
Sonunda
bir resim galerisinin önünde durduk. Dışarıdaki tanıtım afişi nefesimin kesilmesine
neden oldu. O mavigözleri nasıl unutabilirim? Kendi resmini yapan en saygı
duyduğum ressam Van Gogh’un resim sergisiydi. O sıradaki kalp atışımın ritmini
piyanoyla bile tarif edemem.
Coşkulu
adımlarla içeriye geçtik. Hayatı boyunca tek bir resmi dahi satılmamış, kimse
tarafından anlaşılamamış, kendini daima işe yaramaz yük olarak gören, hayatı ıstırapla
geçen hüzünler sanatçısını, onun resimlerini, resme ve kalbe dokunuşlarını
inceleyebilecek olmak, ah bu tarifsiz bir şans ve mutluluktu.
İçerisi
oldukça kalabalıktı. Sergi resim meraklılarının ve sanat eleştirmenlerinin, koleksiyoncuların
oldukça ilgisini çekmişti sanırım. Ölümden sonra anlaşılmak, değerli olmak her
sanatçının biraz kaderiydi. Kalabalık her bir tablonun önünde duruyor resmi değerlendiriyor,
kendi aralarında bazen hararetli tartışmalar yapıyordu. Bazı cümlelere kulak
misafiri olsam da önceliğim tablolar ve renklerin cazibesiydi.
Bir
tablonun önünde tartışmalar yoğunlaşmıştı. Günlük hayattan sahneler çizdiği
dönemlere ait kendi odasını çizdiği tabloydu. İlkokuldayken resim öğretmenim
anlatmıştı bu tabloyu, o
yüzden az çok tablo üzerinde bilgim vardı.
-Hatırladın
değil mi tabloyu?
-Tabi
ki, sınıfta resim öğretmenimizin anlattığı resim... Renk uyumu, tonlamaları harika,
özellikle sarı ve tonları hakim. Öğretmenimiz bu renklerin bu kadar yoğun
kullanılmasının nedenini Van Gogh’un geçirdiği kriz ve siddetli ağrılara bağlı
olduğunu söylemişti.
O
esnada yanımıza bir bey gelip:
-Van Gogh resimde kendini yaşamdan
koparıp alacak yolu arıyordu. Coşkusunu, içinde kopan fırtınaları, hüzünleri, aşırı
hislerini portrelere yansıtan ikinci bir ressam daha yoktur. Kendisiyle sürekli
hesaplaşan, bir türlü emin olamayan, bir başkasına muhtaç olmaktan dolayı
kendini ezik hisseden, inandığı
yoldan vazgeçmeyen, çevresi tarafından anlaşılamayan bir ressamdı. Acılarıyla, mutsuzluğuyla,
huzursuzluğuyla, arayışları, hırsı, coşkusu, sonsuz yalnızlığı, sevgiye açlığı,
yoksulluğu, resme duyduğu saygıyı… Onu kelimelerle anlatmak neredeyse imkânsız,
dedi gülümseyerek.
Haklıydı
aslında. On yıllık çizim hayatına dokuz yüz tablo bin yüz çizim sığdırmıştı.
Öyle lüks içinde de yasamıyordu. Bir tas çorba ile bir boya tüpü arasında
tercih yapmak zorunda olduğu günler olmuştu. O hep resmi kurtuluş olarak görmüş
tercihleride hep çizim ve renklerin dünyası olmuştu.
-Sen
olsan ne yaparsın Ayaz? Tercihin bedeni doyurmak mı, yoksa ruhu doyurmak mı
olurdu?
-Bu
çok zor bir soru. Bizler, sen, ben paraya ya da maddiyata önem veren insanlar değiliz,
ama yemek yerine sanatı tercih edecek kadar aç kalsam… İnan cevap konusunda
dürüst olamayacağım sanırım. Onuda bu kadar özel yapan bu zaten. Kardeşi Theo’ya
yazdığı mektuplardan birinde ‘o kadar açım ki dayanamayıp resim yapamamaktan
korkuyorum. Kendime daha az çalışmak mı yoksa aç kalmak mı diye sorduğumda daha
az çalışmayı seçemiyorum hiç,’yazmış. Resim onun için bu dünyaya tutunduğu son
daldı bana sorarsan. O yüzden hırsla umutla tutundu ona. Yoksa bu kadar acıya
nasıl dayanırdı?
-Ne
trajik bir hayat! Bu cümleyi güne bakan çiçeklerine bakarak söylemek ne kadar
ironikti.1889 yılında genetik bir sara çeşidinin yol açtığı nöbetlere rağmen
hırsla çalışmaya devam etti.O dayanılmaz acılar sırasında çizmişti bu günebakan
çiçeklerini kendine bir nebze umut olsun diye.
-Sence
de bu biraz haksızlık değil mi?
-Neden
sordun şimdi bunu?
-Böyle
harika bir ressamın yaşarken hiç tanınmayıp bir resminin dahi satılmamış olması
ve bu yüzden ölünceye kadar kendini değersiz hissetmesi.
-Haklısın
ama eğer kardeşi Theo olmasıydı belki bizler hiç bir zaman Van Gogh ismini duymayabilirdik. En
azından günümüzde hak ettiği değeri ve saygıyı görüyor.
-Neden?
-1890’
da Van Gogh silahla kendini vurarak intihar etti değil mi?
-Evet
-Cenaze
töreninde kardeşi Theo kardeşinin yetmiş bir tablosunu cenazeye katılanlara
dağıtmıştı. Bu da ünlenmesine büyük bir vesile oldu diye düşünüyorum.
Bir
kaç adım attıktan sonra kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Umutla biraz da kalbim
sızlayarak gözlerimi dikmiştim resme.
-Ah!
Bu en sevdiklerimden ‘Bulutlu GöğünAltındaki Buğday Tarlası’ …Van Gogh’un bu
resmi yaparken bu hüznü yaratmak için hiç zorlandığını zannetmiyorum.
-Neden
böyle düşündüğünü sorabilir miyim?
-Basit.
Tabloya iyice bak koyu mavi uçsuz bucaksız gibi bir gökyüzü var, olabildiğince karmaşık ve kasvetli çizilmiş.
Sarılar, yeşiller, beyazlarla renklendirilmiş buğday tarlaları var, resmin derinliğinde
ise yalnızlığının sessiz çığlığı. O yalnızlığından, üzüntüsünden güç alan bir
ressamdı, bu yüzden özel zaten. Mutlu olan bir insanda çizim yapar, neşeli
resim çizebilir. Ama mutsuzken hele ki bu kadar acı içindeyken coşku ve umut
dolu, neşeli resimler çizebilmek onu büyük ve eşsiz yapan bu aslında.
-Bir
eleştirmen olarak neler dersin peki Van Gogh desem?
-Evet,
bu zor bir soru. Fakat bana göre o hepsinden çok daha iyi bir ressam. Kuşkusuz,
en popüler, tüm zamanların en iyi, en sevilen ressamı… Renklere olan hâkimiyeti
olağan üstü. Azaplı hayatının acısını, harikulade bir güzelliğe dönüştürmüştü.
Acıyı resmetmek kolaydır, fakat tutkunu ve acını muhteşem dünyamızın coşkusunu
ve neşesini resmetmek için kullanmak bunu daha önce kimse yapmamıştı. Belki de
bir daha kimse yapamayacak. Bana göre, Provence arazilerinde gezmiş bu garip,
vahşi adam sadece dünyanın en iyi sanatçısı değil, yaşamış en harika insanlardan
biriydi.
-Bunlar
ne güzel övgüler, ah keşke yaşıyor olsa ve bir sanat eleştirmeninin şu
sözlerini duyabilseydi mutluluktan gözlerinin dolacağına eminim.
Sanat
uğruna neleri feda edebilirsin? Van Gogh sanat hayatı uğruna hayatını feda etmiş,
aklını yitirmiştir. Ama o kısa ve ızdırap dolu hayatından hiç pişmanlık duymadı,
her şeye rağmen doğru bildiği yolda yürüdü. O yolda yapayalnız yürüdü değeri bilinmese
de. Maalesef sanatın kaderidir bu. Bazı şeyler yıllar sonra tozlu raflarda ışık saçmaya devam eder
yıllara meydan okuyarak ve hak ettiği değeri eninde sonunda görür.
ARZU
DOGAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder