Cervantes 467, Don Kişot 409 Yaşında

Bundan yüzyıllar önce 1547 yılının 29 Eylül’ünde, gezici bir cerrahın oğlu olarak dünyaya gelmiş Cervantes. Osmanlılarla yapılan İnebahtı (Lepanto)  deniz savaşına katılması hayatının dönüm noktası diyebiliriz. Bu savaşta bir gülle sol eline isabet edip onu sakat bırakmış, yetmezmiş gibi bir de tutsak alınmış. Uzun yıllar Cezayir’de savaş tutsağı olarak yaşamış. Hayatının dönüm noktası dememin nedeni, birçok eserini ve en önemlisi Don Kişot’u bu tutsaklık yıllarında yazmış. Don Kişot otuz sekiz dile çevrilmişliği ve tanınmışlığının yanında, öyküden romana geçişin ilk adımı olarak da dünya edebiyat tarihinin kilometre taşlarından biri olmuştur.

Cervantes… Evet, tamam ama aslında Don Kişot!  Öyle değil mi? Yazdıktan dört yüzyıl sonra bile bir kitap hala dünyanın en çok okunanları arasında yer alabiliyorsa sanırım yazarı kendi adından vazgeçebilir. Şunu demek istiyorum.  Her ne kadar birçok şiir, otuz kadar tiyatro oyunu ve çeşitli küçük romanlar yazmış olsa da Cervantes ismi anıldığında aklımızdan geçen; “düzeltilemez gibi görünen  yanlış olanı düzeltmek” üzere, sıska atının üzerinde, mızrağı ve zırhıyla dimdik oturan o inatçı yaşlı şövalyeden başkası değildir. Tahminen bütün dünyada geçerli bu durum… Öyle olması gerekir, çünkü tıpkı Türkçede olduğu gibi birçok ülkede bir kavram, hatta bir sıfat haline gelmiştir Don Kişot…

Nedir ki Don Kişot olmak?

Çağlar boyu süre gelen insanlık tarihine bir bakın. Spartacus’ü hatırlayın meselâ. Ya da çok uzağa gitmeden Nesimi’yi düşünün. İsimlerini tarihe kaydetmiş daha nicesi var. Hiç şüphesiz adlarından habersiz olduklarımız çok daha fazla. Gezi Direnişi’ni hatırlayın. Atılan yüzlerce gaz fişeğinden kaçmak şöyle dursun, yakalayıp atanlara geri göndermeye çalışan o omuz başınızdaki genç kızdan ya da TOMAların önünde bağrını açarak dikilen genç delikanlıdan pekâlâ Don Kişot diye söz edebiliriz. Cinsiyet ayrımı gözetmez Don Kişotluk, milliyet ve insanları kamplara bölen nice diğer ayrımları gözetmediği gibi… İnsana ait bir kavramdır. Meselâ köyünden akan dereye HES inşaatı yapılmasına karşı çıkan eli sopalı yaşlı bir teyze olarak da çıkabilir karşınıza, şiirine yerleştirmek üzere aranıp durduğu kelimeyi bulmak için yollara düşmüş bir Çinli delikanlı olarak da…

Meğer mezarı kayıpmış Cervantes’in. Şimdilerde Madrid Belediyesi’nin ön ayak olduğu mezarını bulmak üzere yürütülen bir araştırma varmış. Tahmini olarak hangi kilisenin avlusuna gömülü olduğu biliniyormuş ama tam yer belli değilmiş. Ünlü bir antropolog öldüğünde Cervantes'in ağzında sadece 6 diş kaldığını, eğri bir burnu ve hafif kambur bir vücudu olduğunu söyleyerek, mezarın bulunması halinde kalıntının Cervantes'e ait olduğunu tespit için ellerinde çok fazla ipucu bulunduğunu dile getirmiş. Şu 6 diş içimi burktu benim.

Birçoğumuzun, henüz çocuk yaşlarda keşfettiği bu kahramanı yarattığı için Cervantes’e teşekkür etmek boynumuzun borcu. Biz derken bu rezil, bu kepaze dünyanın değişebileceğine inanan ve karınca kararınca bunun için elinden geleni yapmaya çalışmaktan vazgeçmeyen bir avuç insan sözünü ettiğim. Boynumuzun borcu, çünkü Don Kişot farklı olmaktan korkmamayı ve devamında da doğru bildiğimiz için savaşmaktan kaçmamayı gencecik yaşlarımızda, meşhur mızrağının ucuyla damarlarımıza zerk etmiş kişidir. Böyle… En azından benim için böyle…

                                                                   


          FİLİZ ENGİN

Muhabbetname- Zuhal Duran “İnsan İnsan Derler İdi İnsan Nedir Şimdi Bildim”

Ablalarım Merhaba,

Sık sık karşılaşıyoruz, görüşüyoruz ama sizin de dediğiniz gibi “ballandıra, ballandıra” sohbet etmeye pek fırsatımız olamıyor. Geçen hafta yayınladığınız mektup çağrısını okuyunca, ‘bi de ben anlatayım’ deyip kalemi kâğıdı elime aldım. Konuşmak istediğim, üstüne en çok konuşmak isteği içinde olduğum Burhaniye Belediyesi Kent Tiyatrosu (BBKT) mektubumun konusu… Geçen yıl VYZ İletişim Atölyesi’ni bizim tiyatro konuk ettiğinde bir kısa film çekmiştik hani. O filmin adıyla başlamak istiyorum sözlerime… “Geçmiş başka bir ülkedir.”

Geçmişin başka bir ülke olduğunu tiyatroya başladığımda anladım. Geçmişe takılı kalmamak gerektiğini de… İnsana insanı insanca anlatma sanatı tiyatro... Tiyatroyu anlatan en güzel cümle bu bence… Her şeyden önce insan nasıl insan oluyor, bunu öğretiyor tiyatro. İnsanın kendisine yaptığı bir yolculukla başlıyor her şey. Bu her şeyin başlangıcı demek… Kendini tanımayı başaramamış birinin ne kendisine, ne çevresine ne de doğaya kısacası yaşama yararı olmuyor.

BBKT bana kendimi tanıma fırsatı verdi. İlk tanışma toplantısında oradaki insanların karşısında kendimi anlatmaktan korkmuş ve o toplantıdan kaçmıştım iki yıl önce. Dört ay kadar önceyse bir salon dolusu insanın karşısına çıkıp rol yaptım. İki yıl önce bunu yapabileceğimi söyleseler güler geçerdim. O toplantıdan kaçtıktan sonra BBKT ekibinden bir arkadaşla karşılaştım ve onun anlattıklarıyla birlikte karar değiştirip atölye çalışmalarına gitmeye başladım. O günden itibaren tek bir çalışma bile aksatmadan… Her çalışma öncesi içimde korku heyecan ve büyük bir merakla gittim. Acaba o gün Uğur Abi (Uğur Mamuk) neler yaptıracak, insanların karşısında şimdiye kadar yapmadığım şeyleri yapabilecek miyim sorularıyla gittim. Zaman içinde neler yapabildiğimi görmeye başladım. BBKT atölyesi, bu iki yıl içinde benim soluk alabildiğim tek yer oldu. Evet, yaptığımız şeyi tek kelimeyle anlatmam gerekse söyleyeceğim tek şey bu… ‘Soluk!’

Yaşadığını hissetmek, aldığın her nefesin boşuna olmadığının bilincine varmak. Bilinç… En önemli kazanımlarımdan birisi de bu. Var olan bilincimin üzerine çok şey kattım atölyemizde. Bunda orada bulunan herkesin başka başka kişilikler olmasının payı büyük. Küçük bir dünya taslağının içindeydik. İnsan hallerini, her birimiz ayrıntılarıyla gördük, kavradık, benimsedik, değiştik ve değiştirdik. Diyalektiği tam manasıyla her gün uygulamış olduk böylece. Siyahtık, beyazdık, pembeydik, turuncuyduk, kırmızıydık, maviydik ve sarıydık. Karıştık yeşil olduk. Evet, birbirimize karıştık. Bazen de ayrıştık. Evet, kimyasallaştık.

Yerlerde yuvarlandık bazen, birbirimizin elinden tutup ayağa kaldırdık. Bir oyunun çıkması için beraber umutlandık, beraber okuyup beraber güldük. Provalarda birbirimizden çekinmek bile keyifliydi, eğlenceliydi. Birimiz güzel oynadığında, hepimiz onunla gurur duyduk. Birimiz alkış aldığında hepimizin tüyleri diken diken oldu, sevindik. ‘Biz’ olabilmeyi öğrendik. Paranın kirletemediği atölyemizde biz birbirimiz olduk, çalıştık, çabaladık, yorulduk, kızdık, güldük ama sonu hep mutlu bitti günümüzün, öykülerimizin… Güzel şeyler yapıyor olmanın hazzı, coşkusu vardı hepimizin yüreğinde. Evet, yüreğimizle yaptık her şeyi ve yapmaya devam ediyoruz. Öğrenmeye devam ediyoruz, soluk almaya, yaşadığımızı hissetmeye devam ediyoruz. Bir şeyler anlatmak için birçok şeyin farkına varılması için çabalıyoruz.

BBKT içinde tanıdığım herkesten yeni şeyler öğrenmeye devam ediyorum ve laf olsun diye söylemiyorum, bu oluşumun içinde bulunmaya cesaret etmiş herkesi çok seviyorum. Vazgeçmeyip bir arada kalabildiğim bu güzel insanları çok seviyorum. Beni ben yapan bu özel insanları çok seviyorum. Büyük laflar etmeyi beceremem ama şimdi bu mektupta bunu yapmayı denemem gerekirse, kuracağım cümle şu olur:

BBKT benim miladımdır, benim ne olursa olsun vazgeçmeyeceğim ve sırtımı asla dönmeyeceğim tek şeydir. Her zaman yüreğimde ve aklımda geniş yer tutacaktır.

Ve bu mektuba bir son vermem gerektiğinde söyleyeceğim şey şudur:

Yaşasın tiyatro, yaşasın BBKT, yaşasın 15 yıl boyunca tiyatrodan ve BBKT’den vazgeçmeyen, direnen güzel insanlar!

İkinizin de gözlerinizden öpüyorum can ablalarım. Yine yazarım.


                                                          17.09.2014/ ZUHAL DURAN

Gezi Yazıları 2- Aynur Aras

 Dar es Salaam’da Renkli Yaşam     

Gece çok geç geldiğimiz için sabah da geç kalktık. Gece yol boyunca evsizlerin sokaklarda, kaldırımlarda bir örtüye sarınıp yattıklarını gördük. Hava sıcaklığı gece bile 26° idi. İyi ki öyleydi, yoksa nerede kalacaklardı?  Metro yoktu ki burada. Gündüz ise sıcaklık 34° civarındaydı.

     Elçilikte onarım olduğundan makine sesleri beni çok uyutmadı. Kızım, geziye Varşova’dan katıldığı için ısı ve bölge farkı onu çok yormuştu. Ayrıca sınavlarını bitirip geldiğinden uykusuzdu da. Kızımı uykuda bırakıp alt kata indim. Çevreyi dolaştım, balkonda oturup Hint Okyanusu’nu seyrettim bir süre. Derken karnım acıktı,  tekrar aşağıya indim. Çalışanlarla karşılaştım ve mutfağın yerini öğrendim. Bina çok büyük ve kapılar da çok kalın olduğundan mutfağın yeri pek anlaşılmıyordu. Yeşim, görevlilere söylediği için kahvaltı hazırdı zaten. Yeşim, sabah arkadaşlarla alışverişe çıkmıştı. Sonra beni almaya geldiler ve birlikte çıktık.

     Dar es Salaam, önemli bir liman kenti. Öyle bir karmaşa var ki şehirde sanki panayır yeri. Herkes sokakta ve ne bulursa satıyor. Rengârenk giysiler ve karmakarışık trafiği ile çok farklı bir yer. Otobüs ve minibüs arası canlı renklerle boyanmış araçlarla dolu yollar. Ayrıca motosiklet ve motoguzi denilen üç tekerlekli taşıtlar da taksi yerine kullanılıyor. Aralardan yılan gibi kıvrılarak, trafik kurallarına aldırmadan ( zaten kural da yok ya) dalıp geçiyorlar. Yol kenarlarında 2, 3, 4. el eşyalar satışa sunulmuş. Hepsinin de kendine göre bakıcı ve alıcısı var.

     Yerel giysilerin satıldığı dükkânımsı yerlere de gittik. Otantik giysiler, kumaşlar dizi dizi sergilenmiş. Çoğu işyerinde kadınlar çalışıyor. Bazı yerlerde bir taraftan dikiş de dikiyorlar. Birbirinin aynısı izbe, sıcak ve baraka gibi dükkânlarda kıran kırana pazarlıklarla satış yapılıyor. Hemen hemen hepsi İngilizce biliyor. Şehir yeşillikler içinde olmasına rağmen çok da düzensiz ve temizlik de yok. Merkez dışında trafik lambası da yok, polis de. Metroya da yeni başlanmış, bu yüzden karayolu kullanılıyor ama ralliye çıkmış gibi gidiyor taşıtlar.

     Müslüman ve Hristiyan karışık yaşıyorlar. Bazıları fotoğraf çektirmek istemiyor, bazıları da para istiyor fotoğraf için. Ya da alışveriş edin diyorlar. Yoksa fotoğraf da yok. Ama hepsi de sıcakkanlılar.

     Hava aşırı sıcak ve nemli… Buradaki gibi esinti çıksın diye bekleniyor. Epeyce alışveriş yaptık çok renkli dükkânlardan. Pamuklu elbiseler, hediyelik örtüler, tahta oyma süs eşyaları, taş işçiliği aksesuarlar v.s. “Uru” denilen Tanzanit taşlı, gümüş süslü makrome bilezikler yeni tanıtılıyor. Eve yaklaşınca arabadan indik ve sahilde yürüyüp, fotoğraf çektik. Med cezir olayları yüzünden sahillerde çok değişik manzaralar oluşmuş. Deniz, kayalarda girinti ve çıkıntılar yapmış, mağaralar oluşturmuş. Elçilikler genellikle sahilde, ayrıca varlıklılar da bu bölgede güzel evlerde oturuyorlar. Hint Okyanusu’na karşı, gelip geçen gemileri seyrederek yaşıyorlar.

     Akşam yemeğinden sonra biraz sohbet edip odalarımıza çekildik. Salı günü büyük gündü. Yeşim bizi safariye götürecekti. Arkadaşların zamanı azdı ve gezilerimizi arka arkaya yapmak zorundaydık. Tanzanya’da 6-7 tane park alanı var. Biz beş saat uzaklıktaki bir parka gidecektik. Bu yüzden gece yarısı yollara döküleceğiz. Sabah parka varıp, öğleye kadar gezip, akşama eve döneceğiz. Erken yatmamız gerekiyor. Bakalım yarın aslanlara yem olmadan dönebilecek miyiz?


                                                                                       27.01.2014- AYNUR ARAS

Okan Koparan ile Geleneksel Türk Sanatları Üzerine Söyleşi Hat, Tezhip, Minyatür-3

Filiz - Ben şöyle düşünüyorum. Perspektif algısını kâğıda yansıtamadıkları için mi acaba? Çünkü Avrupa minyatürlerinde de üçüncü bir boyut yok anladığım kadarıyla.

Okan- Yok…

Filiz - Yani dolayısıyla sanatın evrenselliğiyle ilgili bir şey bu. Sanatçının yorum katmadan aktarıyorum deme şekli. Ben bu kadarını beceremem, dolayısıyla yorum yapmıyorum deme şekli doğru anladıysam. Öyle mi?

Okan - Şöyle anlatayım bunu ben size.

Filiz - Çünkü perspektifin keşfedilmemiş olması mümkün değil.

Okan -  O zaman resim var tabii ki. Hem de ne resimler, ne ustalar...

Filiz - Tabii ki.

Okan -  Durum şudur; minyatür bir romanın resimlenmiş hali gibi... Her zaman bir şey anlatır. Bir söylemi vardır. Konu gider, gitmeye devam eder, kâğıdın ucundan bir at kafasını sokarken diğer ucundan oklu savaşçı figürler girer, sahnede bir an bir harem ve içinde kadınlar görürsünüz ve tahtında oturan kral başsızdır ama kral gibi oturmaktadır. Hala başını da başka bir yerde görürsünüz. Farklı yönlere merdivenler gider pencere aralığından zümrüd-ü anka kuşu ya da kuyruğunun bir parçası görünür. Bu size zapt edilmiş bir sarayı anlatır.

Filiz - Perspektifin olmayıp da birkaç sahnede tüm boyutlarıyla anlatılmış olması özel.

Okan- Biz Avrupa sanatını az çok biliriz ama geleneksel sanatlara ilgimiz çok azdır. Yazdığımız hatların Arapça zannedilmesi bence en büyük önyargı sebebi.

Kazım Öğün- bizim burada briketçilik yapan bir abimiz var. Hat sanatıyla ilgilendi. Yaptığı şeyleri bir görmeniz lazım.

Filiz - Yaşıyor mu? Onunla da bir konuşalım bence. Evet, bu algıyla ilgili… Kendimizi yanlış algılarla yönlendiriyoruz. Yani bize ait olan mesela bu sanatla ilgilenmek, pek çok kişi tarafından ön yargıyla gericilik gibi algılanıyor. Nasıl birbirine karıştırıyor insanlar kavramları. Bunu bilmem iyi oldu, Arapça değil Farsça.

Okan- Arap alfabesidir ama büyük çoğunluğu Farsça. Yani bir Arap Osmanlıca okuyamaz. Bir Osmanlı da Arapça okuyamaz. Şuna benzer, İngilizce de a, b, c ama İngilizce bilmiyorsunuz.

Filiz- Şimdi, klasik bir hat anlayışı var, minyatür anlayışı var, tezhip anlayışı var. Modern uygulamaları var mı? Örneğin ben bu Gezi sürecinde Tarih Dergisi’nin kapağında bir minyatür gördüm. Kırmızılı kız var ya, onu uygulamışlar. Benim çok hoşuma gitti. Yapılabilir mi? Tepki görür mü?

Okan- Yapılabilir, evet tepki görür.

Filiz- Kim tepki verir?

Okan- Bu işin üstatları var. Tepki vermezler. Fakat yani verme sebepleri şudur aslında. Zamanında çok iyi işler yapılmış. Çok derin bir sanat ve belli bir süre bu sanattan kopulmuş. Toparlanma aşamasında yeni kuşak, yani son yirmi otuz yıldır insanlar bu işle uğraşıyorlar, bu işin doktorasını yazıyorlar. Doçent oluyorlar, profesör oluyorlar bu işlerle ilgili. Kopuk zamanda kaçan kaçmış. Şimdi mesela bir kestaneci,  İstiklal Caddesi’nde bir kestaneci minyatürü yapmak hakikatten çok zor…

Filiz- Okulun bahçesinde oynayan çocuklar mesela. Minyatüre dökebilir miyiz?

Okan- Tabii, dökülebilir.

Filiz- Bir de minyatür çok renkli, yani…

Okan- Evet, çok renkli minyatür, zemininizin sağlam olması lazım… Bir sahneyi çevirebilmeniz için deseninizin çok iyi olması lazım. Bu da şundan kaynaklı… Hat, tezhip, minyatürde hat yazı sanatı, hattı bunun içine koymayalım. Tezhip ve minyatür sanatı yazının etrafını süsler. Hat başlangıçtır.

Filiz- Minyatür başlı başına bir branş…

Okan-  O başlı başına bir branştır. Tezhip sanatı da dediğimiz gibi yazılan yazının etrafını süsler. Hattatta nakkaşta tezhip yapabilir. Çünkü tezhip ana sanat dalı. Diğerleri branşlar. Yazılan yazı bir ayet yada sureyse müzehhip yazının etrafına saygı gereği insan ve hayvan desenleri kullanmaz. bu adet bozulmamıştır. Yüksek ihtimalle Arapça yazılardır.

Filiz- Hani semazenler yapıyorlar Arapça harflerle, en son mesela bir zeybek gördüm. Bu tezhip mi, hat mı?

Okan- Semazen figürdür, içindeki yazı ise hattır. Basit kalan işlerdir. Sanat camiası bu işleri 'kiç' işler der. Kesinlikle modernleştirmeye karşı değilim ve birçok sanatçı arkadaşım da değil ama porselen tabağın içine kaligrafik yazı yazıp buna da hat sanatı dememeliyiz.

Filiz- Bu kalyonlar, gemiler falan yapıyorlar. Bunlar tamamen ticari amaçlı işler mi?

Okan-aslına uygun kalarak sanatçı stilize ederek yaparsa çok hoş olabilir. Okurlar 'şahmeran'ı Nuh’un gemisini görsel olarak örnek alabilirler. Semazen soruna gelince, eğer semazen yapıyorsanız o semazen olmalı. Yukarıdan alıp aşağıya aktarma duygusunu hissettirmelisiniz. Figürün vücut hareketini bilmelisiniz, dolayısıyla insan anatomisini bilmelisiniz... herhangi birisi bu işi satın almak isteyebilir.çünkü her zaman görmek ister artık o andan sonra.üretici kişi de karşı tarafın bilgi eksikliğini fırsat bilip duygularıyla oynamamalıdır..çünkü onun bildiğini de üretici kişi bilmiyor ve onun tarafından kandırılmayı kat-i suretle istemez.

Filiz- Bunu Arap harfleriyle işliyor olmak onu tek başına değerli yapmıyor.

Okan- Yapmıyor. Kesinlikle yapmıyor.

Filiz- Felsefeyi de hissettirmesi lazım.

Okan- Evet, felsefeyi hissettirmesi lazım… Yani bunun bir arka zemini olması lazım. Bunun için renk olması lazım. Sonuçta herkes doğada her şeyi görüyor. Ama ne aldığı ile ilgili. Yani alıcı kısmı bir şey vermeli. İnsanlar bundan hoşlanmalı. Ondan sonra birisi bunu çok sık görmek isteyebilir. Satın almak istiyorsa o zaman ticari kaygı olur. Kiç işlerdir bunlar.

Filiz- Maneviyatı yansıtmak ama beğenilirse yani ticari bir kaygıyla yapma ama kazanıyorsan da kazan. Peki, eski binaların, tarihi binaların restorasyonunda çalışıyor musunuz?

Okan- Çalışıyorum.

Filiz- Birebir eskiyi bulabiliyor musunuz?

Okan- Bulabiliyoruz evet.

Filiz- Nereden esinleniyorsunuz?

Okan- Esinlenmiyoruz, motif gurupları bellidir. Tezhip sanatında, adı üstündedir, geleneksel sanattır bu, Tasarımı, motifin değil genel tasarımı sanatçı yapar. Fakat desenlerin, motiflerin yönlerini değiştirebilir. Tasarımı farklı boyutlara taşıyabilir.

Filiz- Ne demek bu tasarımları farklı boyutlara taşımak?

Okan- Büyüklük olarak, küçüklük olarak yaptığı şeyin çerçevesi olarak taşıyabilir. Ama motiflerin çizimlerine sadık kalmak şartıyla

Filiz- elinizde bir örnek oluyor mu?

Okan- tarihi bir yerde evet, tabii aslına uygun kalıyoruz. Mesela rumi motifleri vardır, Hatai vardır. Hatai yani tasarımlar değiştirilebilir ama hatai gurubu aynıdır.

Filiz- Ne demek hatai gurubu?

Okan- Bir motif gurubu…  Ruminin şeklini değiştiremezsiniz. Bunu farklı yönlere de götürebilirsiniz. Tasarım çok korkunç, sonu yok ama Ruminin kalıbı aynıdır. ‘Bu benim Rumim’ diyemezsiniz.

Filiz- Yani dışını istediğiniz gibi yönlendirirsiniz ama motifi değiştiremezsiniz.

Okan- Evet, motifi değiştiremezsiniz. Hiç motif değişmez.

Filiz- O zaman başka bir şey yapmış olursunuz.

Okan- O zaman tezhip değildir sizin yaptığınız şey. O kabul görmez. Çünkü adı üstünde, sanatınız geleneksel. Motiflerin çıkış yönleri, dağılışları aynıdır. Siz bunları farklı çevirebilirsiniz, mesela rumiden sonra bir gurup gelmez, bir gurup gelir. Onlar çok teknik işler. Ama rumiyi bozamazsınız.

Filiz- Şimdi kardeşim ben bu işe modern bir yorum katmak istiyorum derseniz yaptığınız iş yine sanat olur ama tezhip sanatı olmaz. Doğru mu?

Okan- Evet, doğru…

Filiz- Dolayısıyla tezhip ve hatta modernleştirdim diyemiyorsunuz.

Okan- Dersiniz. Murakka değil de bir ahşap heykelin üzerine tezhip yapabilirsiniz. Ama yine tezhip tezhiptir. Zemin değiştirebilirsiniz, boyutunu değiştirebilirsiniz ama motifi değiştiremezsiniz.

Filiz- Fildişinin üzerine de yapıyorlarmış galiba.

Okan- Yapılır. Her şeyin üzerine yapılır.

Filiz- Zeminin önemi yok, motiflere sadık kalmak zorundasınız. Sadık kalmazsan da yaptığın şeyin adı tezhip olmuyor. Hatta da böyle midir? Minyatürde?

Okan- Hepsinde böyle…

Filiz- O zaman bu adı kullanarak modern bir yorum getirmek mümkün değil. Getirdiğinizde başka bir şey yapmış oluyorsunuz.

Okan- Evet.

Filiz- Anlıyorum. Peki, bu Muhteşem Yüzyıl’la ilgili bir çalışmanız olmuş. Nedir içeriği?

Okan- Üçüncü ve dördüncü sezon ekranda görünen  tezhip-minyatür-hat  sanat işlerini biz devraldık. Ekranda görünen tüm yazışmalar, padişahın fermanları, fermanlardaki tuğralar, Mimar Sinan'ın mekân çizimleri vs…

Filiz- Bu konuda tarihi arşivlerden referans aldınız mı?

Okan- Senaryo ekibini kişisel olarak çok tanımamakla beraber tarihçilerden ve dil tarihçilerden destek ve onay aldıklarını biliyorum. Senaryonun bizimle ilgili olan kısmı gönderildi biz tercümesini yaptık ve hat-tezhip-minyatür sanatını icra ettik. Hat işleri bu işle ilgilenen ünlü tarihçiler ve dil tarihçiler tarafından beğenildi ve güvenlerini kazandık. Hiç bir sorun yaşamadan sezonları bitirdik ve bu işi ortak yürüttüğüm gerçek bir kabiliyet, güzel insan, hattat Muhammed Türk'le üniversite eğitimimiz sırasında bize çok ciddi bir deneyim oldu. Muhammed hat sanatı işleri yaptı ben tezhip minyatür sanatı işlerini yaptım. Tabi ki yardımlaşarak işlerimize özen gösterdik.

Filiz- Tuğra minyatür müdür? 

Okan- Nakkaş ve müzehhiplerin işidir. Tuğra yapanlara tuğrakeş derler..

Filiz- Peki bunun eğitimini veren iki okul mu var sadece? Marmara ve Mimar Sinan?


Okan- bir kaç üniversitede daha var ama geleneksel Türk sanatları tüm kapsamıyla yok. Mimar Sinan güzel sanatlar üniversitesi ve Marmara Üniversitesi güzel sanatlar fakültesinde çok kapsamlı. Temel sanat eğitimi-hat-tezhip-minyatür-iç mimari ve restorasyon-konservasyon-kalemişi (tarihi ve geleneksel duvar resimleri-motifleri),yüzeysel tasarım-Osmanlıca-fotoğrafçılık-ahşap, sedef oymacılık, tekstil ve eski kumaşlar ana sanat dalı, halı-kilim dokuma teknikleri kumaş baskı teknikleri, çini bölümü, cilt bölümü, kağıt restorasyon ve konservasyonu olarak sıralayabiliriz.

DEVAM EDECEK

Fotoğraftaki desen Okan Koparan’a aittir.

okan koparan ile geleneksel türk sanatları üzerine söyleşi- Hat, minyatür, tezhip-2

Filiz Sonsuz- Tezhip hat minyatürde kullanılan kâğıtlarda kalmıştık geçen hafta, murakka germekten yani.  Özelliği ne bu kâğıtların?

Okan Koparan - Hat, tezhip, minyatür sanatında kullanılan kâğıtların ismi murakkadır. murakka… Çift a ile olunca albüm anlamına geliyor. Kâğıtları şekersiz nişasta yani pişmiş, şekersiz muhallebi ve yumurta akıyla yapıyoruz. Bu kâğıdı yapma işlemini anlatayım size. Kraft kâğıdı var, bilir misiniz? Kese kâğıdı yani. Karft kâğıdını 4 parçaya bölüyoruz. Bu böldüğümüz parçalar bunları bir iki üç dört diyelim. Numara verelim. En küçük kağıdımız 1 numara 2,3,4 diye devam ediyor. Yani 2, 1’in üzerini kapatıyor. 3, 2’nin, 4, 3’ün. Küçükten büyüğe gidiyoruz. Kraft kâğıtlarını topraktan aldığı şekilde suyollarını hesaplayarak dönme paylarını vererek muhallebiyle birbirine yapıştırıyoruz. Şekersiz muhallebiyi, yani nişastayı süzgeçten geçirip tortusu kalmayacak şekilde birbirine yapıştırıyoruz. Sonra herhangi bir ağır gramajlı resim kâğıdını doğal maddelerle boyuyoruz. Bitkileri ve böcekleri, böcekler artık çok kullanılmıyor günümüzde, hem canlıları öldürmeye gerek yok, hem de çok renk çıkmıyor artık. Kimyasal kullanmıyoruz. Sadece bitki kullanıyoruz. Aklınıza gelen her bitki renk verir. Mesela ceviz yaprağı çok güzel bir yeşil verir. Ama onun ömrü kısadır, çünkü güneşte solar. Ya da muhallebi sürerken kâğıda renk elinize bulaşır. Soğan kabuğunu kaynattıktan sonra sarımtırak bir renk verir, kızıla yakın. Cevizle ikisini karıştırdığımızda daha farklı renk verir. Yani minyatür ve tezhip yaparken zeminde ne renk istiyorsak o rengi veren bitkileri kaynatıp suyunu tekneye koyup, havuza kâğıdı üzerine koyuyoruz. İçine yatırıyoruz. Kâğıt durdukça onun rengini alıyor. Sonra bu dört tane kraft kâğıdı yapışmıştı. Onun üzerine boyadığımız kâğıdı da muhallebileyip üzerine arasında hava kalmayacak şekilde yapıştırıyoruz ve beş gün sonra yani beş gün iyidir ama bir hafta çok daha iyidir. Bir hafta sonra tabi biz bu yapıştırma işlemini su kontrastlı su emme tahtta yapıyoruz.  Kâğıdı söktüğümüzde en küçük kâğıt demiştim ya 1 numaralı kâğıt, o bir numaralı kâğıt bizim birinci katımız. Asıl kullanacağımız… Yine etrafında kestiğimiz zaman, özetliyorum 4 tane kraft, bir resim kâğıdı. 5 kat kâğıt oluştu. Özelliği kabuk kadar sert ama kâğıt kadar esnek olmasıdır. Bu kâğıdın el yapımı hali… Şimdi niye bu kâğıtla yapılır bu işler? Zaman gelir sıfır numaranın çok daha alt, üç sıfır, dört sıfır, on sıfır fırçalarla iş yaparız.

Filiz Sonsuz-  Ördek tüyünden fırçalarla çalışırmış eskiden insanlar.

Okan Koparan - biz samur kıllı fırça kullanıyoruz. Ömrü uzundur çünkü. Tabii o zaman böyle teknoloji yoktu. Yani tasarımcılar böyle fırçalar bulamıyordu. Hat sanatı kamışla yapılır, bambu kamışlarla yazılırdı.

Filiz Sonsuz- Bambu ağacı öyle mi? Eskiden de öyle mi yapılırmış? Ama Türkiye’de çok yetişen bir şey değil.

Okan Koparan - Her zaman bambu kamışlarla yazılır.

Filiz Sonsuz- Tamamen doğal ürünler öyle değil mi? Sentetik hiçbir madde kullanılmıyor.

Okan Koparan - Tamamen doğal ürünler. Adı üstünde, geleneksel sanatlar…

Filiz Sonsuz- çok güzel ya.

Okan Koparan - Uzun süredir yapılan bir sanattır bu. Gelenek hiç bozulmadı. Bu yüzden sanatın ismi de geleneksel sanatlar…

Filiz Sonsuz- Ebru da mesela, eskiden öd özü kullanılıyordu sanırım.

Okan Koparan – Hâlâ var.  Başka türlü olmaz. Aslına uygun yapılmayınca, muhtemelen işi hızlandırmak için, sanatın dışına çıkılmış oluyor.

Filiz Sonsuz-Ticari amaç?

Okan Koparan- Ticari amaçlı evet… Mesela iç çamaşırının üzerinde ebru örnekleri var, bence hoş bir durum değil... Bizim eğitim aldığımız hocalarımız tüm branşları en doğru şekilde öğretiyorlar. Her sanat dalında olduğu gibi bizim sanatımızda da zamana ihtiyaç vardır. Belki de tasavvuf burada devreye giriyor. Yapılan işe ve emeğe saygı bağlamında. Kendi işine saygısı olan insanın başka birisinin emeğine ve işine nasıl saygısı olmaz?
Tezhip hat ve minyatür sanatında altın kullanılır. 22 ayar sarı, yeşil, kırmızı ve beyaz altın.

Filiz Sonsuz-  Renkler böyle mi sınıflandırılır?

Okan Koparan- Evet dört renkte altın kullanıyoruz. Tabi ki yanında akrilik boya, sulu boya ve guvaş boya kullanıyoruz. Sadece altın kullanılan işler de var. Tasarımın iyi olmasıyla direk bağlantılı… Kötü bir tasarımı sadece altın kullanarak yaptığımızda hayal kırıklıkları yaşayabiliriz ve izleyiciye de yaşattırabiliriz.

Filiz Sonsuz- Ya çok pahalı bir iş bu o zaman?

Okan Koparan- Sanat disiplinleri arasında en pahalı değil. Ama pahalı değil de diyemeyiz. Eklemekte fayda var; sarı yaldızlı renk boya ve varakla karıştırmayalım. Yaprak halindeki altından bahsettim bu 4 renge ayırdığımız altını. Yaprak halindeki altın sayfalarını belirli bir işlemden getirdikten sonra yine başka bir organik madde yardımıyla boya sıvı boya haline getiriyoruz. Maden halini de boya kıvamında getirmek ciddi dikkat ve zaman isteyen bir işlem. Kıvamını tutturmak önemlidir. Aksi takdirde istenilen altın parlaklığı elde edilemez. Eğer altın ezme işlemimiz yolunda gitmişse; eserimizi icra ettiğimiz murakkaya altını fırça yardımıyla süreriz. Maden olduğu için mat bir renkte nüfuz eder kâğıdımıza. Kuruduktan sonra akik taşı ya da istiridye kabuğunu burnumuza sürerek altınladığımız alanda yumuşak hareketlerle gezdiririz. Sadece burun yağı ve saç yağı altını parlatabilir. Hat sanatında da durum farklı değildir. Ağzını kapatabildiğimiz bir kabın içindeki ipeğin ip halinin içine is mürekkebi doldururuz(kıvamı çok ama çok önemli). Kamışımızı düzgün açabilmişsek kaba bandırıp yazma işlemine geçeriz.

Filiz Sonsuz- Kâğıt yapmak kolay bir iş mi?

Okan Koparan-Kabiliyet gerektirdiğini söyleyemem. Birkaç denemeden sonra yapım kurallarına uyulursa herkes murakka yapabilir. Nişasta yardımıyla elde ettiğimiz murakkanın üzerine yumurta akı süreriz. Yumurta akını derin bir kâseye koyduktan sonra asitli taş dediğimiz mermer görünümlü fakat hafif olan taşla yumurtayı çırpmaya başlarız. Taş yumurtaya değdiği andan itibaren yumurta akı değişmeye başlar. Tabiri caizse parçalanır. Aşağı yukarı yarım saat çırptıktan sonra dökülmeyecek şekilde kâseyi eğik pozisyonda bırakırız. Bir müddet sonra üzerinde oluşan kaymağımsı dokuyu aldıktan sonra yüzde yüz pamuk yardımıyla murakkamızın üzerine muntazam bir şekilde süreriz. Çok ağır olmak şartıyla düz bir satıh altına yatırırız.(mermer en doğru örnek) Ortalama altı ay sonra kâğıdı aldığımızda ömrü yüzyıllar olan murakkamızı elde etmiş oluruz. Eserimizi icra etmeye hazırız...

Filiz Sonsuz- Çırpma işleminin belirli bir süresi var mı? 

Okan Koparan-Kolunuz yanacak gibi olur, herkesin ağrı eşiği değişiktir ama yarım saat dersek netleştirmiş oluruz.

Filiz Sonsuz- Demek kâğıt 6 ayda yapılabiliyor. Peki, şimdi başka bir şey soracağım. İslamiyet’te yüz çizmek Allah’a şirk koşmak anlamına geldiği için aslında günahtı. Minyatür bu yasağı nasıl deldi?

Okan Koparan-Minyatür bu yasağı delmedi. O bilgi yanlış bir bilgidir. Minyatürlerde her zaman yüz çizilmiştir. Hatta Hz. Muhammed (sav) in dahi yüzü çizilmiştir kompozisyon içerisinde. Fakat nakkaşlar öylesine ulu yüce bir zattın yüzünü çizmeyi saygı olarak uygun görmemişlerdir. Tabi ki minyatür sanatı için sadece Osmanlı dönemini düşünmemeliyiz. Persler gibi ciddi bir hükümdarlık ve ciddi bir minyatür sanatı var. Şahsi fikrim bizden daha iyiler.

Filiz Sonsuz- İlk portresini yaptıran Kanuni’ydi diye hatırlıyorum. Ondan önce sadece peygamberin değil insan yüzü de çizmek hep günah sayıldı. Ama minyatürde bakıyorsunuz hep orta Asyalı bir tip var. Hani ay yüzlü, badem gözlü dediğimiz. Acaba o yasağı böyle mi deldiler diye düşündüm. Hiçbir zaman gerçek yüze birebir benzetmeye çalışmayarak sadece ifadeyi vermeyi amaçlayan bir standart yüz kalıbı uygulandı. Doğru mu düşünüyorum.

Okan Koparan- Çok güzel bir soru sordunuz. Önce minyatür nedir onu konuşalım ve anlayalım. Bir şeyin küçülmüş hali midir? Evet, küçük çizimlerdir hatta büyüteç ister bazı zaman. Her şeyin küçülmüşü değildir. Minyatür sanatında perspektif yoktur, boyut yoktur ama olabilindiğince derinlik vardır. Resim sanatı ustaları 'espas' (valör) derler bu tekniğe. Örneklendirelim, ben şuan seslerimizi kaydettiğiniz cihazı üç boyutlu çizdiğimde siz sadece bize dönük yüzünü görürsünüz ve görsel hafızanın diğer kaçışlarını tamamlar. Ama ben cihazı kuşbakışı (üstten görünüm) çizersem siz cihazın ne olduğunu tamamen görürsünüz. Bir çizim tekniği tam olarak... Osmanlı döneminde rasathane çizimi... Nakkaş rasathanede çalışılan masayı ve üzerindeki kullanılan objeleri minyatür sanatı formlarıyla çizdiğinde her şey netleşmiş olur. Şu bilgiye varabiliriz; sonraki nesillere resmi belge ve bilgi aktarımı... Özüne dönmek gerekirse benim için, bizim ulusumuz için değil, tüm insanlık için... Portre çizimlerine de bu gözle bakarsak soruya daha açık bir cevap vermiş oluruz.

Filiz Sonsuz- Aslında burada bir felsefe var, yani görmediğim şeyi yansıtmam, gördüğüm birebir buradadır demek mi? “Benim eserim değil bu aslında,” demek gibi bir şey mi yani?

Okan Koparan- İsmine ne derseniz deyin neresinden bakarsanız bakın, yaratıcının yarattığını sanatçı tasarım gözüyle görüp, aslına uygun kalarak sitilize etmesidir. Buna stilizasyon diyoruz.(doğadaki herhangi bir şeyin aslına uygun kalarak nüanslı çizimi)

Filiz Sonsuz- Yorum katmıyorum demek gibi bir şey perspektifin olmaması.

Okan Koparan - Egoyu kırabilmek tasavvufun temellerinden birisidir.

DEVAM EDECEK



*Fotoğraftaki desen Okan Koparan’a aittir.

muhabbetname-4000 yıl öncesinden

Of ama ya Filiz, ben daha doğru dürüst bir mektup girizgâhını beceremezken ve fakat deli gibi özenirken büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpen girizgâhlara,  şimdi de postacıyı beklemek, zarfı heyecanla açmak gibi heveslerime engel oluyor bu e-postayla ileteceğimiz mektuplar. Ne anladım ben bu işten?

Evet kabul, kağnı hızıyla işleyen posta dağıtım sistemimiz mecbur kılıyor bizi. Hele de bu kadar hız bağımlısı olmuşken, bir videonun açılması otuz saniye sürüyorsa bilgisayarı parçalayasımız geliyorken, haftalarca mektup beklemek adamı delirtiyor. Ama işte şu yaptığım işe mektup yazmak diyemiyorum ben.  Hani diyeceğim o ki, kapını çalan postacının elinden eski usul, zarflı pullu mektuplar alırsan şaşırma. Zira ben ara sıra da olsa, sana, anneme, uzaktaki canlarıma böyle mektuplar yazıp yollamaya devam edeceğim. Belki arasına birkaç kekik yaprağı sıkıştıracağım, belki de çocukken yaptığım gibi elimi kâğıda bastırıp etrafını kalemle çizeceğim falan… Zira ben postacıların fatura, kredi kartı ekstresi ve resmi evrak dışında biraz da yüreğimizi dağıtması gerektiğini düşünüyorum. Hem belki biraz uğraşırsam, annemin Diyarbakır’dan İzmir’e, anneanneme yolladığı ve neredeyse iki ayda ulaşan mektuplardaki gibi “iyi olmanızı yüce Allah’tan niyaz eder, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim” demeyi de becerebilirim.
 
  Neyse ya, kaptırdım gittim yine yokuş yukarı.

 Mektubunda mektubun tarihçesinden söz edince sen,  aklıma Asurlu kadınlar geldi. Çok güldüm bu arkadaşlara ben. Muazzez İlmiye  Çığ’ın Ortadoğu Uygarlık Mirası-1 kitabında okumuştum. Biliyorsun, milattan önce 2000 yıllarında Mezopotamya’nın kuzeyinde yerleşik bir halk Asurlular. Kafaları da acayip çalışıyor ticarete. Derken sığamıyorlar Mezopotamya’ya. Ürettiklerini satacak yeni pazarlar lazım. Dört bir yana dağılıp, bildiğin pazarlama stratejileri üretiyorlar. Ticaret kolonileri kuruyorlar. En büyük kolonileri de bu günkü Kayseri civarlarında, büyük pazar anlamına gelen Karum ismini verdikleri yer oluyor. Belki de tarihin ilk AVM’si… Kayserililerin ticari zekâsının nereden geldiğini de böylece anlamış oluyoruz efendim. Neyse, lafı uzatmayayım, Asurlu tüccarlar evi barkı bırakıp kurdukları ticaret kolonilerinde ticaretle uğraşırken, geride bıraktıkları eşleri, çocukları da şirketin merkezindeki işleri idare ediyorlar. Yani kadınlar da ticaretle uğraşmaya başlıyorlar falan. Bu arada, doğru okudun, şirket dedim. Zira adamlar bildiğin ticaret şirketleri kuruyorlar. Gerçi henüz anonim, limitet vay efendim holding falan yok, ama şirket işte. Veeee gelelim sadede. Aile içindeki iletişim, henüz akıllı telefonlar, tabletler icat edilemediğinden  mektuplarla sağlanıyor. Tabii, henüz elektronik posta da icat edilemediğinden, mektuplar kil tabletlere yazılıyor ve son derece hızlı çalışan bir dağıtım ağıyla birkaç günde gideceği yere ulaşıyor bu tabletler. Taraflar arasında düzenlenen ticari sözleşmeler, senetler, siparişler ve tabii ki ailevi meselelerin anlatıldığı özel mektuplar… Buraya kadar gülünecek bir şey yok, haklısın. Dur bi, bekle  Asurlu kadınların kocalarına yazdıkları iki mektubu aynen yazacağım sana.

        İlk mektup cadı kayınvalide Tariştum’dan kocası Enlilsani’ye. “Oturduğumuz evin yıkılacağından korkuyorum. Onun için köyde tuğla yaptırdım, zift döktürdüm. Yazdığın kalaslara gelince: Bunlar için muhakkak para gönder… Sakın içkili ziyafetlere, eğlencelere gitme. Gitmeden önce, gelinimiz hakkında bana şunları söylemiştin: ‘Onu babasının evine gönderme, seninle kendi ocağımızda kalsın. Senin kayırman altında evimizi korusun!’ Sen gittikten sonra onun hakkında ne kötü bir söz, ne de dedikodu oldu. Fakat sekiz haftadan beri babasının evinde kalıyor. Onun hakkında kötü sözler işiteceğiz kuşkusuz, fakat benim sözüme aldırış etmiyor.”

          Bir başka kadın, Lamassi, kocası Puşuken’e gönderdiği, artık evine dönmesini isteyen, Asur’da yünün çok pahalı olduğundan dert yanan mektubunun sonunda aynen şöyle söylüyor, “Kız kardeşin Şallim- Ahum, sen gittiğinden beri iki ev yaptırdı. Acaba biz ne zaman yapacağız?  Hiç mi?”

          Bundan 4000 yıl önce… Kili yoğurup hamur haline getir. Hamurdan tabletler yap. Uğraşa didine üzerine çivilerle yaz. Kurut. Sar sarmala, postaya ver ve içinde gelin görümce dedikodusu olsun. Hiç mi üşenmezsin be kadın?

           Bu kil tabletlere yazılan mektupların arasında, şifreli yazılmış, tarihin ilk gümrük kaçakçılığı belgesi de var J Memurlara birkaç papel çorbalık vermesini öneriyor ortağına falan.

               Böyle işte cancazım. Ne çok işe yarıyor şu mektuplar. Belki ileride, kayınvalide olursam yani, oturur sana gelin dedikodusu yapan kayınvalide kıvamında mektuplar da yazarım. Üşenmem de hem. Niye üşeneyim ki? Otur klavyenin başına tıkkıdı tıkkı… Bas “gönder” tuşuna gitsin.

               Hadi, ben kaçtım. Görüşürüz. Çarşamba günü parkta buluşuruz, gazeteleri getiririm sana. On Beş Eylül İki bin On Dört

                                                                                                      FİLİZ SONSUZ

                    

gezi yazıları-Aynur Aras

               Afrika Kıta’sının güney yarım kürede kalan bölgesine yolculuk. Bizim böyle bir şansımız olmadı ama oralara gitmiş, gezmiş, gözlemlemiş ve yetinmeyip birikimini yazılara dökmüş bir arkadaşa sahibiz. Sevgili Aynur Aras… Kendisi uzun yıllardır kentimizde yaşamakta… 2004 yılında Burhaniye- Faruk Kızıklı İlköğretim Okulu’ndan emekli olduktan sonra mesleğini bırakmamış ve halen Altınoluk'ta, Alçev'de çalışma hayatını sürdürmekte. Mesleğini sevdiğini, öğretirken eğlendiğini belirten Aras:

     “Kitap okumak, seyahat etmek ve fotoğraf çekmek yaşantımın vazgeçilmezleri arasında… Gezip gördüğüm yerleri yazı ve fotoğraflarla paylaşmak, başkalarını da bilgilendirmek hoşuma gidiyor. Olaylarla ilgili duygu ve düşüncelerimi kendi penceremden yorumlamak ve daha iyiye, daha güzele ulaşmak için evrene bir ses de ben katmak istiyorum. Bu nedenle yazmaya devam ediyorum...” diyor.

     Kendisine katkısından ötürü teşekkür ediyor ve birkaç ay sürecek yazı dizisinin sizlere yeni ufuklar açmasını ve keyif vermesini diliyoruz.
 
TANZANYA’YA MERHABA!
    Belgesellerde görüp, ilgiyle izlediğimiz doğal parklarda dolaşmak, aslanlarla merhabalaşmak bize de nasip oldu ve anılarımızda yerini aldı. Tanzanya… Türkiye’den kilometrelerce uzaktaki bu ülkeye gitmek hayal bile değildi. Arkadaşımın eşinin orada büyükelçi olması ve “Biz dönmeden gezmeye gelin,” davetleri üzerine, kalkıp gittik. İyi de ettik. Doğallığın her çeşidini gördük.

    Kızım, yurt dışında okuduğu için, tatillerde onunla birlikte bazı ülkeleri görme olanağımız oluyordu. Avrupa’daki kültür çok başkaydı ama doğal yaşamı da tanımak istiyor insan… Bu yıl da, sevgili arkadaşım Yeşim ve eşinin Tanzanya’da yaşamaları farklı coğrafyaları da tanıma olanağı sundu bize. Yarıyıl tatilini değerlendirdik ve Afrika’ya uçtuk. Bizden bir gün önce üç arkadaş daha (Aydan, Gül ve Saniye) uçtu Tanzanya’ya.

    Kızımla İstanbul’da buluştuk ve bir gece yeğenimde kalıp, Tanzanya’ya uçtuk. Yolculuk, yedi saatten fazla sürdü. 26 Ocak akşamı 19.10’da yola çıktık, 27 Ocak Pazartesi sabahı 02.40’ta Dar es Salaam’a ulaştık. Saatleri bir saat ileri aldık.  Yeşil pasaportlulara vize yok. Diğerleri için uçakta form dağıtmışlardı, 50 £ verilip vize alındı. Yeşim, bizi havaalanında karşıladı. 03.30 sıraları eve vardık. Büyükelçilik binası hem ev hem de ofis olarak kullanılıyor. Bu yüzden bina çok büyük... Binada değişiklikler yapıldığı için eşyalar paketlenmişti. Onarım işleri mart ayına kadar devam edecekmiş.

     Tanzanya, Birleşik Cumhuriyet ve başkanlık sistemi var. Başkenti Dodoma ve dili Svahili ve İngilizce. Para birimi Tanzanya Şilini... 2005 yılından beri aynı başkan varmış görevde. İlk insan fosilleri ve ayak izi bulguları buradaki kazılarda ortaya çıkarılmış ve “İnsanlığın Beşiği” denmiş Tanzanya’ya. Ülke, çeşitli medeniyetlerin sömürgesi olmuş. Son yıllarda Almanya’nın sömürgesi imiş… Daha sonra Milletler Cemiyeti kurulunca İngiliz egemenliğine geçmiş. 1961’de bağımsızlığına kavuşmuş. Tanganika ve Zengibar’ın birleşmesiyle Tanzanya olmuş. Eski dönemlerde Zengibar’da en büyük köle ticareti yapılırmış. Nyerere’nin diktatörlüğü döneminde sosyalist rejim çok kötü duruma düşmüş ve ülke gerilemeye başlamış. Dünya’nın en geri ve en çok yardım alan ülkesi durumuna gelmiş. 1980’den sonra Uluslararası Para Fonu’ndan yardım alarak toparlanmaya başlamış.

     Kuzeybatıdaki Kilimanjaro Dağları, Viktorya, Tanganika ve Büyük Göller en önemli yerleri. Doğuda Hint Okyanusu’na bakıyor. Orta bölümde ise verimli platolar var. Ülkede bulunan çok sayıdaki Ulusal Parklar, turizm açısından çok önemli. Tanzanya’da tropik iklim olduğundan her mevsim sıcak… Ülkede uzun ve kısa yağışlar adıyla anılan yağış rejimi var.

Tanzanya, bir tarım ülkesi ama yüzey şekilleri ve yağışlar nedeniyle ancak toprakların % 4’ü ekilebiliyormuş. Sıtma ve AIDS hastalığı sıkça görülüyormuş. Ülkenin % 33’ü Müslüman, % 44'ü Hristiyan ve gerisi putperestmiş. İngilizce ve Svahili dili yerine şimdi sadece Svahili dili konuşuluyormuş. Nüfusun % 60'ı okuma yazma bilmiyormuş. Müzik, Afrika ülkelerinde olduğu gibi burada da çok önemli… Sanatın diğer dalları da gelişmiş. Kanvas üzerine yapılan “Tingatinga” ve “abanoz” ağacından yapılan heykeller çok ünlü.

                                               
                     27.01.2013- Darüssalaam- Aynur ARAS