Kulağıma Takılanlar/Filiz Sonsuz


             Dolmuşlarda, istemeseniz de kulak misafiri olursunuz insanlara. Dinlemeseniz de duyarsınız konuşulanları. Hatta biraz toplayabilseniz dikkatinizi,  aklını bile okuyabilirsiniz zorunlu yol arkadaşlarınızın. Öyle bir havası vardır dolmuşların.  Hem sıradan hem çok özel, hem samimi hem biraz mesafeli, hem olduğu gibi hem bazen gizemli, yani tamamen kendiniz gibi insanlarla birlikte gidersiniz nereye gidecekseniz. Halkın siyasi nabzını tutabilirsiniz. Ya da en çok izlenen dizinin kaçırdığınız bölümünde neler olduğunu öğrenebilirsiniz.  Bir eşin ihanetine de tanık olabilirsiniz, bir liselinin yılsonu partisi telaşına da… Kısacası hayatın özetini okursunuz o kısacık yolculuklarda. Bir gün bakarsınız, dağarcığınızda biriktirmişsiniz onlarca hayat özetini.

              Burhaniye Edremit yolu... Arka koltukta bir liseli kız, telefonda. Ben dolmuşa bindiğimde konuşuyordu. Bostancı’ya geldik, hala konuşuyor. Ha, bir de mevsim ilkbahar sonu, yaz başı. Okullar kapandı kapanacak yani. Yani mezuniyet partileri sezonu… “Saçmalamaaaa, bana yeşil gitmeeez. Ben kızılım. Havuç gibi mi gezincem ortadaaa. Bilmiyoruuum, siyahını aliiim diyorum o straplezin. Ya ayakkabıları aldım bileee. Bilekten bağlamalı. Çantası da vaaar. Üstü küçük küçük taşlı, koca bi de tokası vaaar.  Sen ne giycen? Kırmızı giy sen. Sana çok yakışıyoo. Gözlerin de mavi ya. Tamam, beraber gidelim o zaman. Bi sürü değişik şey var orda. Kim? Veli mi? Iııyyyy! Salak o çocuk ya. Kaçıncı söyleyişim. Anlamıyoo. Meşe kütüğü resmen yaaa. Oooolum diyorum. Sen bi kere aynaya bak, benden kısasın diyoruuum. Eee ne var ki, Okan Bayülgen de kısa, diyo yaaa. Ya salaaaak, Okan Bayülgen kiiiiim, sen kim! Bak, bana haber yollamaya kalkarsa bozum et o salağı, Erdoğan’la gidiyo Ayşe, de. Uğraşamıcam Veliyle falan. Yaa öööf, şarzım bitiyooo. Hadi öptüm. Baaayyy…” 

             Edremit Narlı yolu… Narlı Muhtarlığı’nın arabası… Altınoluk pazarından, çantaları, pazar arabaları ağzına kadar basılı bir sürü kadın, zaten tıklım tıklım dolu olan dolmuşa biniyorlar. Çoğu Narlı’nın kadınları. Biri çok yaşlı... Gülbiye Teyze… Onun yaşıtları muhtemelen periyodik şeker, tansiyon, kolestrol ölçümleriyle uğraşıyorlar. Bizim teyzenin maşallahı var. Pazara bile gidiyor. Ama nasıl…      Muavine sesleniyor,   “ Erdiii, şu çantayı go bakam sağlam bi yakaya oğlum. Yumurtalara dikkat et e mi çocum. Her şey ateş pahası, alıncek yinilcek gibi değil. Yime de öl diyola bize ya, ölmecez işte… Anam anam, pazar gezmek yorgunluk, şişti ayacıklaaam. Belim koptu.”  Yanında dikildiği kızın yer vermemesine bozulmuş, “İnen olsa da oturcek yer bulsak…” Kızın kılı kıpırdamıyor, kulağında ıpot kulaklığı, gözünde sahte RayBan, camdan dışarı bakıyor. Teyze, elindeki çilek poşetini kızın saçındaki kelebek tokalara astı asacak. Kız hala oralı değil. Teyze sıkışıklıktan ve sıcaktan kıpkırmızı olmuş bir vaziyette, son çareyi şoföre çatmakta buluyor. “ Remziii, hiç değilse cumartesi günleri arabaya yabancılları almayın oğlum. Bizim köyün kızları olsa şimdiye çoktaaan kalkıp yer verdiydi…” Kız, ters ters bakıyor teyzeye, sonra yine cama çeviriyor tıp tıp çilek suları damlayan kafasını. Birazdan kıyamet kopacak.

               Ayvalığa gidiyorum. Duruşmaya yetişemeyeceğim sanırım. Yarım saat kaldı, hala İskeledeyiz. Telefon çaldı. Önümdeki koltukta oturan kadın, açtı telefonunu. Aman o ne cilveler… “ Tamam şekerim, kırk beş dakka sonra ordayım. Tesislere gel sen, önce kahvaltı yaparız beraber. Hı hııı! Tamam, öptüm hayatım. Nerden de bulursun bu güzel sözleri,” (kikirdiyor) “Ben de seni…”  Telefonu kapatır kapatmaz bir numara tuşlamaya başlıyor. Daha aradığı numarayla konuşmaya başlamadan bir telefon daha çalıyor. Aynı kadın çantasından başka bir telefon çıkarıp sinirli sinirli cevap veriyor. “Ne var!... Edremit’e git taksitleri yatır, dedin ya. Arabadayım işte. Yok yemek falan akşama. Al gel işte bişeyler.” Tam o sırada diğer telefon çalıyor. Telaşla meşgule alıyor çalan telefonu. Devam ediyor kocası olduğunu tahmin ettiğim kişiyle konuşmasına. “Teyzelerine gidecekler öğlen yemeğe, ayarladım ben çocukları. Tamam. Tamam dedim ya öööffff,  konuşturma beni arabada …”  Ayvalığa kadar böyle sürüyor telefon trafiği.  

                 Yine Edremit yolu… En önde oturan yaşlı teyze, şoförün kulağına eğilip sesleniyor. “ Oluuum, ben akdaşda incem” Şoför muavine soran gözlerle bakıyor, muavin “bilmiyorum” anlamında kafa sallıyor. Bu kez aynadan teyzeye soruyor,  “akdaş neresi teyze? Bu yolda öyle bir yer yok.”  Teyze, daha yolu bile bilmeyen şoföre kızgın,” vaaar, olma mı? Sen avır avır git, ben gelince sana söylerim.”  Araba yavaşlıyor. Birkaç kilometre bu hızla gidiyoruz. Şoför teyzeye bakıyor aynadan. “Teyze, gelmedik mi daha?” Teyze artık ne kızgın ne de o kadar emin,“ amaniiiin ne bilem çocum, geçtik sakın? Ben evvelden geldiydim bi kere. Goca bi daşın üstünü kireçlen boyamışla, goca goca kamyonla çakıl yığıyodu o akdaşın yanına. Ben tam orda indiydim. Şimdi yine orda in dedile bene; emme bulamıyom o akdaşı.”  Şoför, gülsün mü kızsın mı bilemiyor. “Ohooo teyze, kaç sene önceki yol inşaatından söz ediyorsun. Akdaş mı kalır o zamandan bu zamana! İndiğin yerin yakınında ev, cami falan yok muydu, onu söyle sen.”  “ Vadııı, olma mı?  Yağ favlikesini geçince gördüm ben akdaşı.” “ Öyle desene teyze! Korkma daha gelmedik fabrikaya, biz gelince seni indiririz.”    “Allah razı olsun oluuum, cahillik çok zor. Allah toprak diye duttuunu altın etsin, savol.”

                    Soğuk bir Çarşamba günü… Edremit’in pazarı ya,  araba dolu… En arka beşlide zor yer bulmuşum. Yanımda kasketli, bastonlu bir amca... Önümdeki tekli koltukta genç bir kadın oturuyor. Çocuğu kucağında. Amca eğilip kadının yüzünü görmeye çalışıyor. Tanıdı. Bastonuyla çocuğun koluna dokunuyor. Çocukla bir, annesi de dönüp bakıyorlar adama. Muhabbet başlıyor. “Pazara mı gidiyon enişte? Hava da pek soğuk, çıkmasaydın ya sen!”  “Yok, cenaze var. Sen nereye el kadar dadayla bu soğukta?”  “ Ablama gidiyom, benim adamı işten çıkardılar. Anasından para istedik, vermedi. Ev kira boğaz satın… Hiç hayır yok kaynanamgillerden. Ablam vercek bi milyar. Parayı almaya gidiyom”  “ haa, eyi eyi git tabi. Benim oğlan da askerden geldi, everdik. İşi de pek eyi.” Kadın kaynanasıgilin cimriliğini anlatmayı bitirememiş, “Mezara mı götürceniz paraları,” dedim. Gıkı çıkmıyo valla. Sen bilmezsin. Ne fenadır onlaaa. Görümce olcek gız va ya evde, o verdirtmiyo para. Biliyom ben. Kaynataya kalsa, tarlayı satıp görcek bizim işimizi ya…Allahlarından bulsunla, hastane parası olsun işşşallah, güzel Rabbim…!” Amcanın anlatacakları da bitmemiş, gaz kesmeden devam ediyor oğlunu anlatmaya. “ Düğününü kendi yaptı. Allah var ya kuruş harcatmadı bana. Ev aldı Aliağa’dan, araba da aldı. İki senede ödedi bitirdi hepsini maşallah.” Kadın, görümcesine, kayınvalidesine duyduğu nefreti, biraz da enişte gidip sağda solda anlatsın diye beddualar eşliğinde anlatmaya, adam oğluyla övünmeye çalışarak, ama birbirlerini dinlemeden, duymadan gidiyorlar Edremit’e kadar. Edremit parkının köşesinde iniyor adam. İnerken soruyor kadına,  “Sen bizim hocanın gelini değil miydin?”  Kadın şaşkın ve anlattıklarının boşa gitmiş olmasına kızgın, “ Yoo” diyor. “Senin hanımın teyzesinin torunuyum ya ben, tanımadın mı?”

                        Münir Özkul’lu, Adile Naşit’li kalabalık aile filmleri tadındadır dolmuş yolculukları. Tıklım tıklımdır çoğunlukla. Ama masada herkese bir tabak illaki vardır. Biraz daha sıkışıverirsiniz, n’olur yani…        
                                                                                                  FİLİZ SONSUZ

İsimsiz Kahraman/Arzu Doğan

Müzik atölyesi bu ara beni sık sık misafir eder olmuştu. Uzun saatler geçiriyor genelde gece çalışıyordum. Gece olmasının elbette sebepleri vardı. Başta sessizdi. Bu ara tek istediğim buydu. Biraz çay biraz nota biraz gökyüzü.

Kaç saat çalıştığımı bilmiyorum çay almak için ayağa kalktığımda camdan bir süre şehri izledim ‘ne kadar olmuştu ülkeye döneli?’

Alışmış mıydım, seviyor muydum burayı? Tam net cevapları yoktu aslında…Tek bildiğim ne zaman üzülsem ya da yalnız hissetsem buraya gelir notalara dökerim içimi. En çok deniz feneri gibi bana yol gösteren her daim yanımda duran eğitmenimi çok özlüyorum. Tam bir orta çağ erkeğiydi. Disiplinli, mükemmel, şekersiz kahve seven, günde sadece üç saat uyuyan, köpekleri seven, evde dâhi takım elbiseyle gezen, az gülümseyen, hala cep saati kullanan, her ne kadar itiraf edemese de bizleri sevdiğini bildiğim bir eğitmendi. Onunla çalışması zordur ancak onunla çalıştığınızda farkında bile olmazsınız nasıl eğitildiğinizin ama asla eskisi gibi olamazsınız yavaş yavaş işler sızı.

Dört yıl olmuştu görmeyeli ziyarete gidememiştim çünkü inatla adresini vermemişti. Üzülsem de güçlü görünüp uğurlamıştım onu elimde ise sadece daha da güçlü olmam için ‘piyano çalarken tak’ dediği yüzük vardı.

‘Ah! Bunları düşünmek beni hüzünlendiriyor, sıcak bir çayın çözemediği dert yoktur deyip çay aldım. Tamamlanması gereken bir gazete yazısı ve yarım bir piyano bestesi vardı. İkisini aynı anda yapmaya karar verip tüm gecemi buna ayırmıştım. Besteyi düşünmeye başladım. Gözlerim kapalı, notaların beni gelişi güzel kalbimin ve ruhumun rehberliğinde miraca çıkarmasına izin verdim. Belki de ilk defa bu denli coşkuyla acıyordum kanatlarımı alabildiğine, bir yandan da içimden taşarcasına bir hüzün vardı. Bu yüzden oldukça karma bir müzik çıktı ortaya.

Bu eserin adı isimsiz kahraman olmalıydı. Aslında eğitmenimin beni yönlendirdiği kişiyi anımsatıyordu bana. Onu ilk gördüğümde ilk şaşkınlığım fiziki görünüş olarak eğitmenime çok benzemesiydi sanırım, yaşları da birbirine yakındı. Sonra yavaş yavaş keşfetmeye başladım. Eğitmenimin aksine o kahveyi orta şekerli, çayı ise açık içiyordu. İş disiplinleri ise kesinlikle aynıydı. Onlarla çalışan mükemmel olmalıydı, gereksiz eleştiriler yapmaz ama en üst performans beklerlerdi. Bana göre ikisiyle çalışmakta büyük bir başarı ve lükstü.

Beni tekrar keşfetmiş, renklerle ve kendimle tekrar tanıştırmış, hatta atomu parçalamaktan zor olan önyargılarımı yok eden birinden bahsediyorum. Düşünün bu kişi hayatınızda var olursa size neler katardı. Renkleri severdiniz önce ardından işinizi hatta tüm ülkeyi.

Ben düşüncelere dalmışken bir elin omzuma dokunmasıyla irkildim. Gelen atölyenin müdürüydü ‘Anlaşılan tüm dünyayı gözyaşında boğacaksın’ dedi. Nedenini anlamadım önce ardından camı işaret etti, ‘Yağmur başladı tam senin havan’ dedi.’  Haklısın. Doğanın bana hep mucizeler sunduğuna inanırım ne zaman ihtiyacım olsa yağmuru gönderir.

‘Beste nasıl gidiyor?’

‘Gözlerini kapat ve dinle ‘dedim. Tuşlara yavaşça dokundum ‘Ne hissediyorsun?’

‘Yeniden doğuş! Evet, tam olarak böyle tanımlayabilirim. Yeşil, yüksek, herkes den uzak bir tepe. Güneşin sıcaklığını hissettirdiği bir yer. Rüzgârın saçlarımı savurduğu, beni üzen, güçsüz bırakan her şeyin ulaşamadığı, masallarda olabilecek kadar güzel bir yerde kayanın üzerinde oturup gözlerimi kapatıp kanatlandığımı düşündüğüm bir yer. Bir kelebeğin kanadında tüm dünyayı dolaşmak, bulutları hissedercesine’

‘Neden her piyano basına geçtiğinde gözlerini kapatıyorsun?’

Cevabı basit’ Gözlerimi her kapattığımda yeni benle tanışıyorum ‘dedim gülümseyerek.

‘Bu besteye ayrı bir özen gösterdiğini düşünüyorum ‘dedi merakla gözlerini açarak.

‘Evet, yanılmıyorsun ayrı bir özen gösteriyorum hayatımda önem verdiğim eğitmenim kadar önemli biri için besteliyorum. Buraya geldiğimde alışmam çok zor oldu. Bana destek olan, güvenen, önyargısız, yeteneklerine hayranlıkla baktığım, eğitmenim kadar emeği olan birine besteliyorum. Onun kadar güvenilir, umut dolu, güçlü ve mükemmel olan bir beste olsun ve onu yansıtsın. Anlayacağın bu gece uzun dostum çünkü bu kadar yetenekli miyim bilmiyorum inan ‘dedim.

‘Bence bunu başarmışsın. Beste güçlü bir ayağa kalkışı hissettiriyor umut dolu. Uzun bir uğraş sonrası küçük bir kıvılcımla harlayan ateş kadar zaferi karşılıyor. Gökyüzünün özgürlüğünü, bir kelebeğin kanat çırpışını ahenkle anlatıyor. Bence anlatman gereken kişiyi harika anlatmışsın’ dedi.

Umarım piyanom ve Kelimelerim bunu başarabilmiştir. Sanattan anlayan ve sanatla uğraşan insan asla kötü olamaz. Size inanan, güvenen, önyargısız insanlar biriktirin hayatınızda işte o zaman insan olmanın ayrı bir kavram olduğunu anlayacaksınız.
                                                               ARZU DOĞAN

     https://www.facebook.com/cilgagi?fref=ts                                                                                

Ölümsüz Karakterlerin Şefkatli Yaratıcısı Çehov/ Filiz Engin

Tıp nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam geceyi öbürüyle geçiriyorum. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsiniz ama en azından sıkıcı değil. Hem zaten benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de bir şey kaybettiği yok.”

 44 yıllık yaşamına sığdırdığı kısalı uzunlu yüzlerce öykü ve tiyatro oyununun yaratıcısı, hem doktor ve hem de yazar olan Anton Çehov’a ait bu sözler. İki mesleğini birbirinden ayrı tutmamış, her ikisiyle de iç içe yaşamış bir insan. Hatta bir kimliği diğer kimliğinin desteği olmuş çoğu zaman. Örneğin gençlik yıllarında yazdığı öykülerden kazandığı parayla tıp eğitimini tamamlayabilmiş. Sonrasında hekimlik mesleğini yaparken karşılaştığı birçok olay, gözlemlediği birçok insan öykülerine ya da oyunlarına esin kaynağı olmuş.

Karakterlerini yargılayıp onları ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye sınıflandırmayan, hatta mümkünse okuyucusunun da bunu yapmasını istemeyen bir yazar Çehov. Onları ve tabii kendimizi de yargılamak yerine, anlamak üzerine kurulu yazdıkları.  İnsanlığa dair haller onun yazdıkları ve bu halleri yazarken kalemine konu olan karakterlerinin hem insan olmaktan gelen ruh durumlarını ve hem de onların içinde bulundukları toplumsal koşulları göz ardı etmiyor. Ünlü Altıncı Koğuş adlı uzun öyküsünde yer alan aşağıdaki paragraf yazarın bu özelliğine iyi bir örnek teşkil ediyor:

“Görevleri gereği başkalarının acılarıyla ilgilenmek zorunda olan doktor, polis, yargıç gibi kimseler zamanla bunu öyle alışıp kanıksar ki, en iç parçalayıcı olaylarda karşındakine resmî bir ilgiden başka bir his duymaz olurlar. Bu bakımdan evlerinin arkasında kestikleri koyundan, danadan akan kanın farkına varmayan köylülere benzerler. Bir yargıcın yalnız resmî görevini yaparak karşısındaki suçsuz bir adamın kişiliğiyle zerrece ilgilenmeden hüküm vermesi, onun elinden bütün haklarını alıp ömür boyu hapse tıkması için az bir zaman yeterlidir. Yeteri kadar zamanı varsa resmî görevini yapması için ödenen aylık karşılığında dava konusunu kolayca çözecektir. Bir kez hüküm verildi mi, artık her şey bitmiştir; sen ondan sonra demiryolundan iki yüz fersah uzaktaki, sokakları çamurdan geçilmez kasaba bozuntusunda adalet aramak, hakkını savunmak için çırpın dur! Üstelik toplum her türlü şiddeti, zorbalığı en akıllıca, en işe yarar davranış saydığına; bütün barışçıl çabalar, mahkemelerin aklama kararları, halkın homurdanması, kin duygularının kabarmasına yettiğine göre adaletin sağlanacağını düşünmek biraz gülünç kaçmaz mı?”

Ne kimseyi suçlar Çehov ve ne de kimseyi aklar eserlerinde. Sadece olanı olduğu haliyle bizlere aktarır. Sanki fotoğraf çeker gibidir. Kısa öyküler çoğu zaman birer fotoğraf gibidir zaten. Çehov da edebiyatın bu dalının en önemli temsilcisi, hatta öncüsüdür. Bazen bu fotoğraflama işini abarttığını bile düşünebiliriz. Örneğin Duruşmadan Önceki Gece adlı öyküsünde; iki kadınla evli olduğu için mahkemeye çıkmak zorunda kalacak olan bir adamın duruşmadan önceki gece, bir handa odasını paylaşmak zorunda olduğu bir karı kocaya doktor olduğu yolunda yalan söylemesini anlatır. Yetmezmiş gibi kadının göğsündeki sıkışmaya karşı sahte reçete yazar bu adam ve ertesi gün mahkeme salonunda kadının kocasını savcı olarak karşısında görünce paniğe kapılır. Neler olabileceği yolunda heyecanlanan okuyucuyu öykünün sonunda “ Eh, yazdıklarıma burada son vermeliyim. Bunları mahkeme salonunda, öğle paydosu sırasında yazdım… Az sonra savcı iddianamesini okuyacak. Neler olacağını o zaman göreceğiz,” cümleleriyle baş başa bırakıverir. 

Karakterlerine mümkün olduğunca nesnel bir biçimde gözlemleyerek yazan Çehov, onlara karşı aynı zamanda iyi bir hekim gibi babacan bir şefkat de gösterir. Eczacının Karısı öyküsünde eczacıyı ve karısını bize tanıştırdığı satırlar onun bu sevecen yaklaşımına iyi bir örnek bence. Özellikle uykudaki eczacıya dair yazdıkları:

“Kasabada herkes uykuda... Bir tek kasaba eczanesinin sahibi Çernomordik’in genç karısı uyumamış. Üç kere uyumak için yatağa girmiş, üçünde de uyku tutmamış. Pencereyi açmış, sırtında yalnızca bir gömlek, dışarıyı seyrediyor. Nedense canı sıkkın, sıcaktan bunalmış, içinde bir hüzün var. İnsana ağlamak arzusu veren, nedeni belirsiz bir hüzün bu... Kadın gerçekten ağlamak istiyor ama bir yumru gelip gelip boğazına düğümleniyor. Onun birkaç adım gerisinde kocası Çernomor, duvara yaslanmış tatlı tatlı horluyor. Açgözlü bir pire, adamın burnunun kemerine yapışmış, habire kanını emiyor. Adam bunu hissetmiyor bile, hatta keyifle gülümsüyor. Çünkü düşünde bütün kasaba halkının öksürüğe tutulduğunu, öksürük şurubu almak için eczaneye akın ettiklerini görüyor. Top atsanız, iğne batırsanız, derin uykusundan uyandıramazsınız.”

Zamanımızdan 150 yıl önce yaşamış bir yazarın bu gün hala gündemde olmasının, Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş, Vişne Bahçesi ve daha nice oyununun sahnelenmeye devam etmesinin, oyunlarının seyircilerle dolup taşmasının ve öykülerinin tekrar tekrar basılmasının bence en önemli nedeni şudur. O, her çağda ve her iklimde karşılaşabileceğimiz insan ve insan ilişkilerinin özündeki gerçekliği kavramış bir yazar. Çehov yazılarına ve oyunlarına bu kavrayışla hayat vermiş olduğundan yarattığı karakterler içinde bulunduğumuz yüzyılda ve dünyanın birçok ülkesinde dipdiri yaşamaya devam ediyor. Muhtemeldir ki sonraki çağlarda da varlıklarını sürdürecek onlar. Can Yayınları’nın Doktor Çehov’dan Öyküler derlemesinin önsözünde Celal Üster’in dediği gibi “Tıpkı Shakespeare ve Dostoyevski gibi Çehov’da, kendi toplumlarında ve kendi çağlarında yazmış olsalar da her zaman hemşerimiz ve çağdaşımız olan yazarlardandır.”

Kısacık yaşamına bunca ‘anlayışı’ sığdırabilmiş bir yazar defalarca okunmayı, seyredilmeyi ziyadesiyle hak ediyor. Tiyatroyu tanımlayan bir cümle vardır. İnsana insanı insanla anlatma sanatı derler. Çehov da insana insanı anlatıyor ama bence en önemlisi insanca anlatıyor. Çok yaşasın, hep yaşasın…

                                                                                                       FİLİZ ENGİN

Yaşamda ‘Essah’ Olmak-Filiz Engin

Uzun zamanlar önce ona sorulan “Sanat ne içindir?” sorusuna "Her şey insan
içindir. Başka kimin için olabilir? Kurtlar, kuşlar için mi? Bilgi de, sanat da insan için. İnsanın, tabiatın ve toplumun yıkıcı kuvvetlerini yenerek daha rahat, daha kolay, daha insanca yaşaması için,”
diye cevap vermiş Oktay Rifat’la birlikteyiz bugün. Şiirleri öylesine lezzetli ki, bu yazıya koymak üzere seçmek hayli zor oldu doğrusu.

İşte Elleri Var Özgürlüğün şiirinden birkaç dize…

“Özgürlük sevgisi bu,
İnsan kapılmaya görsün bir kez;
Bir urba ki eskimez,
Bir düş ki gerçekten daha doğru.”

Oğlu Samih Rifat onun hakkında şöyle diyor: “Yaşamda en önemli şey ‘essah’ olmaktı onun için. Duyguda, sözde, davranışta gerçekten yana olmak, yalan söylememek, en büyük, belki de tek erdemdi. Nasıl insan yalan söylememeliyse, şiir de, sanat yapıtı da söylememeliydi. Bir onur ve varoluş sorunuydu bu.”

Aşağıdaki dizeler ‘essah’ bir duruş sergilemiyor mu sizce de?

“Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,
Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,

Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum!”


Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’la birlikte Garip akımının öncülerindendi Oktay Rifat. Fakat uzun soluklu şiir serüveninde zaman içinde farklı birçok biçim denemiş şiirlerinde. Lakin doğadan hiç kopmamış kendisi. Buyurun bulutlu gökyüzlü bir şiirine…

“Burası dalyan kahvesi
Ortalık süt mavisi
Apostol bu ne biçim meyhane
Tabağımda bir bulut
Kadehimde gökyüzü”


1953'lerde Amerika'da yargılanan karı koca Rosenberg'lerin ölüm cezasına çarptırılması onun tarzının epey dışında bir şiir yazmasına neden olmuştur. İşte o ünlü Telefon adlı şiirinden birkaç dize: 

“Gözlerin var ya çekik kara kara
Önce gözlerindi en güzel ışık
Beyaz dişlerindi bacakların omuzun
Damalı örtüde bir kâse çorba gibi
Buğulu bir lezzetti karıkocalık
Şimdi bir çınar yeşeriyor içimde
Bir şarkı söyleniyor uzun uzun
Hürriyetin rüzgârlı bayrağı oldu
Bize yeten aydınlığı sevdamızın”


Şairin hoş bir seslenişiyle bitirelim yazıyı… Biraz da özlemle… İstanbul’sa, baharsa bir de, Taksim’den Tünel’e doğru yürürken Çiçek Pasajı’nı biraz geçince bir koku çağırır insanı ve sağa dönüveririm ben… Her seferinde aklıma gelir Oktay Rifat… Top çiçeğim, deste gülüm deyişiyle…

“Kasımpaşa kıyıları tersane
Bir kız sevdim alimallah bir tane
Herdem sevdalıya kız mız bahane
Top çiçeğim deste gülüm
Canım İstanbullum
Aman aman bahane

Gittim baktım şıkır şıkır Balıkpazarı
Üç tek attım sarhoş oldum ayaküzeri
Üç doluya üç tanecik badem şekeri
Top çiçeğim deste gülüm
Canım İstanbullum
Aman aman badem şekeri”


10 Haziran 1914’de doğmuş şairimizi, 18 Nisan 1988’de kaybetmişiz. Biz okudukça şiirleriyle yaşamaya devam edecek. Saygıyla, sevgiyle… 

                                                                                                                                                                                                          FİLİZ ENGİN

Siz Hiç Kanatlarınızı Alabildiğine Açıp Evreni Dinlediniz Mi? /Arzu Doğan

Bahar yavaş yavaş kendini hissettirirken yağmurunu da eksik etmiyordu. Gene yağmurlu bir hafta sonu camın önünde bir yandan dışarıyı izleyip bir yandan bos bilgisayar ekranına bakıyordum. Yağmur daima sakinleştirirdi beni. Onu izlerken çoğu zaman ne düşündüğümü hatırlamam. ‘Böyle olmayacak! Kelimeler yoksa notalar var ‘ deyip geçtim piyano basına. Bilemiyorum sizler hiç o sihirli tuşlara dokundunuz mu?
Her iki el, on parmak bağımsızdır piyano üzerinde hatta bazen ayaklarınızda eşlik eder müziğe. Piyano çalanların yüzlerine hiç dikkat ettiniz mi? Müziğin ahengine, duygusuna o kadar kendilerini kaptırırlar ki, her bir nota yüz mimiklerine yansır.
Piyano çalmayı nasıl tarif edebilirim; Tuşlara dokundunuz anda ruhunuzun yavaş yavaş gökyüzüne yükseldiğini bu esnada kapalı kanatlarınız olduğunu duşunun. Gözleriniz kapalıdır sadece kendi etrafınızda yavaş yavaş dönerek yükseliyorsunuz. Hissettiğiniz duyduğunuz tek şey nota, sakinlik ve teslimiyet… Müziğin zirvesinde, bir anda gözlerinizin ve kanatlarınızın açıldığını düşünün. Her şeyden, herkesten uzak gökyüzünde yıldızların arasında hem olayın merkezinde hem de olayın tamamen dışında.
İşte benim her piyanonun basına oturduğumda hissettiğim bu. Bazen kelimelerden çok daha etkili. Hepimiz günlük hayatlarımızda birer soluklanacağımız kendimize ait gizli bir bahçe aramıyor muyuz? İşte bunu müzik ve notalar sunuyor bizlere. Sadece müzikle sınırlamamak lazım sanatın her dalı gizli bir bahçe. Bazılarımız sadece denemekten kaçıyor.
Benim üniversite yıllarımda piyano çalmamak için nasıl direndiğime şahit olsaydınız kahkahalarla gülerdiniz. ’Olmaz, ben yapamam, beceremem, çok zor, tüm parmaklarımı nasıl ayrı ayrı yöneteceğim ben…’ gibi milyonlarca karsı çıkış cümlesi kurdum. Uzun surede beceremedim çalmayı. Eğitmenime ne dediysem ikna olmadı,  piyano öğretmekte oldukça kararlıydı. Neler denemedi ki;
Parmaklarıma nota sırasına göre renkli ipler bağladı, her gün yirmi dakika içi metal para dolu tavalar taşıttı... Ben pes ettim o etmedi. Şimdi düşünüyorum da iyi ki beni dinlememişler. İnsanoğlunun çok ilginç bir yapısı var. Bazen beden ve yasam bizlere ait olsa da kendimizi keşfetmeyi beceremiyoruz. En acısı bazılarımız keşfedemeden ayrılıyor bu dünyadan. Şöyle bir etrafınıza bakının. Kim bilir kendi farkında olmayan ne şair, ressam, müzisyen var yanı basımızda.
Tıpkı ben gibi. ‘Bir piyanoyu ben nasıl yönetebilirim‘derdim sonra fark ettim yöneten nota ve piyanoydu, piyanistin yaptığı sadece teslimiyetti.
Aynı Gun Woo gibi…
Gun Woo, benim Kore’de tanıştığım bir trafik memuru.  Sıradan, sadece işi ile ilgilenen, sabahları spor yapan aksamları ise o günün stresinden kurtulmak için trompet çalan biriydi.
Onun trompet çalması sıra dışı bir durum değildi. Kore’de herkes nota bilir, en az bir müzik aleti çalardı. Gene de eğitmenimin aklını kurcalayan şeyler vardı bana göreyse anormal bir durum yoktu. Trompet çalıyordu, iyide çalıyordu nesi garipti ki...
Bir gece ev toplantısında çıkan tartışma her şeyin seyrini değiştirmişti.
Bizlere dağıtılan notalarla Gun Woo’nun notaları farklıydı ve Gun Woo notalara ilk bakışta bunu fark edememişti, tartışma büyümüştü…
Eğitmen piyanonun basına geçerek bir tuşa bastı ‘bu hangi nota ‘dedi.
‘Do-Sol’ dedi…
Bir tuşa daha bastı ‘peki bu ?’
‘La-Ml’dedi gene umursamazca… Cevaplar nota olarak doğru ama piyano notası olarak yanlıştı.
Eğitmen giderek geriliyordu ve öfkeyle elini, beş parmağını açarak tek hamlede gelişigüzel vurdu piyano tuşlarına ve ‘söyle bu notalar hangileri’
‘Fa La Mı Re Sol! Oldu mu mutlu musun’ diye bağırdı Gun Woo. Ortam oldukça gergindi nefes almaya bile korkuyorduk çünkü malum eğitmenin böyle bir durumda gazabından asla kurtulamazdık.
-‘Olmadı bana notalarla söyle ‘
-‘G diyez, F diyez, C, D, Ebemol… Artık beni rahat bırak’ deyip hızla çekip gitti evden…
Herkes şaşkındı bir nota dikkatsizliği nasıl bir fırtınaya sebep olmuştu.
Esas fırtına biraz sonra gibiydi. Eğitmen piyano üzerindeki eline ve tuşlara bakıyordu, gözleri hayalet görse bu kadar dehşetle açılmazdı sanırım.
Bir terslik vardı ve tek şaşıran eğitmen değil hepimizin ağzı bir karış acık kalmıştı tuşlara bakınca.
Sinirle bir anda beş ayrı tuşa vurulmuş ve Gun Woo bu tuşların hepsini tek tek ayırt edebilmişti. Bu özel eğitimle bile elde edilmesi çok nadir olan bir yetenekti benim bildiğim bir Mozart vardı. Bir defa duyduğu müziği tek seferde notalara dökebiliyordu. Düşünsenize muazzam bir yetenek bu.
Sonra tüm gerçek anlaşıldı Gun Woo’nun bu kadar kızmasının nedeni nota bilmemesiydi. Bu daha da büyük bir depreme sebep oldu nota bilmiyor ve orkestrada anlamadığımız her yeri ona soruyorduk o ise tarif ederek düzeltiyordu. Peki, nota bilmiyorsa bir orkestrada yer edinecek kadar kusursuz nasıl çalabiliyordu?
Cevap eğitmendeydi ama hala Gun Woo gerçek yeteneğinin farkında olmadan polislik mesleğine devam ediyordu her ne kadar müzik duygularını bastırmaya çalışsa da başarılı olamadı bir gün ıstıfa etti.
Buna sebep eğitmenimiz oldu. Çünkü Gun Woo bir müzik dâhisiydi nota bilmiyor ama sesleri kopya edebiliyor ve asla unutmuyordu. Eğitmenimiz onu resmî öğrencisi ilan etti. Uzun ve zahmetli bir yola girmişti. Nota öğrendi tekrar üniversite okudu. Piyano dersleri aldı. Kendini eğitmenin gösterdiği yolda mükemmel bir şekilde eğitti. O artık günümüzün en büyük orkestra şeflerinden, en önemlisi mutlu bir insan oldu…
Bazı insanlar vardır bizleri kömürden elmasa çevirirler. Düşünsenize eğitmen olmasa Gun Woo belki de sesleri kopya edebildiğini hiçbir zaman keşfedemeyecek ve yeteneğinden habersizce ayrılacaktı bu dünyadan.
Evet! Doğru tahmin o eğitmen Kang Mae idi.
Şuan bu yazıyı okuyanlar belki sizler de keşfedilmeyi bekleyen birer yıldızsınızdır kim bilir. Asla kendinizi, sıradan, değersiz, yeteneksiz görmeyin belki sizler bir şeyleri henüz keşfetmediniz ama unutmayın hepiniz birer mucizesiniz.
Ve keşfedilmeniz sadece bir adım… OGÜN, BUGÜN NEDEN OLMASIN?

                                                                                             ARZU DOGAN

Şakir-Filiz Sonsuz

 Güneş batmak üzereydi. Hava kararmadan ineklerini eve götürmeliydi Şakir. Çocukluğundan beri korkardı karanlıktan. Anası sıkı sıkı tembih ederdi, “Gün batmadan eve dön. İnekleemizi gaparla, seni de kesip bi kesiğe atarlaa. Garışmam bak.”  Yaşını kimse tam olarak bilemese de bakımsızlıktan, pislikten, yetmişinden fazla gösteriyordu. Aklı da kıttı divanenin. “Beş yaşındaki çocuğun aklı var” demişti  hükümet doktoru bir keresinde. Üç beş ineğiyle yaşardı Şakir. Sütlerini sağmaz, yaşlanan inekleri kasaba satmazdı. Ev halkıydı onun için inekler.   Başka da kimsesi yoktu zaten.   Geçmişine dair pek çok ayrıntı silinip gitmişti aklından.   Yıllar önce öldüğünü unutup kapı kapı dolaşıp komşulara anasını  sorar, “anan hani oldu öleliii” cevabını alınca  saatlerce hüngür hüngür ağlardı. Bir tek Esma’yı, kim bilir neden,   bir senelik gelinken göçüp giden karısı Esma’yı hiç unutmadı. Ne yüzü, ne sesi silindi aklından onca yıla rağmen. Dağ köylerinden birinden almıştı anası Esma’yı Şakir’e. Yoksul bile denemeyecek kadar kötüydü durumları. Karınlarını zor doyuran dört çocuklu bir ailenin ikinci kızıydı. Bir de iki ayağı birden doğuştan aksıyordu ki asıl sebep buydu aile efradının Esma’yı Şakir’e uygun bulmasına. Güzeldi ama. Koyu mavi gözleri vardı. Su gibi yüzü… Esma’nın eve gelin geldiği gün,   kapının eşiğinden eğilip eğilip yüzüne baktı karısının.  Utandı yanına gidip oturmaya. Mahallenin edepsiz gençlerine eğlence çıkmıştı. Çelimsiz bedenini yumruklaya yumruklaya,  iğrenç şakalarıyla soktular Şakir’i gerdeğe. Anasının kucağında uykuya dalıveren bebe gibi uyudu kaldı güzel karısının yanında. Topu topu bir yıl süren evliliğinde, anasından  öğrendiği gibi  karılık etti Esma Şakir’e. Şakir “su” dedi, Esma suya koştu, Şakir “ekmek” dedi, Esma sofra kurdu. Soğuk bir Aralık akşamı Şakir eve kan revan içinde, çocuklar gibi ağlayarak geldi. Aşağı mahallenin fırlamaları taş yağmuruna tutmuştu divaneyi. Anası “sus len” dedi, “ne zırleyon salak salak? Yerden iki daş alıp da furamadın mı piçlere?” Esma tuttu kocasının elinden, çeşmeye götürdü. Elini yüzünü yıkadı. Evde sigara içen yoktu. Kapı komşusu Gara Ömürye’ye gidip bir sigara istedi. Şakir’in yaralarına tütün bastı. Koca adam “acıyo Esma, etme gari” dedikçe, “şinci geçcek, ganameycek  bi daha” deyip teselli etti Şakir’i. Ve o gece Esmasının dizinde içini çeke çeke uykuya dalana kadar saçlarını okşadı kocasının. Esma, üç ay sonra bir sabah dayanılmaz sancılarla nefessiz kalıp   on dakikanın  içinde ölüverdi. Şakir  eve geldiğinde kadınlar avluya doluşmuş ağlıyorlardı. Üzerinde beyaz çarşaf, yerde upuzun yatan  Esma’yı sordu, “öte dünyaya gitti gari, gelmez Esma” dedi anası.

Kadınlar, kapı önlerini yıkamışlar, kilimleri serip çayları demlemişler, akşamüstü  sefası yapıyorlardı. Küçücük ilçenin değişmez yaz eğlencesiydi kapı önü sohbetleri. Emekli olup baba ocağına yerleşen  başçavuş Ali Gülcü’nün karısı Gülay, kapı önü oturmalarını önceleri fazlasıyla   köylü işi bulsa da, yaşadığı büyük şehirlerdeki okul aile birliği çayları, yardım baloları, altın günleri gibi etkinlikleri burada bulamayacağını anlayınca ucundan kıyısından katılır olmuştu kadınların akşamüstü sohbetlerine. Tek farkı, yere kilim sermek yerine kapının eşiğine bir şezlong koyup, çayını porselen fincanda içiyor olmasıydı. Bir de konuşmaları ilginç geliyordu komşulara. Çay ikram ederken “kaç şeker alırsınız?” deyişi komikti mesela. O kapının önüne çıktığında toparlanıp, oturuşunu düzelten yaşlı adamlara “ Lütfen rahatsız olmayın rica ederim” deyişine çok gülerdi komşuları. Ama alışıp gitmişlerdi işte birbirlerine.

Bir tek Şakir alışamamıştı Gülay’a.  Gülay da Şakir’e. Mahalle arasındaki inek damı korkunç kokular yayıyordu. Hijyenik değildi bir kere. Şakir nasıl hastalanmıyordu o pisliğin içinde?   Belediye nasıl görmezden geliyordu bunu, anlayamıyordu Gülay Hanım. Şikayet dilekçesi bile yazdı bir keresinde. Kapı kapı dolaştı komşuları. Kimse imzalamadı. “Dokanmayız divaneye, künah” dediler.”  Kimse destek vermeyince susmak zorunda kaldı.
     
Buzları kıran Şakir oldu. Bir bahar akşamüstü elinde bir torba otla geldi inekleri otlatmaktan. Otu Gülay’a uzattı. “Abaa, turpotu gettim sene. Bişir de bene de ve bi tabacık.” Gülay şaşkınlıktan bir şey diyemedi. Komşulara baktı, ne yapayım şimdi ben, dercesine. Komşular al der gibi kafa salladılar. İnek pisliğiyle, çamurla sıvalı poşeti maşa gibi kullandığı iki parmağının ucuyla  tutup bahçenin bir köşesine attı.  “Almazsan gızar” dedi komşular. “Hepimize getirii ara sıra. Açıp bakmayız bile içinde ne va diye. Aşama da bişirdiğimizden bi tabacık veriveririz.” Gülay da öyle yaptı. Plastik tabaklara – eve sokmadan atacaktı hepsini- kuru fasulye pilav koyup gönderdi. Şakir böyle yaşıyordu işte. Konu komşunun verdiği yemekle, eski giysilerle.

Ramazan ayıydı. Sıcaklar da başlamıştı bir yandan. Herkes evindeydi. Sıcaktan ve açlıktan sokağa çıkıp oturan kalmamıştı. Ama   her akşam sokağın iftar menüsünden payına düşen, Şakir’e getirilirdi. Gara Ömürye tahta kapıyı iteleyip bahçeye girdi. Şakir bitap düşmüş, sedirinde yatıyordu. Kirden görünmez hale gelmiş sedir döşeğiyle Şakir öyle bütünleşmişti ki, iniltisini duymasa göremeyecekti yaşlı adamı. “Ne o? Yannamışın ya” dedi Ömürye. “Orucum abaa, içim gıyıldı” diyebildi adamcağız. “Ülen sen orucu da mı  biliyon?” “Gavedeki adamlaa dedi aba, oruç dutasam öte dünyada sevdikleme gavuşcekmişim.” “Öte dünya neresi biliyon mu sen?”  “Bilmem mi heç.   Esmam orda ya.”  “Temcite kalkabiliyon mu bari” dedi Ömürye. Sesinde çocuğuyla  şakalaşan  annenin muzipliği vardı. “Temcit memcit bilmem ben.”  “İftarı biliyon mu bari?” “Onu da bilmeyom aba” “Necap oruç len bu? Temciti bilmeyon, iftarı bilmeyon?” Şakir, Gara Ömürye’nin sesindeki  alaya kızmış, güçsüz sesiyle komşusunu oruç hakkındaki bilgisine inandırmaya çalışıyordu.“Su bile içmeycemişim, öyle dedi gavedeki adamlaa.”  İnanmadı Ömürye Şakir’e. Divane ne bilirdi orucu. Adamların da işi gücü yok, eğleniyorlardı Allahın delisiyle.  

Bir süre sonra Şakir’in  inekleri otlatmaya çıkarmadığı fark edildi. İneklerin böğürtüsü evlerden bile duyuluyordu. Kadınlar götürdükleri yemekleri kapıdan bırakıp dönüyorlardı. Hastaydı Şakir. Vadesi yetmişse elden ne gelirdi ki. Kurtulurdu divane, yarım aklıyla sürünüp durmaktan. Gülay Hanım bir tabağa iki biber dolması, bir kaşık da yoğurt koyup yolladı kocasıyla Şakir’e. “Bak bakalım hasta falan olmasın ” dedi. “ İneklerin sesi canıma yetti.”  Kocası sapsarı döndü. “Öyle yatıyor sedirinde. Bir nefes kalmış adamcağız. Belediyeye haber vermek lazım.” Belediye çavuşlarını aradı adam. Sağlık ekipleri ambulansla gelip alıp gittiler Şakir’i. Siren sesinden duyamadılar adamcağızın  güçsüz sesiyle Esma’sını sayıkladığını.
  
Önce kamyonla, zayıflıktan kemikleri sayılan inekler götürüldü. Komşu kadınlardan kimileri tabaklarını aramak bahanesiyle evi talan ettiler. Sedirin döşeğinin altından gazeteye sarılı, tedavülden kalkalı yıllar olmuş kağıt paralar çıktı. Bir iki bakır tencere, sapları kırılmış, çoğu çatlamış, Esma’nın çeyizinden kalma, toz içinde kahve fincanı takımı… Mutfağın bir köşesinde kurtlanmış, sineklerin istilasına uğramış yemek artıkları, kuru ekmekler… Kahyanın Emine tanıdı tabağını. İçinde yemeğiyle, bıraktığı yerde duruyordu. Tabakların hepsi getirildiği gibi kalmıştı. Tek lokma yememişti Şakir.

Ardından bir kepçe gelip yerle bir etti Şakir’in evini.  Tutanak tutuldu, muhtara imzalatıldı. Ölüm raporu ve evin yıkımına dair tutanak, Şakir’in mirascısı olmadığı için  muhtara teslim edildi. “Ağır gribal enfeksiyon” yazıyordu ölüm nedeni, Esma’sına kavuşmak için açlıktan ölmek  ayıpmış gibi.
                                          
                                                                                      



                                                                                                 FİLİZ  SONSUZ