Van Gogh/ Arzu Doğan

Yağmurlu  bir gündü. Tüm gün kara bulutlar dağılmamış, akşam saatlerinde beklenen yağmur yağmaya başlamıştı. Havanın da vermiş olduğu kasvetle evde her zamanki gibi birkaç piyano provası yaptım ama   içimdeki hüzün dağılmıyordu. En iyisi çay içmekti. Çayı demlediğimde zil çaldı, gelen Ayaz’dı. İçeriye gel desemde elindeki iki bileti göstererek ‘Hazırlan senibir yere götüreceğim’ diyerek apar topar evden çıktık. Gülümsüyor ama nereye gittiğimizi söylemiyordu.
Sonunda bir resim galerisinin önünde durduk. Dışarıdaki tanıtım afişi nefesimin kesilmesine neden oldu. O mavigözleri nasıl unutabilirim? Kendi resmini yapan en saygı duyduğum ressam Van Gogh’un resim sergisiydi. O sıradaki kalp atışımın ritmini piyanoyla bile tarif edemem.
Coşkulu adımlarla içeriye geçtik. Hayatı boyunca tek bir resmi dahi satılmamış, kimse tarafından anlaşılamamış, kendini daima işe yaramaz yük olarak gören, hayatı ıstırapla geçen hüzünler sanatçısını, onun resimlerini, resme ve kalbe dokunuşlarını inceleyebilecek olmak, ah bu tarifsiz bir şans ve mutluluktu.
İçerisi oldukça kalabalıktı. Sergi resim meraklılarının ve sanat eleştirmenlerinin, koleksiyoncuların oldukça ilgisini çekmişti sanırım. Ölümden sonra anlaşılmak, değerli olmak her sanatçının biraz kaderiydi. Kalabalık her bir tablonun önünde duruyor resmi değerlendiriyor, kendi aralarında bazen hararetli tartışmalar yapıyordu. Bazı cümlelere kulak misafiri olsam da önceliğim tablolar ve renklerin cazibesiydi.
Bir tablonun önünde tartışmalar yoğunlaşmıştı. Günlük hayattan sahneler çizdiği dönemlere ait kendi odasını çizdiği tabloydu. İlkokuldayken resim öğretmenim anlatmıştı bu tabloyu, o yüzden az çok tablo üzerinde bilgim vardı.
-Hatırladın değil mi tabloyu?
-Tabi ki, sınıfta resim öğretmenimizin anlattığı resim... Renk uyumu, tonlamaları harika, özellikle sarı ve tonları hakim. Öğretmenimiz bu renklerin bu kadar yoğun kullanılmasının nedenini Van Gogh’un geçirdiği kriz ve siddetli ağrılara bağlı olduğunu söylemişti.
O esnada yanımıza bir bey gelip:
-Van Gogh resimde kendini yaşamdan koparıp alacak yolu arıyordu. Coşkusunu, içinde kopan fırtınaları, hüzünleri, aşırı hislerini portrelere yansıtan ikinci bir ressam daha yoktur. Kendisiyle sürekli hesaplaşan, bir türlü emin olamayan, bir başkasına muhtaç olmaktan dolayı kendini ezik hisseden, inandığı yoldan vazgeçmeyen, çevresi tarafından anlaşılamayan bir ressamdı. Acılarıyla, mutsuzluğuyla, huzursuzluğuyla, arayışları, hırsı, coşkusu, sonsuz yalnızlığı, sevgiye açlığı, yoksulluğu, resme duyduğu saygıyı… Onu kelimelerle anlatmak neredeyse imkânsız, dedi gülümseyerek.
Haklıydı aslında. On yıllık çizim hayatına dokuz yüz tablo bin yüz çizim sığdırmıştı. Öyle lüks içinde de yasamıyordu. Bir tas çorba ile bir boya tüpü arasında tercih yapmak zorunda olduğu günler olmuştu. O hep resmi kurtuluş olarak görmüş tercihleride hep çizim ve renklerin dünyası olmuştu.
-Sen olsan ne yaparsın Ayaz? Tercihin bedeni doyurmak mı, yoksa ruhu doyurmak mı olurdu?
-Bu çok zor bir soru. Bizler, sen, ben paraya ya da maddiyata önem veren insanlar değiliz, ama yemek yerine sanatı tercih edecek kadar aç kalsam… İnan cevap konusunda dürüst olamayacağım sanırım. Onuda bu kadar özel yapan bu zaten. Kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan birinde ‘o kadar açım ki dayanamayıp resim yapamamaktan korkuyorum. Kendime daha az çalışmak mı yoksa aç kalmak mı diye sorduğumda daha az çalışmayı seçemiyorum hiç,’yazmış. Resim onun için bu dünyaya tutunduğu son daldı bana sorarsan. O yüzden hırsla umutla tutundu ona. Yoksa bu kadar acıya nasıl dayanırdı?
-Ne trajik bir hayat! Bu cümleyi güne bakan çiçeklerine bakarak söylemek ne kadar ironikti.1889 yılında genetik bir sara çeşidinin yol açtığı nöbetlere rağmen hırsla çalışmaya devam etti.O dayanılmaz acılar sırasında çizmişti bu günebakan çiçeklerini kendine bir nebze umut olsun diye.
-Sence de bu biraz haksızlık değil mi?
-Neden sordun şimdi bunu?
-Böyle harika bir ressamın yaşarken hiç tanınmayıp bir resminin dahi satılmamış olması ve bu yüzden ölünceye kadar kendini değersiz hissetmesi.
-Haklısın ama eğer kardeşi Theo olmasıydı belki bizler hiç bir  zaman Van Gogh ismini duymayabilirdik. En azından günümüzde hak ettiği değeri ve saygıyı görüyor.
-Neden?
-1890’ da Van Gogh silahla kendini vurarak intihar etti değil mi?
-Evet
-Cenaze töreninde kardeşi Theo kardeşinin yetmiş bir tablosunu cenazeye katılanlara dağıtmıştı. Bu da ünlenmesine büyük bir vesile oldu diye düşünüyorum.
Bir kaç adım attıktan sonra kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Umutla biraz da kalbim sızlayarak gözlerimi dikmiştim resme.
-Ah! Bu en sevdiklerimden ‘Bulutlu GöğünAltındaki Buğday Tarlası’ …Van Gogh’un bu resmi yaparken bu hüznü yaratmak için hiç zorlandığını zannetmiyorum.
-Neden böyle düşündüğünü sorabilir miyim?
-Basit. Tabloya iyice bak koyu mavi uçsuz bucaksız gibi bir gökyüzü  var, olabildiğince karmaşık ve kasvetli çizilmiş. Sarılar, yeşiller, beyazlarla renklendirilmiş buğday tarlaları var, resmin derinliğinde ise yalnızlığının sessiz çığlığı. O yalnızlığından, üzüntüsünden güç alan bir ressamdı, bu yüzden özel zaten. Mutlu olan bir insanda çizim yapar, neşeli resim çizebilir. Ama mutsuzken hele ki bu kadar acı içindeyken coşku ve umut dolu, neşeli resimler çizebilmek onu büyük ve eşsiz yapan bu aslında.
-Bir eleştirmen olarak neler dersin peki Van Gogh desem?
-Evet, bu zor bir soru. Fakat bana göre o hepsinden çok daha iyi bir ressam. Kuşkusuz, en popüler, tüm zamanların en iyi, en sevilen ressamı… Renklere olan hâkimiyeti olağan üstü. Azaplı hayatının acısını, harikulade bir güzelliğe dönüştürmüştü. Acıyı resmetmek kolaydır, fakat tutkunu ve acını muhteşem dünyamızın coşkusunu ve neşesini resmetmek için kullanmak bunu daha önce kimse yapmamıştı. Belki de bir daha kimse yapamayacak. Bana göre, Provence arazilerinde gezmiş bu garip, vahşi adam sadece dünyanın en iyi sanatçısı değil, yaşamış en harika insanlardan biriydi.
-Bunlar ne güzel övgüler, ah keşke yaşıyor olsa ve bir sanat eleştirmeninin şu sözlerini duyabilseydi mutluluktan gözlerinin dolacağına eminim.

Sanat uğruna neleri feda edebilirsin? Van Gogh sanat hayatı uğruna hayatını feda etmiş, aklını yitirmiştir. Ama o kısa ve ızdırap dolu hayatından hiç pişmanlık duymadı, her şeye rağmen doğru bildiği yolda yürüdü. O yolda yapayalnız yürüdü değeri bilinmese de. Maalesef sanatın kaderidir bu. Bazı şeyler yıllar sonra tozlu raflarda ışık saçmaya devam eder yıllara meydan okuyarak ve hak ettiği değeri eninde sonunda görür.

                                                                                                       ARZU DOGAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder