
Evlerin, dükkânların ışıkları yandı bir
bir. Yağmurdan ıslanıp ayna gibi olmuş yollar, kaldırımlar, ışıkları yansıtıp
çoğaltıyordu. Şıkır şıkırdı her yer. Karşı apartmanın ışıkları olduğu gibi yola
düşüyordu. Birinci katın balkonu aydınlandı. Bir kadın çıktı balkona. Eğilip
bir şeyler aldı yerden. İçeri girip tül perdeyi çekti. İçinden yalvardı adam,
“Kalın perdeyi çekme n’olur, bırak kalsın!” Evin mutfağıydı galiba. Biraz
dikkatli bakınca aspiratörü gördü. Kadın aspiratörün altında bir şeyleri
karıştırıyor, kaşıkla tadına bakıyor, sonra biraz daha karıştırıyor, sonra arkasını
dönüp bir şeyler alıp tekrar aspiratörün altına, ocağa dönüyordu. O mutfakta
hayal etti kendini, üzerinde kırmızı bir süveterle. Dertsiz tasasız, rahat
adamların rengiydi kırmızı. Bir kırmızı süveterinin olması şarttı bu yüzden. Kuru fasulye kokusu geldi adamın burnuna.
Şöyle mis gibi, helmelenmiş bir tabak fasulye geçti gözünün önünden. “Belki bi
tabak da pilav, tane tane, etli…” Üst kattaki balkona yaşlıca bir adam çıktı.
Dirseklerini balkon demirlerine dayayıp yağmuru izledi bir süre. İçeriye
seslendi. Bir kadın ağır aksak geldi. Adamın omuzlarına bir hırka koyup, aynı
ağır aksak adımlarla içeri girdi. Mutfaktaki kadın balkona çıktı yine. Bir
sepet sallandırdı aşağıya. Eğilip seslendi, “Süleyman! Bi kafa sarımsakla bi
paket de sigara atıversene sepete ablam ya.” Dayanıp balkon duvarına etrafa
bakındı bakkalı beklerken. Bakkal
elindekileri sepete koyup kafasını kaldırmadan seslendi yukarıya, “Tamamdır
abla, çek…”
Tarhana sarımsaksız olur muydu? Yarın
Cumartesiydi nasıl olsa. Koksa n’olurdu ki? Kuru börülce de haşlamıştı
tarhananın içine. Bir tabak da kızartma… Biberli falan. Üstüne de sarımsaklı
yoğurt. Eeee sarımsak? “Öööfff” dedi kadın içinden. Ocağı kısıp balkona çıktı.
Sepeti aşağıya sallayıp seslendi aşağıdakilere. Sigara geldi aklına son anda.
İki tek kalmıştı pakette. Dükkân müşteri doluydu bu saatte. Öyle hemen gelmezdi
siparişleri. Çorba taşmasaydı bari. Hava
da soğumuştu. Ama nasıl da güzel yağıyordu. Dayanıp balkonun duvarına, yola,
parka baktı hayran hayran. Bi de şu ağaçları kel bırakacak kadar budamasalardı
ya. Her bakışında sinir oluyordu kadın. “Ne istediniz güzelim ağaçlardan yahu” dedi
bir kez daha sinirle. Liseliler geçti koşarak. Cıvıl cıvıldılar. Serçe sürüsü
gibi, şamataları gelip geçiverdi parkın bir ucundan diğer ucuna. Tiyatro salonunun kapısındaki sütuna
yaslanmış oturuyordu birisi. Tiyatro çalışması vardı demek ki bu akşam. Kapılar
daha açılmamış. En heveslileri, en erken gelmiş, bekliyor. Birazdan doluşur
hepsi. Tanırdı kadın tiyatrocu çocukların çoğunu. Biraz daha aydınlık olsa,
sütunun altında oturup bekleyeni de çıkaracaktı muhtemelen. Süleyman seslendi
aşağıdan, “Tamamdır abla, çek…”
Rüzgar da başlamıştı. Daha kuytu olur diye sütunun
arkasına saklandı adam. Mart mıydı Şubat mı? Mart olması lazımdı. Ama Şubat
gibiydi. Gündüz, güneşin altı neyse de, gece bastırınca… “ Bi de rüzgar,
anasını satıyim” dedi adam. “ Donmadan sabaha çıksam da ciğerler dayanmaz bu
gidişle.” Sıçan gibi ıslanmıştı adam inşaattan tiyatronun önüne kadar.
Ayakkabıları su dolmuştu. Bastıkça cırk cırk su sıçrıyordu içinden. “Mukavvamı
da kaptı namussuz Cımbız,” diye söylendi. “Sererdim şu kapının dibine, buzdolabı
mukavvasını da üstüme… Sabahı bulurdum. Ulan durmadı gitti canına yandığımın
yağmuru. Bi nefes aldırsa, karşıki bakkaldan bulurum bir iki bisküüt kartonu.” “Salak Cımbız,” dedi öfkeyle. “Bok mu vardı
çaldın bekçinin sigarasını? Kovulduk işte inşaattan. Başımızı sokçak bi dam
vardı, ondan da olduk. Ulan… Kartonlarımı da kaptı şerefsiz.” Ah camiye bi ulaşabilseydi… Hiç bu kadar göz
önünde kalmamıştı bu güne kadar. Çok
değil daha bu kışa kadar apartmanların çoğunun kapısı açık kalırdı. Gece el
ayak çekilince usulca girer, merdiven altlarında sabahlardı. Sabah da gün doğar
doğmaz, kimselere görünmeden çıkar giderdi. Ama işte bu sonbaharda, sağda solda
bombalar patlayınca insanları aldı bi korku. Bi de hırsızlar vardı tabii.
İkinci kata bile tırmananlar, çelik kapıları bile patlatıp sansar gibi evlere
dalanlar… Herkes kapılarının kilitlerini yeniledi. Apartman kapıları yağ gibi,
kendi kendisine kapanır olunca inşaatların penceresiz kapısız duvarları arasına
sığınmak kaldı geriye. Bi de caminin
avlusundaki banklar iyiydi. Üstlerine gölgelik niyetine sardırılan sarmaşıklar
battaniye gibiydi. Caminin hademesiyle anlaşıp geceleri şadırvanın muslukları
çalınmasın diye bekçilik yapması karşılığında bankların üzerinde sabahlayabiliyordu.
Arada sırada hayır pilavı, hayır lokması, çorba ısmarlayan esnafıydı derken,
iyi kötü karnı da doyuyordu. Sonra, nasıl olduysa bir hırsız dadandı camiye.
Cemaatin ayakkabılarının yok olmasıyla başladı her şey. Derin derin uyuduğu bir gece, caminin ferforje
avlu kapısı da çalınınca sabahına kovuldu adam. Ben yapmadım, hatta görmedim
bil, dediyse de anlatamadı. Sonrası, güzel havalarda parkların banklarında, bu
gün kovulana kadar inşaatlarda, geçti gitti işte.
Mutfağın ışığı yandı yine. Kadını gördü pencereden. Eğilip kalkıyor, bir
şeyleri alıp bir yerlere götürüyor, mutfak dolaplarının kapaklarını açıp
içlerine bir şeyler koyup, tekrar kapatıyordu. Elektrikli süpürgenin sesi
çınlattı sokağı. Kadın mutfağı süpürüyordu. Balkona çıktı yine. Yere bir şey
bırakıp içeri girdi. Elinde çay bardağıyla çıktı tekrar balkona. Bir de sigara
yaktı. Uzun uzun yola baktı. Sonra parka, sonra adama… “Çay” dedi adam,
“olsaydı şimdi sıcacık, demli…” Gecenin karanlığı çay olup aktı adamın
gözlerine.
Günün en çok bu saatini seviyordu kadın.
Yemek telaşı bitmiş, mutfak toplanıp çöp balkona çıkarılmış, çay demlenmiş…
Çayını alıp balkona çıktı. Bir de sigara… Nasıl da deli gibi yağıyordu demin. Rüzgâr
yağmuru alıp alıp camlara vurmuş, yarım saatte balkon suyla dolmuştu. Sanki o
değil gibi, sokakta sükunet hakimdi şimdi. Arada
bir hafif hafif esen yel, elektrik tellerindeki yağmur damlalarını kaldırıma
düşürüyordu. Minik minik şıpırtılar, sıcacık çay, bir nefes de sigara… Parktaki
minik gölcüklere takıldı gözü ve adama. Adam büzülmüş, aynı yerde oturuyordu.
Yok, tiyatrocu falan değildi bu. Birini mi bekliyordu? Randevuya geç kalmış
sevgili, alacaklısını atlatan borçlu? Yoksa
birazdan geçip gidecek sevdiğini birkaç dakikalığına da olsa görebilmek için
bekleyen platonik bir aşık mıydı? Hem de bu zamanda? Güldü kadın. Tekrarladı
içinden, “Hem de bu zamanda…” Ne çok şeyi eskitip tedavülden kaldırmıştı zaman.
Aşkı, güveni hatta samimiyeti… Yine
olmuştu işte… Garip bir melankoli basardı yağmurla bir ruhunu. Hep yağmur
yüzündendi. Yüreğinde iflah olmaz bir sızı…
İliklerine kadar ıslanmış, üşüyordu
adam. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını topladı, bağdaş kurup oturmayı denedi. Diz
kapaklarında iflah olmaz bir sızı… Hep yağmur yüzündendi. Şimdi gürül gürül
yanan tuğlalı bir sobanın başında oturmak vardı. “Uyursam donar mıyım?” diye
sordu kendine. Gözleri kapanıyordu. Uyumaması gerektiğine karar verdi. Hazır
yağmur durmuşken kalksa, biraz yürüse ısınırdı belki. Yan taraftaki kahvehaneye
doğru birkaç adım attı. Beş kuruşu yoktu oturup çay içmeye. Bu yüzden cesaret
edememişti girip oturmaya. Adam beleşe oturtur muydu beş parasız birini, hem de
başköşede? Buğulanmış camlardan az çok
görünüyordu içerisi. Tıklım tıklım doluydu. Bu kalabalıkta girse, birkaç dakika
ısınıp çıksa… Kim fark edecekti ki?
Yavaşça iteledi kapıyı. Okey taşlarının şakırtısı arasında kimse duymadı
kapının paslı menteşesinin çıkardığı gıcırtıyı. Adam görünmemek için kapının
yanı başındaki sandalyelerden birine ilişti sessizce. Daha elleri bile
ısınmamıştı ki kahvecinin çırağı dikildi tepesine. “Çay?” “Bi arkadaşı bekliyom
ben,” dedi adam. “Gelince beraber içeriz.” Çırak gitti, az sonra kahveci gelip
sordu adama, “Bilader kimi bekliyon sen? Ama öyle oturmakla olmaz ki.” Adam kem
küm etti, iki lafı bir araya getirip konuşamadı. Zaten yayılan ağır koku,
üstündeki yırtık, kirli giysiler anlatıyordu her şeyi. Kahveci bir bardak çay
getirdi masaya. “Bu benden,” dedi. “Afiyet olsun iç, ama sonra kalkman lazım
bilader. Kızılay çadırı değil burası.”
Adam kahveciye içinden kopup gelen bütün hayır dualarını etti. Sıcak,
şekerli çayı olabildiğince ağırdan alarak içip bitirdi. Kalkıp, çaresiz,
sütunun dibine gelip oturdu. Gece yarısı olmak üzereydi.
Mutfağın ışığı yandı bir kez daha. Bu
sefer bir adam gelip dikildi balkon kapısına. Uzun uzun baktı parka. Balkon
kapısını kapatıp girdi içeri. Kapıyı şakır şakır kilitledi sıkıca. Perdeleri
çekti, ışığı söndürdü. Bakkal, kahvehane çoktan kapanmıştı. Evlerin ışıkları bir bir söndü. Bir tek sokak
lambaları, cılız, sönük… Loş sokak, yağmur, soğuk ve donduran yalnızlık... Bu
gece sabaha kavuşur muydu? 26 Mart 2016 Sonsuz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder