Kilidi olan bir deftere
ait anahtarın öyküsünü yazmaya hazırlandığın günlerdeydin. Yeni bir konu, yeni bir öykü… Önünde duran
sanal beyaz sayfayı daha önce olmayan, senin yarattığın yeni bir şeye
dönüştürecektin. Böylesi zamanlarda hep yaptığın gibi kapıldığın heyecana şöyle
bir bakıp, “Tanrısal Eda” diye dalga geçiyordun yine aynadaki görüntünle,
aldığın zevkten utanır gibiydin.
Ölmüş bir kadının
evinde bulanacaktı defter. Sandığının diplerinde bir yerde; mavili, morlu,
ebruli görüntüsüyle karşısına çıkacaktı kızının. Üzerindeki etikette “Hayal
Defteri” yazacaktı. Defterin kilitli olduğunu gören kızı, merak içinde anahtarı
aramaya başlayacaktı. Her şey hazırdı. Bir tek anahtarı bulup bulmamasına karar
vermen kalmıştı ki, evin odalarında yankılanmaya başladı haberler.
Şimdi ekranın başında
öylece kalakalmış camdan dışarı bakıyorsun. Şiddetli bir rüzgâr, bahçedeki
mandalina ağacını bir o yana, bir bu yana savurup duruyor. Kulağında spikerin
sesi… Çubuklardan bahsediyor. Dünya’nın uzak bir ucundaki bir reaktörde çok
ısınmış çubuklardan… “Erimemeleri lazım, yoksa…” diyor ses. “Yoksa ne?” diye haykırmak
geçiyor içinden ekrana doğru. “Koymasanız olmuyor muydu çubukları oraya?
Geceler boyu neon ışıklarınız yanmasa, fabrikalarınız aralıksız yirmi dört saat
çalışmasa neyi eksik kalırdı mutluluğun?”
Tekrar mandalina
ağacına dönüyor bakışların. “Bir hayal defterim olsaydı keşke,” diye
geçiriyorsun aklından. Birinci sayfasında “Kalabalık
ve umut dolu düş gezileri dileği ile…” yazan bir defter... Gözünün önüne
getirmeye çalışıyorsun; meselâ henüz on iki yaşındaymışsın da, baban eline
tutuşturmuş onu bir akşam. “Aklına gelen bütün hayalleri yazman için evlât,”
demiş verirken. “ Sadece sen izin verirsen okunabilecek hayaller, anahtarını
iyi sakla.”
“ Hayal kurmayı
öğrenmiş olur muydum?” diye
sorarken kendine, kırık dökük gülümsüyorsun. “Herhalde…
Değil mi ki İnsan beyni nasıl geliştirilirse öyle üretir sonrasında,” diye cevaplıyorsun
yüksek sesle. “Olmazları düşünme becerim olsa, pekâlâ bir ağaca dönüşebileceğimi
düşleyebilirdim şimdi.”
Tam, “Alıp başını başka yerlere gidemez miydi
beynim?” diye geçirirken aklından, ekranda, okyanus taşıyor bir kentin üstüne.
Nefesini tutuyorsun. Büyük bir tekne, köprüyle suyun arasında çatırdayarak un
ufak oluyor, korkuyla gözlerini yumuyorsun. Çabuk çabuk düşünmeye devam etmeye
çalışıyorsun. “Hem,” diyorsun, “Sadece bir ağaca dönüşmeyi değil, daha birçok
şeyi hayal edebilirdim. Örneğin şairin dediğine uymaya çalışır, düşünmeyip arzu
etmeyi becerirdim bir böcek gibi.”
Camı açıp derin bir
nefes alıp veriyorsun, sonra bir daha… En ilkel şekliyle yaşıyorum demenin bir
yolu olsa gerek bu. Biraz sakinliyorsun.
“Söz gelimi içinde umut olan bir şiir de yazabilirdim. Umut hayalin kan kardeşi
değil mi?” diye düşünüyorsun bu kez. Haklısın… Oysa bu gece bir yanın soluk
yeşil bir sesle “Umutsuzluğa kapılma,” diye fısıldarken, diğer yanından gri
çimento tozları dökülüyor umut diye bildiğin her şeyin üstüne. Hayıflanırken
buluyorsun kendini. Oysa sevmezsin bu tür düşünmeyi. Keşke öyle olsa, keşke
böyle olsa…
Çalışma odasıyla salon
arasında mekik dokuyorsun saatlerdir. Bir yanda televizyon ekranında sulara
kapılmış giden evler, beyaz dumanlar saçan bir patlama, diğer yanda mahzun bir
duruşla bilgisayar ekranında dikilen ve bulunup bulunmayacağına dair karar
verilmesini bekleyen küçük, sarı bir anahtar…
Bulsa mıydı acaba kız
anahtarı? Örneğin gardıropta asılı bir mantonun cebinde! Heyecan içinde
sandığın başına koşup hemen oracıkta kilidi açsa mıydı? Değil sayfalar dolusu hayalleri,
tek bir hayali olacağı bile hiç aklına gelmemiş olan ölmüş annesinin gizli
dünyasına dalsa mıydı?
Bir şey yapmalı ama ne?
Bir şey yapmalı ama ne? Bir şey…
Nerede olduğunu bilmez
bir halde gözlerini araladığında, televizyon ekranı bütün soğukluğu ile karşında
yine. İçin geçmiş kanepede. Ekrandaki mantar görüntülü, beyaz dumanlı
patlamaların yerini, gökyüzünden yağan bombaların aldığını görüyorsun. Siyah
kıtanın; kara derili, iri, kara gözlü, öfkeli ve bir o kadar da şaşkın bakışlı
insanlarının üzerine yağan bombalar… Şaşırmıyorsun. Geçmişte olanlar gibi beklenen
ama zamanı tam olarak belli olmayan bir “Demokrasi Operasyonu!”… Diğer yanda dünyanın
enerji ihtiyacından söz ediyor bir uzman! Gözlerin doluyor, bir küfür
sallıyorsun.
Böylesine
bir başınaymış gibi, böylesine eylemsiz olmak zorundaymış gibi kalmak
omuzlarını acıtıyor. Sıkıntılı boz bir bulanıklık içindesin. İyice
kamburlaştırıyorsun sırtını. Oysa baban böyle oturmamanı tembih ederdi her
zaman. “Ayağını sağlam bas, hayata karşı dik dursun omuzların…”
Bir
sigara yakıyorsun. Canın istediğinden değil, alışkanlıkla sadece. Bir parça
içki içmek isteği var içinde. Şöyle sert, boğazını yakarak geçip midende
sımsıkı hissettiğin bir içki… Yok… Mutfağa gidip demli bir çay koyuyorsun
bardağa.
Bilgisayarın
başına oturuyorsun. Ekranda bekleyen anahtara bakıyorsun iç geçirerek. Çayını
yudumlayıp sigarandan derin bir nefes çektiğin sırada bir şey düşüveriyor
aklına. Farkındasın, küçük bir şey… Minik, mini minnacık bir şey… Bir an
tereddüt etsen de, “Ben ne kadarım ki evrende, yaptığım kocaman olsun?” diye
düşünüyorsun sonra. Ve hiç yüksünmeden harekete geçiyorsun. Saatin kaç olduğuna
aldırmaksızın arıyorsun arkadaşını. “Merhaba Simge, nasılsın?” diye başlıyorsun
söze.
“Beş
yüz taneye anca yeter param. Unutma, kapak mavi ve mor tonlarında olacak,”
diyerek kapatıyorsun telefonu. Ardın sıra gelen kuşağı hatırladığını bu
konuşmayı duyunca anlıyorum. “Nihayet,” diyorum kendi kendime. Sen duymuyorsun.
Önemli değil, ben ne yapacağını biliyorum. Yaklaşan bayramda onlara dağıtacaksın
defterleri değil mi? Güneş tepede parlarken hâlâ ve doğa, bütün olanlara inat doğurup
dururken ardı ardına…
Açık
bir büfe bulacağından emin, dışarı çıkıyorsun sonra. Güçlü rüzgâr hızından
hiçbir şey kaybetmemiş, uğuldayarak esiyor. Bu sesi seviyorsun. Üşüdüğün
ellerini ceplerine sokuşturmandan belli… Üşüyeceksin elbette, insansın ve hava
soğuk.
Üç
beş adım atıp başını yukarı kaldırıyorsun. Bulutlu bir havada, gökyüzünde ayı
arıyor gözlerin. Tam tependeki koyu karanlığın içinde belli belirsiz bir aydınlık
olduğunu görüyorsun. “Orda bir yerlerde işte,” diye geçiriyorsun içinden.
“Burada bir yerlerde, tasalanma,” diyorum ben de…
Filiz Engin
KARAR
SİZİN, GERÇEK İMZANIZLA YA DA TAKMA BİR ADLA
MEKTUPLARINIZI
BEKLİYORUZ.
Posta Kutusu 65
Burhaniye/Balıkesir-TURKEY
YanıtlaSilAçık bir büfe bulacağından emin, dışarı çıkıyorsun sonra. Güçlü rüzgâr hızından hiçbir şey kaybetmemiş, uğuldayarak esiyor. Bu sesi seviyorsun. Üşüdüğün ellerini ceplerine sokuşturmandan belli… Üşüyeceksin elbette, insansın ve hava soğuk.
Üç beş adım atıp başını yukarı kaldırıyorsun. Bulutlu bir havada, gökyüzünde ayı arıyor gözlerin. Tam tependeki koyu karanlığın içinde belli belirsiz bir aydınlık olduğunu görüyorsun. “Orda bir yerlerde işte,” diye geçiriyorsun içinden. “Burada bir yerlerde, tasalanma,” diyorum ben de…bu iki paragrafı çook sevdim; her bakımdan:))
Canım Özom sağol duygunu paylaştığın için. Eski bir öykü aslında ama ben de bu aralar tekrar benzer modda olduğumu söyleyebilirim.
Sil