini sonra. Suyun altında kaybolur. Bir an yüreğin sıkışır, bitti mi yani diyen gözlerle candana bakarsın. Candan gülümseyerek denizi işaret eder. Öykü sudan yukarı çıkarmıştır başını. Karabatak misali bir dalar, bir çıkar, bir dalar, bir çıkar. Her çıktığında yeni bir haberi vardır denizin dibinden. Küçük balık sürüsü der… Yosunlar dans ediyor der… Kırık su testisinin içindeki ahtapotun henüz yavru olduğunu söyler… İki yengeçten bahseder… Kendisinden korkup kaçarak yuvalarına saklanmaya çalışmalarını anlatır uzun uzun… Sonra üzgün bir yüzle ölü bir denizyıldızını sallar elinde… 

Ardından rotasını ufuk çizgisine iyice yaklaşmış güneşe çevirir. Onunla birlikte senin bakışların da artık göz kamaştırmayan ve gökyüzünü türlü renklere boyayan ışıklara yönelmiştir. Öykü kırmızıdan, sarıya, pembeden, mora, maviye, beyaza dönüşüp durmaktadır aralıksız. Yüzüne bir gülümseme, bedenine huzura benzer bir gevşeme yayılır. Yanı başındakine bakarsın, gözlerinin yarı kapanmışlığını görünce seninle aynı durumda olduğunu düşünürsün. İçin ışıldar bu kez, paylaşmanın tadına bırakırsın kendini.

Derken bir telefon sesi duyulur. Candan gözlerini açar, sen dikleşirsin oturduğun bankta. Başınızın üstünde kanatlarını açmış dolanan öykü de duymuştur sesi. Ne olacağını anlamıştır. Henüz telefon açılmadan şimşek hızıyla göğsüne doğru uçar ve içine yerleşir kendini korumak için. Göğüs boşluğunda, kalbinin yakınındaki bir yerlerde yıllardır birikmiş olan hazinenin parçası olmaya hazırdır.

Gökyüzüne bakarsın, tek tük parlamaya başlamış yıldızları görürsün. Elini uzatıp içlerinden birkaç tanesini alırsın. Yerleştirdiğin kutuda uykuya dalmak üzere olan öykünün yanına koyarsın usulca. Bir süre seyredersin onları ve vakti geldiğinde açmak üzere kutunun kapağını kapatırsın yavaşça. 

                                                Filiz Engin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder