Topal Mualla-Filiz Engin

Mualla, öreceği kim bilir kaçıncı paspasın yünlerini seçip televizyonun karşısındaki kanepeye oturduğunda vakit akşamüzeriydi. Günün en güzel saatleriydi onun için. Çünkü birazdan istinasız haftanın yedi günü, hiç kaçırmadan beğenerek izlediği program başlayacaktı. Pırıltılar içinde rengârenk zarif giysileriyle ekran karşısında salınan kadınların giyimleri, davranışları, saç biçimleri üzerine uzun uzadıya sohbetlerin yapıldığı bir programdı izlediği. Kumandayı eline aldı, açma düğmesine bastı, açılmadı televizyon. Bir daha denedi, yine olmadı. Elektrik kesilmişti.  Bir an hayal kırıklığı yaşadı ama her zaman yaptığı gibi üstünde fazla durmamayı tercih etti sonra.  Canını sıkan, onu üzen ne olursa olsun, öfkelenmez, sızlanmaz, ağlamaz, sesini yükseltmez, içinde bir yerlere yerleştirmekle yetinirdi olanı. Biri ya da bir şey ona hatırlatmadığı sürece bir daha gün yüzüne çıkarmazdı. Çok eskiden, ta çocukluk yıllarında yeşermişti bu huy karakterinde. Onun acı çekmeye karşı bulduğu bir çeşit kalkandı tepkisizlik.

Topal Mualla… Mahallenin irili ufaklı kızlı erkekli bütün çocukları o ne zaman dışarı çıksa böyle bağırırlardı ardından. Kimisi ellerindeki kırık dökük plastik bebeklerini sallaya sallaya, kimisi üzerine yağ sürülmüş ekmeklerinden ısırıklar aldıkları ağızlarının dolu olmasına aldırmadan bu koroya katılırlardı. Topal Mualla, Topal Mualla... Önceleri doğuştan gelen farklılığı yüzünden çocukların niçin onunla bu kadar uğraştıklarını anlamaz, çoğu zaman ağlayarak okul yolundan geri döner, evine sığınırdı. Her gece yorganın altında gözyaşı döker ve ertesi sabah topal olmayan bir ayakla uyanmak için bütün kalbiyle dua ederdi. “Allahım ne olur ayağımı düzelt, ne olur yarın ben de herkes gibi yürüyebileyim!” Böyle aylar, yıllar geçirdi küçük kız. İlkokulu bitirdikten sonra okula gitmek istemedi. Sonra çocukluktan genç kızlığa geçtiği zamanlarda bir sabah uyandığında ne yaparsa yapsın, ne kadar yakarırsa yakarsın o topal ayaktan kurtulamayacağını kavradı ve o günden sonra koruyucu olduğuna inandığı tepkisizliği, kabullenişi bir daha sıyırmamak üzere, bir kalkan gibi sardı sarmaladı üzerine. Tabii bütün bunlar çok eskidendi. Artık kocamaya yüz tutmuş kadının peşinden kimsenin geldiği yoktu. Doğru düzgün dışarı çıktığı da yoktu ya. Ne mahalle kalmıştı, ne de sokakta sürüler halinde oynayan, bağrışan, kedi kovalayan ve Mualla’ya ne yaptıklarının farkında bile olmayan o çocuklar!  Hem o yapayalnızdı şimdi, hem de yaşadığı bahçe içindeki tek katlı ev. Eski komşular birer birer gitmiş, dört bir yan çok katlı apartmanlarla dolmuştu.

 “Hava kararmadan gelse bari elektrik,” diye düşünerek yerinden kalktı. Evde mum olup olmadığını kontrol etti önce, sonra hemen her gün yaptığı gibi kısa olan bacağını diğerinin ardı sıra sürükleye sürükleye evin içinde gezinmeye başladı.  Bir zamanlar kalabalık ailesinin sesleriyle çınlayan odalar, şimdi onlardan kalanlarla sükûnet içinde dinlenir gibiydiler. Gidenlerin geride bıraktığı hiçbir şeye dokunmamıştı Mualla. Hepsi bırakıldıkları yerde, bırakıldıkları gibi duruyordu. Kız kardeşinin birkaç tel saçının hala üzerinde olduğu tarağı okşadı usulca. Gelir mi acaba bu yıl diye geçirdi içinden. Gelse keşke diye diledi sonra. Çocuğunu da getirse… İki yaşını geçmiş yeğenini hala görmemişti.

Annesi ve babası çoktan ölmüştü. Yetmezmiş gibi üç kardeşi de başka şehirlerde hayat kurmuşlardı. Pek sık göremiyordu onları Mualla. Birkaç yılda bir ancak… Diğer her şey gibi bunu da sineye çekmiş, kabullenmişti. Ne şikâyet eder, ne de sitem ederdi onlara. Kendisi hiç evlenmemişti. Onu da isteyenler olmuştu olmasına ama hem erken kaybettiği annesinin yerine geçmek zorunda kaldığından ve hem de gittiği yerde o aksak bacakla bir gün aşağılanacağından, alay konusu olacağından korktuğundan hiç birine yanaşmamıştı.

Buzdolabından gelen sesle düşüncelerinden sıyrıldı. Elektrik gelmişti. Bu ev var olduğundan beri duvarda asılı olan ve her saat başı çıkardığı güçlü metalik sesle zamanı hatırlatan saate baktı. Geç kalmıştı elektrik, televizyonda haberler başlayacaktı birazdan. Akşam yemeği zamanıydı şimdi. Sabah pişirdiği yoğurt çorbasının altını yakmak için mutfağa gitti. Ocağın düğmesini çevirdi. Çakmak yerinde değildi. Son zamanlarda çok sık başına geliyordu bu durum. Koyduğu yerde bulamıyordu eşyaları. Sağına soluna bakındı. Çakmak yoktu. Biraz önce odalarda dolaşırken erkek kardeşinin odasında onun son geldiğinde unuttuğu, masasının üzerinde nasıl bıraktıysa öyle üst üste duran çakmak ve sigarayı hatırlamıştı. İçinde bir yatak, bir çalışma masası ve bir kitaplık olan odaya girdi. Yapacak başka bir şey bulamadığında bazen bu kitaplıktaki kitaplardan birini rastgele çekip alırdı raftan. Herhangi bir sayfasını açar, karşılaştığı satırlara göz gezdirir, ilgisini çeken cümleler olursa tekrar tekrar okurdu onları. Cümlenin olduğu sayfayı işaretler, aklına geldiğinde gidip bir daha okurdu. 

Hava iyiden iyiye kararmıştı. Odanın ışığını yaktı. Masanın üstünden çakmağı alırken, kitaplığa takıldı gözü. Birkaç ay önce okuduğu bir cümlenin yer aldığı ve diğerlerinden ayrı bir kenara koyduğu kitabı aldı eline. Kahverengi kapağın üzerinde ‘Seyrek Yağmur,  Barış Bıçakçı’ yazıyordu. Ucunu kıvırdığı sayfayı açıp o cümleyi buldu yine:

“Çünkü geçmiş bir insanı kuran değil, yıkan şeydir.”

 Ne öncesindeki sözler, ne ardından gelen kelimeler ilgilendirmiyordu onu.  Nedenini tam olarak kavrayamasa da bu cümleye her seferinde aç insanın sıcak bir somun ekmeğe diktiği iştah dolu bakışlarla bakıyordu.  Daha önceki seferlerde olduğu gibi gözleri doldu yine, yaşlar yanaklarından akmaya başladı. Doğrusu ya neye ağladığının pek farkında olduğu söylenemezdi Mualla’nın. Talihsiz geçen yaşamından arta kalan tortuların şu anda omuzlarında ağır bir yüke dönüştüğünü anlamlandıracak durumda değildi. Bir çeşit sezgiydi bu cümleyle hüzne ve gözyaşlarına bürünmesi.

Odada, elinde kitapla, yatağa ilişmiş bir halde ne kadar vakit geçirdiğinin farkında değildi. Evdeki sessizlik kendine getirdi onu. Gidip televizyonu açtı. Topal ayağını sürükleyerek önce banyoya gitti, yüzünü yıkadı. Sonra mutfağa geçti. Küçük sarıçiçeklerle bezeli pazen elbisesinin cebine koyduğu çakmağı çıkardı. Eli ocağın düğmesine gittiğinde, düğmeyi açık unutmuş olduğunu fark etti etmesine ama tam o sırada çakmağı da çakmış bulundu.  Birden dört bir yanı alevler sardı. Raflardaki örtüler, camdaki perdeler, ocağın hemen yanında dizili, içlerinde zeytinyağı, tuz, çay, kahve olan plastik kaplar, velhasıl mutfakta hemen yanmaya meyilli ne varsa hepsi tutuşmuştu. Tehlikede olduğunun farkındaydı Mualla, fakat yerinden kıpırdayamıyordu bir türlü. Donup kalmıştı. Ardından yaşlı kalbi daha fazla dayanamadı olup bitene. Bir çığlık atarak yere düştü.

Kış günü herkesin evlerine çekildiği televizyonlarının sesini açıp karşısında yerlerini aldığı saatlerdi. Ne camdan bakan biri vardı o sırada, ne de yakından gelen bir sese kulak verecek olan. Köpekler havladı havlamasına ama onları da duyan olmadı. Ancak yangının sonlarına doğru şiddetle patlayan tüp sesine fırladı yerlerinden insanlar. Ne çare ki iş işten geçmişti artık. Mualla’nın son ve belki de biricik çığlığının alevlerle birlikte gökyüzüne yükselmesinin üzerinden bir saat geçmişti.

                                                                                            FİLİZ ENGİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder