Şakir-Filiz Sonsuz

 Güneş batmak üzereydi. Hava kararmadan ineklerini eve götürmeliydi Şakir. Çocukluğundan beri korkardı karanlıktan. Anası sıkı sıkı tembih ederdi, “Gün batmadan eve dön. İnekleemizi gaparla, seni de kesip bi kesiğe atarlaa. Garışmam bak.”  Yaşını kimse tam olarak bilemese de bakımsızlıktan, pislikten, yetmişinden fazla gösteriyordu. Aklı da kıttı divanenin. “Beş yaşındaki çocuğun aklı var” demişti  hükümet doktoru bir keresinde. Üç beş ineğiyle yaşardı Şakir. Sütlerini sağmaz, yaşlanan inekleri kasaba satmazdı. Ev halkıydı onun için inekler.   Başka da kimsesi yoktu zaten.   Geçmişine dair pek çok ayrıntı silinip gitmişti aklından.   Yıllar önce öldüğünü unutup kapı kapı dolaşıp komşulara anasını  sorar, “anan hani oldu öleliii” cevabını alınca  saatlerce hüngür hüngür ağlardı. Bir tek Esma’yı, kim bilir neden,   bir senelik gelinken göçüp giden karısı Esma’yı hiç unutmadı. Ne yüzü, ne sesi silindi aklından onca yıla rağmen. Dağ köylerinden birinden almıştı anası Esma’yı Şakir’e. Yoksul bile denemeyecek kadar kötüydü durumları. Karınlarını zor doyuran dört çocuklu bir ailenin ikinci kızıydı. Bir de iki ayağı birden doğuştan aksıyordu ki asıl sebep buydu aile efradının Esma’yı Şakir’e uygun bulmasına. Güzeldi ama. Koyu mavi gözleri vardı. Su gibi yüzü… Esma’nın eve gelin geldiği gün,   kapının eşiğinden eğilip eğilip yüzüne baktı karısının.  Utandı yanına gidip oturmaya. Mahallenin edepsiz gençlerine eğlence çıkmıştı. Çelimsiz bedenini yumruklaya yumruklaya,  iğrenç şakalarıyla soktular Şakir’i gerdeğe. Anasının kucağında uykuya dalıveren bebe gibi uyudu kaldı güzel karısının yanında. Topu topu bir yıl süren evliliğinde, anasından  öğrendiği gibi  karılık etti Esma Şakir’e. Şakir “su” dedi, Esma suya koştu, Şakir “ekmek” dedi, Esma sofra kurdu. Soğuk bir Aralık akşamı Şakir eve kan revan içinde, çocuklar gibi ağlayarak geldi. Aşağı mahallenin fırlamaları taş yağmuruna tutmuştu divaneyi. Anası “sus len” dedi, “ne zırleyon salak salak? Yerden iki daş alıp da furamadın mı piçlere?” Esma tuttu kocasının elinden, çeşmeye götürdü. Elini yüzünü yıkadı. Evde sigara içen yoktu. Kapı komşusu Gara Ömürye’ye gidip bir sigara istedi. Şakir’in yaralarına tütün bastı. Koca adam “acıyo Esma, etme gari” dedikçe, “şinci geçcek, ganameycek  bi daha” deyip teselli etti Şakir’i. Ve o gece Esmasının dizinde içini çeke çeke uykuya dalana kadar saçlarını okşadı kocasının. Esma, üç ay sonra bir sabah dayanılmaz sancılarla nefessiz kalıp   on dakikanın  içinde ölüverdi. Şakir  eve geldiğinde kadınlar avluya doluşmuş ağlıyorlardı. Üzerinde beyaz çarşaf, yerde upuzun yatan  Esma’yı sordu, “öte dünyaya gitti gari, gelmez Esma” dedi anası.

Kadınlar, kapı önlerini yıkamışlar, kilimleri serip çayları demlemişler, akşamüstü  sefası yapıyorlardı. Küçücük ilçenin değişmez yaz eğlencesiydi kapı önü sohbetleri. Emekli olup baba ocağına yerleşen  başçavuş Ali Gülcü’nün karısı Gülay, kapı önü oturmalarını önceleri fazlasıyla   köylü işi bulsa da, yaşadığı büyük şehirlerdeki okul aile birliği çayları, yardım baloları, altın günleri gibi etkinlikleri burada bulamayacağını anlayınca ucundan kıyısından katılır olmuştu kadınların akşamüstü sohbetlerine. Tek farkı, yere kilim sermek yerine kapının eşiğine bir şezlong koyup, çayını porselen fincanda içiyor olmasıydı. Bir de konuşmaları ilginç geliyordu komşulara. Çay ikram ederken “kaç şeker alırsınız?” deyişi komikti mesela. O kapının önüne çıktığında toparlanıp, oturuşunu düzelten yaşlı adamlara “ Lütfen rahatsız olmayın rica ederim” deyişine çok gülerdi komşuları. Ama alışıp gitmişlerdi işte birbirlerine.

Bir tek Şakir alışamamıştı Gülay’a.  Gülay da Şakir’e. Mahalle arasındaki inek damı korkunç kokular yayıyordu. Hijyenik değildi bir kere. Şakir nasıl hastalanmıyordu o pisliğin içinde?   Belediye nasıl görmezden geliyordu bunu, anlayamıyordu Gülay Hanım. Şikayet dilekçesi bile yazdı bir keresinde. Kapı kapı dolaştı komşuları. Kimse imzalamadı. “Dokanmayız divaneye, künah” dediler.”  Kimse destek vermeyince susmak zorunda kaldı.
     
Buzları kıran Şakir oldu. Bir bahar akşamüstü elinde bir torba otla geldi inekleri otlatmaktan. Otu Gülay’a uzattı. “Abaa, turpotu gettim sene. Bişir de bene de ve bi tabacık.” Gülay şaşkınlıktan bir şey diyemedi. Komşulara baktı, ne yapayım şimdi ben, dercesine. Komşular al der gibi kafa salladılar. İnek pisliğiyle, çamurla sıvalı poşeti maşa gibi kullandığı iki parmağının ucuyla  tutup bahçenin bir köşesine attı.  “Almazsan gızar” dedi komşular. “Hepimize getirii ara sıra. Açıp bakmayız bile içinde ne va diye. Aşama da bişirdiğimizden bi tabacık veriveririz.” Gülay da öyle yaptı. Plastik tabaklara – eve sokmadan atacaktı hepsini- kuru fasulye pilav koyup gönderdi. Şakir böyle yaşıyordu işte. Konu komşunun verdiği yemekle, eski giysilerle.

Ramazan ayıydı. Sıcaklar da başlamıştı bir yandan. Herkes evindeydi. Sıcaktan ve açlıktan sokağa çıkıp oturan kalmamıştı. Ama   her akşam sokağın iftar menüsünden payına düşen, Şakir’e getirilirdi. Gara Ömürye tahta kapıyı iteleyip bahçeye girdi. Şakir bitap düşmüş, sedirinde yatıyordu. Kirden görünmez hale gelmiş sedir döşeğiyle Şakir öyle bütünleşmişti ki, iniltisini duymasa göremeyecekti yaşlı adamı. “Ne o? Yannamışın ya” dedi Ömürye. “Orucum abaa, içim gıyıldı” diyebildi adamcağız. “Ülen sen orucu da mı  biliyon?” “Gavedeki adamlaa dedi aba, oruç dutasam öte dünyada sevdikleme gavuşcekmişim.” “Öte dünya neresi biliyon mu sen?”  “Bilmem mi heç.   Esmam orda ya.”  “Temcite kalkabiliyon mu bari” dedi Ömürye. Sesinde çocuğuyla  şakalaşan  annenin muzipliği vardı. “Temcit memcit bilmem ben.”  “İftarı biliyon mu bari?” “Onu da bilmeyom aba” “Necap oruç len bu? Temciti bilmeyon, iftarı bilmeyon?” Şakir, Gara Ömürye’nin sesindeki  alaya kızmış, güçsüz sesiyle komşusunu oruç hakkındaki bilgisine inandırmaya çalışıyordu.“Su bile içmeycemişim, öyle dedi gavedeki adamlaa.”  İnanmadı Ömürye Şakir’e. Divane ne bilirdi orucu. Adamların da işi gücü yok, eğleniyorlardı Allahın delisiyle.  

Bir süre sonra Şakir’in  inekleri otlatmaya çıkarmadığı fark edildi. İneklerin böğürtüsü evlerden bile duyuluyordu. Kadınlar götürdükleri yemekleri kapıdan bırakıp dönüyorlardı. Hastaydı Şakir. Vadesi yetmişse elden ne gelirdi ki. Kurtulurdu divane, yarım aklıyla sürünüp durmaktan. Gülay Hanım bir tabağa iki biber dolması, bir kaşık da yoğurt koyup yolladı kocasıyla Şakir’e. “Bak bakalım hasta falan olmasın ” dedi. “ İneklerin sesi canıma yetti.”  Kocası sapsarı döndü. “Öyle yatıyor sedirinde. Bir nefes kalmış adamcağız. Belediyeye haber vermek lazım.” Belediye çavuşlarını aradı adam. Sağlık ekipleri ambulansla gelip alıp gittiler Şakir’i. Siren sesinden duyamadılar adamcağızın  güçsüz sesiyle Esma’sını sayıkladığını.
  
Önce kamyonla, zayıflıktan kemikleri sayılan inekler götürüldü. Komşu kadınlardan kimileri tabaklarını aramak bahanesiyle evi talan ettiler. Sedirin döşeğinin altından gazeteye sarılı, tedavülden kalkalı yıllar olmuş kağıt paralar çıktı. Bir iki bakır tencere, sapları kırılmış, çoğu çatlamış, Esma’nın çeyizinden kalma, toz içinde kahve fincanı takımı… Mutfağın bir köşesinde kurtlanmış, sineklerin istilasına uğramış yemek artıkları, kuru ekmekler… Kahyanın Emine tanıdı tabağını. İçinde yemeğiyle, bıraktığı yerde duruyordu. Tabakların hepsi getirildiği gibi kalmıştı. Tek lokma yememişti Şakir.

Ardından bir kepçe gelip yerle bir etti Şakir’in evini.  Tutanak tutuldu, muhtara imzalatıldı. Ölüm raporu ve evin yıkımına dair tutanak, Şakir’in mirascısı olmadığı için  muhtara teslim edildi. “Ağır gribal enfeksiyon” yazıyordu ölüm nedeni, Esma’sına kavuşmak için açlıktan ölmek  ayıpmış gibi.
                                          
                                                                                      



                                                                                                 FİLİZ  SONSUZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder