Bir Evsiz Hikayesi-Filiz Sonsuz

Sırtını tiyatro salonunun girişindeki sütuna dayayıp kuru betona attı kendini adam. Güneş indi inecek, kararacaktı birazdan ortalık. Gece basmadan ve yağmur tekrar başlamadan bir yerlere varma telaşındaki insanlar, tir tir titreyen adamı fark etmeden, hızlı hızlı geçip gittiler yanından.  Ayağa kalktı, yorgunluktan, ama en çok da açlıktan sendeleyerek. Paltosunu çıkarıp, çamaşır asan kadınlar gibi, ama parçalanıp dağılmasından da korkarak hafifçe silkeledi. Neredeyse yirmi dakikadır yürüyordu yağmurun altında. Paltoyu sıksan bi kova su çıkacak. Gündüz olsa, sererdi bi ağacın dalına, güneşte kurusun. “Ulan salak,” dedi kendi kendine, “Koca gün güneş mi vardı da paltoyu kurutacaktın?”

       Evlerin, dükkânların ışıkları yandı bir bir. Yağmurdan ıslanıp ayna gibi olmuş yollar, kaldırımlar, ışıkları yansıtıp çoğaltıyordu. Şıkır şıkırdı her yer. Karşı apartmanın ışıkları olduğu gibi yola düşüyordu. Birinci katın balkonu aydınlandı. Bir kadın çıktı balkona. Eğilip bir şeyler aldı yerden. İçeri girip tül perdeyi çekti. İçinden yalvardı adam, “Kalın perdeyi çekme n’olur, bırak kalsın!” Evin mutfağıydı galiba. Biraz dikkatli bakınca aspiratörü gördü. Kadın aspiratörün altında bir şeyleri karıştırıyor, kaşıkla tadına bakıyor, sonra biraz daha karıştırıyor, sonra arkasını dönüp bir şeyler alıp tekrar aspiratörün altına, ocağa dönüyordu. O mutfakta hayal etti kendini, üzerinde kırmızı bir süveterle. Dertsiz tasasız, rahat adamların rengiydi kırmızı. Bir kırmızı süveterinin olması şarttı bu yüzden.  Kuru fasulye kokusu geldi adamın burnuna. Şöyle mis gibi, helmelenmiş bir tabak fasulye geçti gözünün önünden. “Belki bi tabak da pilav, tane tane, etli…”   Üst kattaki balkona yaşlıca bir adam çıktı. Dirseklerini balkon demirlerine dayayıp yağmuru izledi bir süre. İçeriye seslendi. Bir kadın ağır aksak geldi. Adamın omuzlarına bir hırka koyup, aynı ağır aksak adımlarla içeri girdi. Mutfaktaki kadın balkona çıktı yine. Bir sepet sallandırdı aşağıya. Eğilip seslendi, “Süleyman! Bi kafa sarımsakla bi paket de sigara atıversene sepete ablam ya.” Dayanıp balkon duvarına etrafa bakındı bakkalı beklerken.  Bakkal elindekileri sepete koyup kafasını kaldırmadan seslendi yukarıya, “Tamamdır abla, çek…”

       Tarhana sarımsaksız olur muydu? Yarın Cumartesiydi nasıl olsa. Koksa n’olurdu ki? Kuru börülce de haşlamıştı tarhananın içine. Bir tabak da kızartma… Biberli falan. Üstüne de sarımsaklı yoğurt. Eeee sarımsak? “Öööfff” dedi kadın içinden. Ocağı kısıp balkona çıktı. Sepeti aşağıya sallayıp seslendi aşağıdakilere. Sigara geldi aklına son anda. İki tek kalmıştı pakette. Dükkân müşteri doluydu bu saatte. Öyle hemen gelmezdi siparişleri. Çorba taşmasaydı bari.  Hava da soğumuştu. Ama nasıl da güzel yağıyordu. Dayanıp balkonun duvarına, yola, parka baktı hayran hayran. Bi de şu ağaçları kel bırakacak kadar budamasalardı ya. Her bakışında sinir oluyordu kadın. “Ne istediniz güzelim ağaçlardan yahu” dedi bir kez daha sinirle. Liseliler geçti koşarak. Cıvıl cıvıldılar. Serçe sürüsü gibi, şamataları gelip geçiverdi parkın bir ucundan diğer ucuna.    Tiyatro salonunun kapısındaki sütuna yaslanmış oturuyordu birisi. Tiyatro çalışması vardı demek ki bu akşam. Kapılar daha açılmamış. En heveslileri, en erken gelmiş, bekliyor. Birazdan doluşur hepsi. Tanırdı kadın tiyatrocu çocukların çoğunu. Biraz daha aydınlık olsa, sütunun altında oturup bekleyeni de çıkaracaktı muhtemelen. Süleyman seslendi aşağıdan, “Tamamdır abla, çek…”

    Rüzgar da başlamıştı. Daha kuytu olur diye sütunun arkasına saklandı adam. Mart mıydı Şubat mı? Mart olması lazımdı. Ama Şubat gibiydi. Gündüz, güneşin altı neyse de, gece bastırınca… “ Bi de rüzgar, anasını satıyim” dedi adam. “ Donmadan sabaha çıksam da ciğerler dayanmaz bu gidişle.” Sıçan gibi ıslanmıştı adam inşaattan tiyatronun önüne kadar. Ayakkabıları su dolmuştu. Bastıkça cırk cırk su sıçrıyordu içinden. “Mukavvamı da kaptı namussuz Cımbız,” diye söylendi.  “Sererdim şu kapının dibine, buzdolabı mukavvasını da üstüme… Sabahı bulurdum. Ulan durmadı gitti canına yandığımın yağmuru. Bi nefes aldırsa, karşıki bakkaldan bulurum bir iki bisküüt kartonu.”  “Salak Cımbız,” dedi öfkeyle. “Bok mu vardı çaldın bekçinin sigarasını? Kovulduk işte inşaattan. Başımızı sokçak bi dam vardı, ondan da olduk. Ulan… Kartonlarımı da kaptı şerefsiz.”  Ah camiye bi ulaşabilseydi… Hiç bu kadar göz önünde kalmamıştı bu güne kadar.  Çok değil daha bu kışa kadar apartmanların çoğunun kapısı açık kalırdı. Gece el ayak çekilince usulca girer, merdiven altlarında sabahlardı. Sabah da gün doğar doğmaz, kimselere görünmeden çıkar giderdi. Ama işte bu sonbaharda, sağda solda bombalar patlayınca insanları aldı bi korku. Bi de hırsızlar vardı tabii. İkinci kata bile tırmananlar, çelik kapıları bile patlatıp sansar gibi evlere dalanlar… Herkes kapılarının kilitlerini yeniledi. Apartman kapıları yağ gibi, kendi kendisine kapanır olunca inşaatların penceresiz kapısız duvarları arasına sığınmak kaldı geriye.  Bi de caminin avlusundaki banklar iyiydi. Üstlerine gölgelik niyetine sardırılan sarmaşıklar battaniye gibiydi. Caminin hademesiyle anlaşıp geceleri şadırvanın muslukları çalınmasın diye bekçilik yapması karşılığında bankların üzerinde sabahlayabiliyordu. Arada sırada hayır pilavı, hayır lokması, çorba ısmarlayan esnafıydı derken, iyi kötü karnı da doyuyordu. Sonra, nasıl olduysa bir hırsız dadandı camiye. Cemaatin ayakkabılarının yok olmasıyla başladı her şey.  Derin derin uyuduğu bir gece, caminin ferforje avlu kapısı da çalınınca sabahına kovuldu adam. Ben yapmadım, hatta görmedim bil, dediyse de anlatamadı. Sonrası, güzel havalarda parkların banklarında, bu gün kovulana kadar inşaatlarda, geçti gitti işte.

        Mutfağın ışığı yandı yine.  Kadını gördü pencereden. Eğilip kalkıyor, bir şeyleri alıp bir yerlere götürüyor, mutfak dolaplarının kapaklarını açıp içlerine bir şeyler koyup, tekrar kapatıyordu. Elektrikli süpürgenin sesi çınlattı sokağı. Kadın mutfağı süpürüyordu. Balkona çıktı yine. Yere bir şey bırakıp içeri girdi. Elinde çay bardağıyla çıktı tekrar balkona. Bir de sigara yaktı. Uzun uzun yola baktı. Sonra parka, sonra adama… “Çay” dedi adam, “olsaydı şimdi sıcacık, demli…”  Gecenin karanlığı çay olup aktı adamın gözlerine.

        Günün en çok bu saatini seviyordu kadın. Yemek telaşı bitmiş, mutfak toplanıp çöp balkona çıkarılmış, çay demlenmiş… Çayını alıp balkona çıktı. Bir de sigara… Nasıl da deli gibi yağıyordu demin. Rüzgâr yağmuru alıp alıp camlara vurmuş, yarım saatte balkon suyla dolmuştu. Sanki o değil gibi, sokakta sükunet hakimdi şimdi. Arada bir hafif hafif esen yel, elektrik tellerindeki yağmur damlalarını kaldırıma düşürüyordu. Minik minik şıpırtılar, sıcacık çay, bir nefes de sigara… Parktaki minik gölcüklere takıldı gözü ve adama. Adam büzülmüş, aynı yerde oturuyordu. Yok, tiyatrocu falan değildi bu. Birini mi bekliyordu? Randevuya geç kalmış sevgili, alacaklısını atlatan borçlu?  Yoksa birazdan geçip gidecek sevdiğini birkaç dakikalığına da olsa görebilmek için bekleyen platonik bir aşık mıydı? Hem de bu zamanda? Güldü kadın. Tekrarladı içinden, “Hem de bu zamanda…” Ne çok şeyi eskitip tedavülden kaldırmıştı zaman. Aşkı, güveni hatta samimiyeti…  Yine olmuştu işte… Garip bir melankoli basardı yağmurla bir ruhunu. Hep yağmur yüzündendi. Yüreğinde iflah olmaz bir sızı…

         İliklerine kadar ıslanmış, üşüyordu adam. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını topladı, bağdaş kurup oturmayı denedi. Diz kapaklarında iflah olmaz bir sızı… Hep yağmur yüzündendi. Şimdi gürül gürül yanan tuğlalı bir sobanın başında oturmak vardı. “Uyursam donar mıyım?” diye sordu kendine. Gözleri kapanıyordu. Uyumaması gerektiğine karar verdi. Hazır yağmur durmuşken kalksa, biraz yürüse ısınırdı belki. Yan taraftaki kahvehaneye doğru birkaç adım attı. Beş kuruşu yoktu oturup çay içmeye. Bu yüzden cesaret edememişti girip oturmaya. Adam beleşe oturtur muydu beş parasız birini, hem de başköşede?  Buğulanmış camlardan az çok görünüyordu içerisi. Tıklım tıklım doluydu. Bu kalabalıkta girse, birkaç dakika ısınıp çıksa… Kim fark edecekti ki?  Yavaşça iteledi kapıyı. Okey taşlarının şakırtısı arasında kimse duymadı kapının paslı menteşesinin çıkardığı gıcırtıyı. Adam görünmemek için kapının yanı başındaki sandalyelerden birine ilişti sessizce. Daha elleri bile ısınmamıştı ki kahvecinin çırağı dikildi tepesine. “Çay?” “Bi arkadaşı bekliyom ben,” dedi adam. “Gelince beraber içeriz.” Çırak gitti, az sonra kahveci gelip sordu adama, “Bilader kimi bekliyon sen? Ama öyle oturmakla olmaz ki.” Adam kem küm etti, iki lafı bir araya getirip konuşamadı. Zaten yayılan ağır koku, üstündeki yırtık, kirli giysiler anlatıyordu her şeyi. Kahveci bir bardak çay getirdi masaya. “Bu benden,” dedi. “Afiyet olsun iç, ama sonra kalkman lazım bilader. Kızılay çadırı değil burası.”  Adam kahveciye içinden kopup gelen bütün hayır dualarını etti. Sıcak, şekerli çayı olabildiğince ağırdan alarak içip bitirdi. Kalkıp, çaresiz, sütunun dibine gelip oturdu. Gece yarısı olmak üzereydi.

          Mutfağın ışığı yandı bir kez daha. Bu sefer bir adam gelip dikildi balkon kapısına. Uzun uzun baktı parka. Balkon kapısını kapatıp girdi içeri. Kapıyı şakır şakır kilitledi sıkıca. Perdeleri çekti, ışığı söndürdü. Bakkal, kahvehane çoktan kapanmıştı.  Evlerin ışıkları bir bir söndü. Bir tek sokak lambaları, cılız, sönük… Loş sokak, yağmur, soğuk ve donduran yalnızlık... Bu gece sabaha kavuşur muydu?    26 Mart 2016 Sonsuz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder