ÖYKÜ- Önce Temizlemeli Ortalığı/2- Filiz Sonsuz

             Kendini denizden tutup çıkarmak… Denizde çırpınıyor gibi miydi hali? Kaybolmuştu. Hayatındaki onca gereksiz, kendine ait olmayan şeyin arasında kaybolup gitmişti. Zamanla edinip kendine eklediği her şeyin sırtına vurduğu bir yük olduğunu anlaması için onca yükün arasında kendisini arayıp bulamaması gerekiyordu demek.  Kocası “yürütemiyorum, ayrılalım” dediğinde, ilk kez durup “kimim ben” diye sormuştu kendine. Dünyasındaki en önemli taş yerinden oynayınca dünya başına çökmüştü.  “Bu muyum ben? Dünyam,  bir fiskeyle üstüme göçecek kadar kâğıttan mıydı ?” Ressamı anımsadı yine. İnsanı güçlü yapan dünyasının yalınlığı mıydı? Hiç bir şeye ve hiç kimseye dayanmadan yaşayabilirse her yerde yaşayabileceğini düşündü.  

              Kaybolup gitmesi kuşatılmışlıktan, sıkıştırılmışlıktan, hapsedilmişliktendi. Gönüllü dalıp gittiği dünyanın, gitgide özünü eritip yok ettiğini fark ettiğinde,  hayata, arkadaşlarına, kuaförüne, kocasına, mobilyalarına,  kredi kartlarına,  alışkanlıklarına ve aslında kendisini oluşturduğunu sandığı parçaların hepsine esir yaşadığını da fark etti. Bir zamanlar, bunlardan birinin bile yokluğunda yaşayamayacağına, insan içine çıkamayacağına öyle inanmış öyle inandırılmıştı ki, var olmak onlarla mümkün gibiydi. Ama vardı işte. Burada, kimsenin kendisini tanımadığı bu küçücük ilçede, küçücük ilçenin kısacık sokaklarında, yalın ve kendisiyle baş başa yürüyebiliyordu. Vazgeçemeyeceğini sandığı her şeyden arınmış olarak… Öyle hafif, öyle sıradan ve öyle kendisiydi ki, okyanustaki su damlası gibiydi. Tek başına da suydu, kalabalıkta da su… Kimse farkında bile değildi ortalıkta dolandığının. Yoldan geçen kadınlara elindeki listeyi gösterip, listedekileri nereden satın alabileceğini sorana kadar da kimse fark etmedi onu. Kadınlar dükkânı tarif ettiler. Yakınmış, köşeyi dönüp halıcıyı geçince hemen oradaymış. Zaten hemen görürmüş dükkânı. Kaldırımda döşeme muşambaları, naftalin kutuları dururmuş. Listedeki her şeyi oradan alabilirmiş.

                 Sağlı sollu küçük dükkânlarla dolu caddede vitrinlere baka baka yürüdü. Bir arkadaşı, biraz da büyük şehir insanı şımarıklığıyla Mecburiyet Caddesi derdi küçük ilçelerin ana caddelerine. Yanlış da sayılmazdı. Acemice düzenlenmiş vitrinleri, kaldırıma taşmış kahvehaneleri, ağır yemek kokulu lokantaları ile neredeyse tek sosyalleşme ve alış veriş mekânıydı “Mecburiyet Caddeleri”.  İlçedeki tek kırtasiyenin vitrini ne kadar da unutulmuş görünüyordu. Güneşten rengi atmış ambalaj kâğıtlarının üzerinde tozlanmış kalem kutuları, küreler, okul çantaları, mataralar… Kuaförün camında “Elvan Güzellik Salonu” yazıyordu. İki müşteri koltuğuyla bir iki de sandalyenin zar zor sığdığı bir yerdi “Güzellik Salonu”. Ve yan yana sıralanmış tuhafiyeler, terziler, berberler… Köşeyi dönünce hemen gördü aradığı yeri. Dükkânın önünde içi mandallarla, naftalinle, küçük mobilya tekerlekleriyle dolu kutular duruyordu. Döşeme muşambaları, mangal kömürü çuvalının yanında dikiliydi. Loş ve küçük dükkâna girdiğinde nerede duracağını bilemedi. İçerisi kalabalıktı. Tezgâhın arkasında iki yaşlı adam, kalabalığın isteklerini sırayla, şaşırmadan, telaşsız veriyor, parayı alıyor, para üstünü neredeyse hiç hesap yapmadan uzatıyordu müşterilere. Dükkân boşalıp sıra ona geldiğinde dükkândaki sakin, ağır, ama aksamayan işleyişe ve bu küçücük dükkânda her şeyin bulunabilmesine şaşırmış, bakıyordu. Yaşlı adam listeye bakıp,  raflardan birinden aldığı kutudan karabiberi çıkardı. Yüz gram karabiber tarttı. Kahve değirmenini çalıştırıp ikiyüzelli gram kahve çekti. Dükkânın arkasındaki bölmeden fare zehirini, böcek ilacını getirdi. Tezgâhın altındaki bir başka kutudan bir avuç cam çivisini kâğıda sardı. Resimli namaz hocalarının, dua kitaplarının altındaki çekmeceden, büyük bir külaha perde halkası doldurdu. Yaşlı adam, elinde tahta metre ile kiraz desenli raf naylonunu ölçerken, o dükkânın bir köşesine sıralanmış eski dikiş makinelerini gördü. Annesinin günler geceler boyu dikiş makinesinin başında müşterilerin siparişlerini yetiştirişini anımsadı. Üniversiteyi o makinenin kazancıyla bitirişini düşündü. İçinden bir şeyler eriyip gitti. Küçücük evlerindeki hiç susmayan makinenin, insanı usandıran, uyutan, tekdüze sesini duyar gibi oldu. Dikiş bilmiyordu. Yine de, makineler satılık mı, diye sordu. Tamir ediyorum, dedi adam. “Ama biri satılık…  Alacaksan 25 milyona bırakırım.” 

                     Ablası telefonda ağlıyordu. “Delirdin galiba”  dedi. “ Ne demek gelmeyeceğim. Tek boşanan sen misin, topla kendini. İşin ne olacak? Telefonun neden kapalı? Bari sesini duyayım.”  Onca soruyu telefonda yanıtlamak güçtü. Sadece “bir süre daha buradayım” dedi “belki kışa…”  “ Ne demek belki kışa? Madem sen gelmiyorsun, hafta sonu biz geliyoruz oraya.”   Kimseyi istemediğini, biraz daha yalnız kalması gerektiğini zor da olsa anlatabildi ablasına.

                     Postaneden çıktığında yağmur çiseliyordu. Sıcaktan kavrulmuş toprağa düşen damlalar buhar olup uçarken toprağın kokusunu da uçuruyordu.  Toprak kokusunu içine çekti. Geldiği yere de yağardı yağmur; ama toprak böyle kokmazdı sanki. Dönerken yağmur hızlandı. Aldıklarını eve bırakıp sahile gitti.  Yağmurun denize yağışını hiç görmemişti. Damlaları, damlaların yaydığı halkacıkları görmeliydi. Denize düşse bu kadar ıslanırdı. Saçlarından sular akıyordu. Ayakkabılarıyla yürüdü, girdi denize. Üç beş adım gidip,  durdu.  Hiçbir zaman çocukları olamayacağını,  böyle yağmurlu bir günde öğrenmişti. Testlerin sonucunu aldıklarında kocası “ tamam o zaman, ben büroya dönüyorum, akşam görüşürüz ”  demişti. Hepsi bu… Bu konuyu bir daha hiç konuşmadıklarını anımsadı. Aslında bir sürü şeyi hiç konuşmadıklarını…  Her şey olması gerektiği gibi sürüp gidiyormuş da sorgulanamayacak kadar mükemmelmiş gibi…  Oysa doktordan çıktıklarında ağlamak, bağırmak, bir şeyleri yumruklamak, sarhoş olmak istiyordu. Bunları ancak kendisi kadar isteyen biriyle yapabileceğinden yağmurda yürümekle yetinmişti. Yağmurda yürürken de sarhoş olunabileceğini o gün öğrenmişti. Yağmurda yürürken rahatça ağlayabileceğini… Saçlarından akıp giden yağmurun ruhundaki yükü azıcık da olsa alıp götürebileceğini… Yağmur aynı şeyi yine yapmıştı işte. İçinde nefrete, acıya, kuşkuya ve boşluğa dair ne kaldıysa alıp denize akıtmıştı. Eve döndüğünde toprak ve taze nane kokuyordu dünya.

                 Sabah uyanır uyanmaz, ekmeğin arasına biraz peynir, domates sıkıştırıp, bahçeye çıktı.  Sabaha kadar yağan yağmur, bahçede küçücük bir göl oluşturmuştu. Güneş, yapraklardan süzülen her bir damlada çoğalıp ışıyordu. Çalıların, otların üzerinde yüzlerce damlacık parlıyordu. Bahçeye binlerce küçücük cam küre serpilmiş gibiydi.  Bahçe duvarından dışarıya, tek sıra olmuş, bir şeyler taşıyıp duran karıncaları gördü. Ne de telaşlıydılar. Birden, nereden geldiği anlaşılmaz bir rüzgâr esti. Bahçedeki iğde ağacından bir serçe sürüsü kaçıştı. Etrafındaki her şeyi ilk kez görüyormuş gibiydi. Keşke yanında bir fotoğraf makinesi olsaydı. Haftalarca gitmişti fotoğrafçılık kurslarına. Sonra ne olduysa, belki de fotoğrafını çekmeye değer bir şey bulamadığından,  makinenin yerini bile unutmuştu. Yeni bir fotoğraf makinesi almaya karar verdi. Yıllardır kaçırdığı ayrıntıları tek tek bulup yakalamalı, yakaladığı her bir ayrıntıyla yeniden çoğalıp, en baştan başlamalıydı. Bahçe kapısında tuvali, fırçalarıyla ressam göründü. “Bahçeyi temizleyecekseniz biraz kurumasını bekleyin” dedi. “Sonra ben de size yardım ederim.” Gidiyordu, geri döndü.“ Akşamüzeri balığa çıkacağım. İsterseniz siz de gelin.” Bu adamla her karşılaşma, her konuşma ayrı bir şaşkınlıktı. Kimdi bu adam? Ressam mı, psikolog mu, mesafeli mi, dost mu, çokbilmişin teki mi?  Kim?  “Tamam, çıkarız” dedi.

               Koyu baştanbaşa dolanıp eski bir iskeleye geldiler. Tahtaları gıcırdıyordu. Korka korka attı adımlarını. “Korkmayın” dedi adam. “Eski gibi görünüyor ama sağlamdır.” Oltaları atıp beklemeye başladılar. Kadın fotoğraf planından söz etmek istedi. Çok konuşup adamı sıkmaktan korkar gibi kısık bir sesle, “ bir fotoğraf makinesi almak istiyorum” dedi. “Öyle mi” dedi adam, “neyin fotoğrafını çekeceksiniz?” “Her şeyi” dedi kadın. Kendisiyle konuşur gibiydi. “Yıllardır ıskaladığım her şeyi… Yavaş yavaş fark ediyorum neleri göremediğimi, neden göremediğimi. Ve öğreniyorum nasıl bakıp nasıl göreceğimi.”  “İyi” dedi adam. “Bunu görebilmek, yaşamaya karar vermek demektir. Demek karar verdiniz yaşamaya. Öyleyse hemen başlayın. Yaz bitmek üzere. ”  “Acelem yok” dedi kadın. “Ben artık buradayım”.
                
                                                                                                                                                                                                   FİLİZ SONSUZ             
  
  *Resim Ertuğrul Gülümser’e aittir.

                                   

ÖYKÜ- Ceviz Ağacı/ Songül Aydın

         Şiddetli rüzgârın ürkütücü halleri vardır, bir şey olacakmış gibi tedirginlik yaratır. Tam da böyle bir günde, evimizin geniş büyük camları olan balkonundan etrafı seyrediyorum. Rüzgâr her şeyi savuruyor, ıslık sesleri cama değiyor sanki hava sıcak ama üşüyorum.

         Üzerime bir şey almak için ayağa kalktığımda bir gümbürtü kopuyor. Karşımızdaki komşunun ceviz ağacı bıçkıyla kesilmiş gibi ortadan ikiye bölünüyor. İnanılır gibi değil. Ağacın dalları yaprakları geliyor, cama yaslanıyor.

         Komşumuz Arif amca telaş içinde bir o yana bir bu yana koşturuyor. Bahçesinde bir sürü ağaç sebze meyve var ama ceviz ağacı en büyük, en heybetli olanıydı. Birkaç saat sonra rüzgâr diniyor, ortalık yine sütliman, dışarıya çıkıp koşa koşa Arif amcanın yanına gidiyorum. O kadar üzgün ki utanmasa çocuk gibi ağlayacak.

        “Ağaç,” diyor, “İnsan gibidir. İçinde bir sürü değerleri barındırır. Küçücükken ekersin, o dallanır, budaklanır, zaman onu büyütür. Bir gün kulağını büyük bir ağacın gövdesine daya ve dinle bak, kaç tane insan sesi duyacaksın, her bir dal insan olur onun içinde, iri dallar cılız dalların üstüne basarak güçlenir, güçlü dallar birleşir, gövde olur, karşıdan bakınca heybeti insanı ürkütür. Dersin ki bu ağaca artık hiçbir şey olmaz.”

        “Sonra bir rüzgâr eser, yılların büyüttüğü ağacı ikiye böler, ne dal kalır ne budak. Bundan sonra ikisinin de birbirine hayrı olmaz, ikisi birden kurur. Yazık değil mi bunca emeğe?”

 Üzülme Arif amca yine ekeriz, yine büyütürüz.

 “Ekeriz, ekeriz kızım da bir ağaç kolay mı büyüyor? Bir fidanın adam olması yıllar sürüyor, buna can mı dayanır?”

         Dayanır Arif amca. Senin ömrün bana, benim ömrüm benden sonrakilere dayanır. Yarın sen bir fidan al, ben çapayı alayım elime. Yeni bir fidan dikelim. Bizim fidanımızın dalları birbirinin üstüne basmasın. Bütün dallar bir bedende özgürce yaşasınlar. Rüzgâr bazen kül eder, bazen har eder. Biz rüzgârı ateşimize har edelim, haftaya da benim için bir fidan daha dikelim. Hem sen demez miydin ağaçlar da insanlar gibi el ele büyür diye…        

                                                                                                                                                                                                    SONGÜL AYDIN

MUHABBETNAME KÖŞESİ “ Nedir, Dedim Bu Yaşamak? \ Bir Düş, Dedi; Birkaç Görüntü…”*-Zuhal Duran

Merhaba Can Ablalarım,

Uzun zamandır yazmayı düşünüyordum size tekrar. Ama bir türlü yazmaya değer bir şey bulamıyordum. Ta ki BBKT ile gittiğimiz Ankara turnesine kadar… Turnede şans eseri yolum Ulucanlar Cezaevi Müzesi’ne düştü. Yazacaklarım güzel şeyler değil ama bu tesadüf çok güzeldi benim için. Çünkü orayı görmeyi gerçekten istiyordum.

 Ulucanlar Cezaevi; 1923 yılında askeri depo olarak kullanılmak üzere inşa edilmiş, 1925 yılında yapılan tadilatlarla cezaevi olarak kullanılmaya başlanmış ve birçok acıya, ölüme ev sahipliği yapmış bir yer sizin de bildiğiniz gibi... Özellikle askeri darbe dönemlerinde…

29 Kasım günü bir anda orda buluverdim kendimi. Bahçesine adım atar atmaz hissettiklerimi tam anlamıyla tarif etmeme imkân yok. Bunu yapmayı denemem gerekirse şunları söyleyebilirim ancak; Erdal Eren, Deniz Gezmiş, Hüseyin inan, Yusuf Aslan, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmed Arif, Necdet Adalı, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal ve daha nicelerinin seslerini duydum. O an hissettiğim hüznü, burukluğu ve öfkeyi hiçbir zaman bu kadar derinden hissetmemiştim. İşte buradaki kapıların ardında yaşanmıştı onca acı, onca ayrılık, onca işkence ve ölüm. Cezaevinin taş duvarları, demir kapıları, içerdeki fotoğraflar, eşyalar, ranzalar, mumdan heykeller, hepsi konuşuyordu. Canlıydılar ve yaşadıklarını, gördüklerini anlatıyorlardı. Ta içimde hissettim bunu, duydum. Ranzalarda bağdaş kurmuş oturuyordu mahkûmlar ve dışarıyı, gökyüzünü, uçurtmaları hayal ediyorlardı. Kapıların önündeki bekçiler pis pis sırıtıyorlardı.

Kafamın içinde Rodrigo’nun Gitar Konçertosu çalıp durdu.  Joaquín Rodrigo bu eseri  II. Dünya savaşının yaşandığı dönemde bestelemiş. Kafamda çalmasının nedeni ise Deniz Gezmiş… Deniz idam edilmeden önce, çay ve sigara eşliğinde bu eseri dinlemiş ya... Bu onun son isteğiymiş ya... Yaşananların tümünün fon müziğinin bu ezgi olduğunu düşünmüşümdür hep. Bana direnişi, direnen güzel insanları,  yaşayamadıkları ya da yarım kalan aşklarını, onların fikirlerini ve daha güzel bir dünyaya duydukları umudu, bu umuda duydukları aşkı anımsatmıştır bu ezgi her daim. Annelerin, babaların gözyaşları, çocuklarının onurlu ve dimdik duruşları, dile gelememiş elvedaları ve merhabaları, sıkılan ya da sıkılamamış elleri, içilen içilemeyen sıcacık çayları vardı bu duvarlarda, bu kapıların ardında.

Bir odaya girdim. Ranzaların birinde Erdal Erenin fotoğrafı… Gencecik, samimi, onurlu duruşu, hele o gözlerindeki sözler… Boğazım düğümlendi. Gözlerim dopdolu. O hep öyle kalacaktı. Hep 17… hep güzel ve gencecik… Erdal, idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden gazetecilere "avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18'den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını" söylemiş. İdam kararı verilen Erdal’ın 17 olan yaşı bir gün içinde 18 olarak büyütüldü ve sonrasında hemen idam edildi biliyorsunuz. 25 Eylül 1964’te başlayan hayatı, 13 Aralık 1980 de elinden alındı, sorgusuz sualsiz. Bin kez lanet ettim. İçinde kötülükten başka bir şey taşımayan insanlara; sadece güzel bir dünyada, çocukların özgürce uçurtma uçurmasından gayrı bir dileği isteği olmayan Erdal’ı, içinde sevgilerin en güzelini taşıyan bu gencecik insanı öldüren o kapkara zihniyete bin kez lanet ettim. Keşke elimden daha fazlası gelebilseydi. Elimden daha fazlasının gelememesine de lanet ettim bir kez daha. Erdal’ı düşünürken kafamdaki müzik değişti bir an. O anlarda büyü de baban sana \ büyü de büyü\büyüyüp de on yedine geldiğinde baban sana idamlar alacak…” diyordum.

Bir başka odaya girdim sonra. Deniz’in hırkası; nasıl da canlı, nasıl onurlu… Yumruğu havada, gözlerimin önünde benim güzel abim, uzun abim, uçurum çiçeği abim. Kulağımda yine aynı müzik, Rodrigo ve gitarı. Hemen yanında Hüseyin’in darağacına giderken üstünde olan penyesi… Beyaz… Son sloganı kulaklarımda... “Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm” Ve onun yanında Yusuf’un kaşkolü… Son mektubu. Az ilerde işkence aletleri. Bu nasıl bir tezat? Aklım hiçbir zaman almadı ve almayacak. Bu güzel insanların, böyle şeyler yaşamış olmasını bir türlü kabullenemiyorum. Hiçbir zaman kabullenemeyeceğim. O işkence aletlerini kullananları, kullandırtanları anlayamayacağım ömrüm boyunca... Verilen emirlermiş, var olan yasalarmış, kanunlarmış, vatan(beton) millet sakaryaymış… Bunların hangisi yapılanları haklı çıkarabilir ki? Kendilerini, yaptıklarını savunmaya hakları yok. Bu konuda katıyım evet. Onları, ağabeylerimi, ablalarımı geride kalanlarını düşündükçe duyduğum sızı, kalp ağrısı asla dinmeyecek. “Onları” susturmak adına darağacına yürüten zihniyete, karanlıkta yaşamaktan mutlu olanlara öfkem bitmeyecek. Onların uğruna ölümü göze aldıkları güzel dünyayı hayal etmeye, umut  etmeye, gerçek olması için çabalamaya devam edeceğim, edeceğiz.

Darağacına onurlarıyla, umutlarıyla ve geride bıraktıklarına olan inançlarıyla yürüyen o güzel insanlar her zaman yüreğimde olacaklar. O küçücük görüş kabinlerinde konuşanlar, konuşulanlar, analar, babalar, evlatlar her zaman benimle, bizimle birlikte olacak, yaşayacaklar.

İşte tam da burada, Grup Yorum’un  ‘Bir Görüş Kabininde’ şarkısı geliyor aklıma…  “ne kadar da ufalmış bedenin/ gözyaşıma sığdın sen/ gözyaşıma sığdın sen/ açlık mı yemiş ömrünü yavrum/ al sütümü iç kızım/ saçların beyazına mı/ sakladın alevini/ yoksa güneş sende mi batıyor/ batıyor geceleri/ eriyen bedenimi düşünme/ göğü giydim üstüme/ yüzünü asma kederine anam/ yiğitler bitmez bizde/ bir ateş olup yaksa da gidişiniz/ analar biter mi/ ölüm toplasa da çiçekleri/ çiçekte tohum biter mi”

İşte böyle ablalarım. Yaşananlar, gördüklerim kötü, evet. Ama ne olursa olsun, bu gün hala güzel şeyler söyleyen, bu uğurda o karanlık zihniyete karşı dimdik durabilen insanlar var. Umudumuz tükenmeyecek. Karanlığa aydınlık olmuş ağabeylerimin, ablalarımın, arkadaşlarımın güzel anılarına saygıyla ve büyük bir sevgiyle…

Söylemek istediğim son bir şey var, belki biliyorsunuzdur ama…

   Yönetmenliğini Tunç Başaranın yaptığı 1989 yapımı ve uzun metrajlı bir film olan “Uçurtmayı Vurmasınlar” , Ulucanlar Cezaevi’nde çekildi. Bu film benim en çok sevdiğim yerli filmdir. Beş yaşındaki dünya tatlısı Barış’ın gözünden, kadınlar hapishanesinin ve karşılıksız, masum, küçük bir yürekteki koskocaman sevginin öyküsüdür anlatılan. Şu replikler ise unutulmazdır benim için:

     Barış : “ Niye uçmuyor İnci? (uçurtmayı kastederek)
     İnci  : “ Uçar bir gün! 
                                                                                     ZUHAL DURAN


* Dize Ömer Hayyam’a aittir

ÖYKÜ-ANAHTAR


Kilidi olan bir deftere ait anahtarın öyküsünü yazmaya hazırlandığın günlerdeydin.   Yeni bir konu, yeni bir öykü… Önünde duran sanal beyaz sayfayı daha önce olmayan, senin yarattığın yeni bir şeye dönüştürecektin. Böylesi zamanlarda hep yaptığın gibi kapıldığın heyecana şöyle bir bakıp, “Tanrısal Eda” diye dalga geçiyordun yine aynadaki görüntünle, aldığın zevkten utanır gibiydin.

Ölmüş bir kadının evinde bulanacaktı defter. Sandığının diplerinde bir yerde; mavili, morlu, ebruli görüntüsüyle karşısına çıkacaktı kızının. Üzerindeki etikette “Hayal Defteri” yazacaktı. Defterin kilitli olduğunu gören kızı, merak içinde anahtarı aramaya başlayacaktı. Her şey hazırdı. Bir tek anahtarı bulup bulmamasına karar vermen kalmıştı ki, evin odalarında yankılanmaya başladı haberler.

Şimdi ekranın başında öylece kalakalmış camdan dışarı bakıyorsun. Şiddetli bir rüzgâr, bahçedeki mandalina ağacını bir o yana, bir bu yana savurup duruyor. Kulağında spikerin sesi… Çubuklardan bahsediyor. Dünya’nın uzak bir ucundaki bir reaktörde çok ısınmış çubuklardan… “Erimemeleri lazım, yoksa…” diyor ses. “Yoksa ne?” diye haykırmak geçiyor içinden ekrana doğru. “Koymasanız olmuyor muydu çubukları oraya? Geceler boyu neon ışıklarınız yanmasa, fabrikalarınız aralıksız yirmi dört saat çalışmasa neyi eksik kalırdı mutluluğun?”

Tekrar mandalina ağacına dönüyor bakışların. “Bir hayal defterim olsaydı keşke,” diye geçiriyorsun aklından. Birinci sayfasında “Kalabalık ve umut dolu düş gezileri dileği ile…” yazan bir defter... Gözünün önüne getirmeye çalışıyorsun; meselâ henüz on iki yaşındaymışsın da, baban eline tutuşturmuş onu bir akşam. “Aklına gelen bütün hayalleri yazman için evlât,” demiş verirken. “ Sadece sen izin verirsen okunabilecek hayaller, anahtarını iyi sakla.”

“ Hayal kurmayı öğrenmiş olur muydum?” diye
 sorarken kendine, kırık dökük gülümsüyorsun. “Herhalde… Değil mi ki İnsan beyni nasıl geliştirilirse öyle üretir sonrasında,” diye cevaplıyorsun yüksek sesle. “Olmazları düşünme becerim olsa, pekâlâ bir ağaca dönüşebileceğimi düşleyebilirdim şimdi.”

 Tam, “Alıp başını başka yerlere gidemez miydi beynim?” diye geçirirken aklından, ekranda, okyanus taşıyor bir kentin üstüne. Nefesini tutuyorsun. Büyük bir tekne, köprüyle suyun arasında çatırdayarak un ufak oluyor, korkuyla gözlerini yumuyorsun. Çabuk çabuk düşünmeye devam etmeye çalışıyorsun. “Hem,” diyorsun, “Sadece bir ağaca dönüşmeyi değil, daha birçok şeyi hayal edebilirdim. Örneğin şairin dediğine uymaya çalışır, düşünmeyip arzu etmeyi becerirdim bir böcek gibi.”

Camı açıp derin bir nefes alıp veriyorsun, sonra bir daha… En ilkel şekliyle yaşıyorum demenin bir yolu olsa gerek bu.  Biraz sakinliyorsun. “Söz gelimi içinde umut olan bir şiir de yazabilirdim. Umut hayalin kan kardeşi değil mi?” diye düşünüyorsun bu kez. Haklısın… Oysa bu gece bir yanın soluk yeşil bir sesle “Umutsuzluğa kapılma,” diye fısıldarken, diğer yanından gri çimento tozları dökülüyor umut diye bildiğin her şeyin üstüne. Hayıflanırken buluyorsun kendini. Oysa sevmezsin bu tür düşünmeyi. Keşke öyle olsa, keşke böyle olsa…

Çalışma odasıyla salon arasında mekik dokuyorsun saatlerdir. Bir yanda televizyon ekranında sulara kapılmış giden evler, beyaz dumanlar saçan bir patlama, diğer yanda mahzun bir duruşla bilgisayar ekranında dikilen ve bulunup bulunmayacağına dair karar verilmesini bekleyen küçük, sarı bir anahtar…

Bulsa mıydı acaba kız anahtarı? Örneğin gardıropta asılı bir mantonun cebinde! Heyecan içinde sandığın başına koşup hemen oracıkta kilidi açsa mıydı? Değil sayfalar dolusu hayalleri, tek bir hayali olacağı bile hiç aklına gelmemiş olan ölmüş annesinin gizli dünyasına dalsa mıydı?

Bir şey yapmalı ama ne? Bir şey yapmalı ama ne? Bir şey…


Nerede olduğunu bilmez bir halde gözlerini araladığında, televizyon ekranı bütün soğukluğu ile karşında yine. İçin geçmiş kanepede. Ekrandaki mantar görüntülü, beyaz dumanlı patlamaların yerini, gökyüzünden yağan bombaların aldığını görüyorsun. Siyah kıtanın; kara derili, iri, kara gözlü, öfkeli ve bir o kadar da şaşkın bakışlı insanlarının üzerine yağan bombalar… Şaşırmıyorsun. Geçmişte olanlar gibi beklenen ama zamanı tam olarak belli olmayan bir “Demokrasi Operasyonu!”… Diğer yanda dünyanın enerji ihtiyacından söz ediyor bir uzman! Gözlerin doluyor, bir küfür sallıyorsun.

Böylesine bir başınaymış gibi, böylesine eylemsiz olmak zorundaymış gibi kalmak omuzlarını acıtıyor. Sıkıntılı boz bir bulanıklık içindesin. İyice kamburlaştırıyorsun sırtını. Oysa baban böyle oturmamanı tembih ederdi her zaman. “Ayağını sağlam bas, hayata karşı dik dursun omuzların…”

Bir sigara yakıyorsun. Canın istediğinden değil, alışkanlıkla sadece. Bir parça içki içmek isteği var içinde. Şöyle sert, boğazını yakarak geçip midende sımsıkı hissettiğin bir içki… Yok… Mutfağa gidip demli bir çay koyuyorsun bardağa.

Bilgisayarın başına oturuyorsun. Ekranda bekleyen anahtara bakıyorsun iç geçirerek. Çayını yudumlayıp sigarandan derin bir nefes çektiğin sırada bir şey düşüveriyor aklına. Farkındasın, küçük bir şey… Minik, mini minnacık bir şey… Bir an tereddüt etsen de, “Ben ne kadarım ki evrende, yaptığım kocaman olsun?” diye düşünüyorsun sonra. Ve hiç yüksünmeden harekete geçiyorsun. Saatin kaç olduğuna aldırmaksızın arıyorsun arkadaşını. “Merhaba Simge, nasılsın?” diye başlıyorsun söze.

“Beş yüz taneye anca yeter param. Unutma, kapak mavi ve mor tonlarında olacak,” diyerek kapatıyorsun telefonu. Ardın sıra gelen kuşağı hatırladığını bu konuşmayı duyunca anlıyorum. “Nihayet,” diyorum kendi kendime. Sen duymuyorsun. Önemli değil, ben ne yapacağını biliyorum. Yaklaşan bayramda onlara dağıtacaksın defterleri değil mi? Güneş tepede parlarken hâlâ ve doğa, bütün olanlara inat doğurup dururken ardı ardına…

Açık bir büfe bulacağından emin, dışarı çıkıyorsun sonra. Güçlü rüzgâr hızından hiçbir şey kaybetmemiş, uğuldayarak esiyor. Bu sesi seviyorsun. Üşüdüğün ellerini ceplerine sokuşturmandan belli… Üşüyeceksin elbette, insansın ve hava soğuk.

Üç beş adım atıp başını yukarı kaldırıyorsun. Bulutlu bir havada, gökyüzünde ayı arıyor gözlerin. Tam tependeki koyu karanlığın içinde belli belirsiz bir aydınlık olduğunu görüyorsun. “Orda bir yerlerde işte,” diye geçiriyorsun içinden. “Burada bir yerlerde, tasalanma,” diyorum ben de…

                                                                                                                                                         Filiz Engin



KARAR SİZİN, GERÇEK İMZANIZLA YA DA TAKMA BİR ADLA
MEKTUPLARINIZI BEKLİYORUZ.
Posta Kutusu 65
Burhaniye/Balıkesir-TURKEY

ÖYKÜ -ÖNCE TEMİZLEMELİ ORTALIĞI

                                         
              Zeytin ağaçları… Deniz… Minik taşlarla dolu bir sahil… Güneş tepede, öğlen sıcağı… Sadece cırcır böceklerinin ve denizin sesi… Minik taşları bir ileri bir geri taşıyan küçük dalgalar. Otlar, dikenler bürümüş; ama halinden memnun küçük bir bahçe… Bahçede küçücük, iki odalı bir ev… Odanın biri boş, diğerinde bir tahta divan… Ayağının biri sallanan eski bir masa, bir iki katlanır sandalye.  Verniği dökülmüş ahşap pencere çerçeveleri ve mavi boyalı tahta bir kapı… Pencerelere perde niyetine çakılmış eski çarşaflar. Bir zamanlar pembeli beyazlı çubukları varmış çarşafların. Artık yok. Güneş silmiş renklerini, tıpkı hayatın,  ruhundaki renkleri silip atması gibi. Denize bakan pencerenin önünde boş çiçek saksıları… Kapıda sarmaşık,  orman gibi… 
   
                  Boşanacağını bilenler teselli etmek, yeni duyanlar meraklarını gidermek için doluşacaklardı çevresine. Kimseyle uğraşmaya, dert anlatmaya dermanı yoktu. Bu yüzden aylar önce satın almıştı bu evi. Ablasından başka kimse bilmiyordu burayı. Davanın bittiği gün atlayıp arabaya, arkasına bile bakmadan, bakamadan çıktı şehirden. “Ağlamayacağım” diyordu son güne kadar. “Niye ağlayacakmışım ki, bitmiş işte. Bitmesi gerekiyormuş. Buraya kadarmış.” Ama adliyeden çıktığından beri durduramamıştı gözyaşlarını. Oysa ne kadar da kendinden emin bir edayla savunurdu tezini. “Evlilik cüzdanı dediğin kâğıt parçası alt tarafı” diyordu, “tapu belgesi değil, gitmek isterse hiçbir gerekçe göstermesine de gerek yok, gider. O, duyguları olan, etten kemikten bir insan, benim malım değil ki.” Sırf bu yüzden “neden” diye soramamıştı bile doğru dürüst. Evliliğin sıkıcı tekdüzeliği mi, başka kadın mı? Adam sadece “olmuyor, yürütemiyorum” demişti,  “ ama sana hep saygı duyacağım, sen mükemmel bir insansın, ha, bir de istersen daireyi sen al.” Komikti. Ve acımasız. Protokolü oracıkta yapıvermişti işte ayaküstü. “Daire senin, özgürlük benim…” Duyguyla süslemeye çalıştığı katı gerçekçi bir üslubu vardı adamın zaten. Finali de o üslupla yapmasını mı kabullenememişti, finalin ta kendisini mi?

                 Sabah uyandığında ağlamaktan gözleri yanıyordu. Garip garip rüyalarla uğraşmıştı bütün gece. Camda asılı eski çarşafı görünce anımsadı yeni evinde olduğunu. Her yer nasıl da tozlu kirli görünüyordu. Dün hiç fark etmemişti pisliği oysa. Evi bir daha dolaştı. Mutfak diye ayrılmış bölüme gitti. Kırık dökük bir iki raftan, fayansları dökülmüş tezgâhtan ve lavabodan başka hiçbir şey yoktu mutfakta. Bir de her yerde örümcek ağları.

                 Alınacakların listesini yapıp yarım saat uzaklıktaki ilçeye gitti. Bir pastanede kahvaltısını yaptı. Listedekileri alıp, elektriği ve suyu da açtırıp evine döndüğünde öğlen olmuştu. 
       
                  Ne çok iş var yapılacak. Beyaz eşyaları halletmeli önce. Camlara stor perdeler takmalı. Oturma gurubu mu almalı, açılıp yatak olan kanepelerden mi? Yerler beton, hemen seramik döşetmeli. Bahçe elden geçirilip çiçeklendirilmeli, çimlendirilmeli. Bir iki bambu koltuk ve bir bambu masa iyi gider çimlerin üzerine. Masanın üzerine de çardak kurup hanımeli sardırmalı. Ahşap doğramalar yağmuru ve soğuğu içeri alır. Hemen pimapen yaptırmalı pencereleri. Pimapen mi!  Tüm kâğıt mendillere selpak demek gibi, berbat bir sıradan insan kolaycılığına kaçtığını fark edip kendine kızdı. Plastik doğrama mı demek gerekiyordu? Ööfff ya, neyse ne!  Hayatındaki her şey çok düzgünmüş gibi…

              Hepsinden önce temizlemeli ortalığı. Camları açıp havalandırdı evi. Dayanılmaz bir rutubet kokusu var her yerde. Her şeyi değiştirinceye kadar yaşanabilecek hale getirmeli evi. Mutfaktan başladı işe. Mutfak temizlenince bir kahve yaptı kendine. Bir de sigara yakıp sahile indi. Deniz dümdüzdü, hani çarşaf gibi derler ya, öyle. Nasıl olmuş da keşfedilmemiş bu koy, diye düşündü. Bomboş denecek kadar ıssızdı çevre. Biraz ötede eski bir ev daha, o kadar. Asık suratlı bir adam geçip gitti yanından. Oltasıyla ve kovadaki birkaç balıkla ötedeki eski eve girdi adam. Evi satan emlakçinin adamdan bahsettiğini anımsadı. Ressam mıymış neymiş. Ona da evi kendisi satmışmış. Yalnız yaşıyormuş,  kendi halinde biriymiş falan…

               Güneş battığında ev eskisinden biraz daha temizdi. Izgara balık kokularını duyunca anladı acıktığını. Suratsız adam balığın ızgarasını seviyordu demek. Yanında da rakı, diye düşünüp güldü kendine. Rakıyı bir türlü sevdiremediği kocasını anımsadı. Eski kocasını… Derin bir iç çekip, bir daha ağlamayacağına söz verdi. Çarçabuk salata yaptı. Masaya taşıdı salatasını, ekmeğini. Başlayacaktı ki kapı çaldı. İlk kez korktu buraların ıssızlığından. Bu saatte kim olabilirdi? Azıcık araladı kapıyı. Suratsız adam, gözleri yerde, elinde bir tabak ızgara balıkla kapıdaydı. “Bunlar size” dedi sadece. Tabağı verip çekip gitti yüzüne bile bakmadan, teşekkür etmesine fırsat bırakmadan. Elinde tabak, kalakaldı kapıda. Hiç beklemediği bu ikrama şaşırdı. Tabak da boş gitmez ki, içine ne koyup da iade etmeli, diye düşündü.

                  Üç gün sonra tabağa sigara böreği koyup, suratsız adamın evine gittiğinde kahvaltı vaktiydi. Bu evde birilerinin yaşadığına inanmak güçtü. Kapı aralıktı. Pencerelerin bir kaçının camı çatlamış, düştü düşecek. Yıllardır boyanmamış gibi duruyordu kapı ve pencereler. Kapıyı çaldı. Adam elinde çay fincanıyla açtı kapıyı. Kafasını eğip, gözlerini yere dikti yine.  “ Balıklar için teşekkür ederim. Sigara böreklerini yeni kızarttım. Afiyet olsun” dedi.  Bu kadar uzun konuşmadan sıkılmış gibiydi adam.  “Önemli değil” deyip kapıyı kapatacaktı ki, kadın kapının aralığından karşı duvardaki kitaplığı gördü. Merak etti evin içini. Aslında adamı merak etti. Böyle köhne bir evde raflar dolusu kitaplarla beraber yaşayan bu adam kimdi? . “Şey”, dedi, “ sizde çekiç var mı, bir iki çivi çakmak gerekiyor da ?”   “Yok”, dedi adam. “Ama bir yerlerde keser olacaktı .”  İçeri girdi. Odada eşya niyetine bir kanepe, bir de masa vardı. Her yer tablolarla, yarım bırakılmış resimlerle ve kitaplarla doluydu. Antikaya benzeyen bir daktilo ve en az o kadar eski bir teyp duruyordu rafların birinde. Kasetler dizilmişti üst üste teybin yanına. Kitaplığa yöneldi. Bir iki kitap alıp önsözlerine baktı. Adam,  elinde sapı kırık bir keserle döndü odaya. “İstediğiniz kitabı alıp okuyabilirsiniz” dedi, “ bitirir bitirmez geri getirecekseniz…” “Sahi mi, ne iyi olur, sağ olun” dedi. “Ama evde iş çok. Enikonu elden geçirmek gerek evi, eşyalar yenilenecek, bahçe düzenlemesi falan. Onları halledeyim, gelir ödünç kitap da alırım sizden”  “Demek ev, eşyalar, bahçe falan, öyle mi” dedi adam. “ Ne işiniz var burada öyleyse? Niye kaçıp geldiniz buralara, burayı da geldiğiniz yere çevirecekseniz? Bırakıp olduğu yerde her şeyi, sadece kendinizle yaşayamıyorsanız, buraya sığınmanın ne yararı var?” Adamın kendisiyle ilgili bu kadar çok şey bilmesine şaşırdı. Emlakçının gevezeliğidir, dedi içinden “ Yok canım, ne kaçması, ne sığınması. Niye kaçayım ki” dedi. “Birazcık onarım gerek, o kadar” “ Ruhunuza mı?” dedi adam, “ evinize mi?” Çok kızdı bu kırk kat yabancının haddini bilmezliğine. Ama bütün gün bu sözler döndü durdu beyninde. Ruhumu mu onarmalıyım, evi mi?  Ya da hangisi daha kırık dökük, daha virane?

                   Aradan kaç gün geçti? Takvimi, saati, zamanı takip etmiyordu artık. Sersem gibiydi. Eli işe varmıyordu. Nereden başlaması gerektiğini bilemiyordu. Ruhu yaralı kaldığı sürece evi onarmanın ne anlamı olacaktı ki? Haklıydı adam. Bambu sandalyeler, bambu masalar, stor perdeler… Geçmişin basit, içeriksiz alışkanlıkları değil miydi hepsi ve buraya geçmişi silmeye gelmemiş miydi?  İyi de nasıl, dedi.  Bildiği en iyi onarım şekli buydu. Kocasına kızar, saçlarını boyatırdı. Şirkette işler iyi .gitmediğinde estetikçide almıştı soluğu. Annesi öldüğü zaman, o da ölmek istemişti. Evdeki eşyaları değiştirerek gelebilmişti kendisine. Günlerce iç mimarlarla, inşaat ustalarıyla, perdecilerle uğraşarak unutmuştu acıyı, ölüm fikrini. Şimdi?  Şimdi nasıl yapmalıydı.

                  Güneş batmak üzereydi. Oltasını, kovasını alıp çıktı evden adam. Kadını gördü sahilde. Oltasını denize atmış,  dalmış gitmişti alaca karanlıkta. “ Buradan balık çıkmaz” deyip yürüdü gitti adam. “Neden?” diye sordu kadın.
-          ………...
-          Nerede durmalıyım?
-          …………
-          Ben de sizinle gelsem…

Dönüp baktı adam uzaktan.
-          Belki sonra, ama önce kendinizi yakalayıp çıkarın denizden.


                                                                                           Filiz Sonsuz


*Resim Ertuğrul Gülümser’e aittir.


KARAR SİZİN, GERÇEK İMZANIZLA YA DA TAKMA BİR ADLA...
MEKTUPLARINIZI BEKLİYORUZ.
Posta Kutusu 65
Burhaniye/Balıkesir-TURKEY

Cemilanım Teyze ve Karaman Dede'nin fısıltısı/Filiz Engin

Hayatımın ilk on yedi yılını muhteşem bir zenginlikle geçirdim. İnsana, kültüre dair bir zenginlik sözünü ettiğim. Ülkenin birçok bölgesinden işleri gereği Soma’ya yerleşen ve benim ailem de dâhil olmak üzere, çoğu emekliliklerine kadar bu kasabada yaşamlarını sürdüren teyzelerim, amcalarım ve hep beraber büyüdüğümüz çok sayıda kardeşimle birlikte, bir insanın bir başka insanı “öteki” olarak görmesinin mümkün olmadığı bir yaşam alanıydı bizimkisi. Bir çeşit komün hayatıydı 1955-80 arası Soma 85 Evler’deki hayat. Adetlerinden, danslarına, şarkılarından, yemeklerine bütün ülke orada toplanmıştı sanki. İçli köfteyi, ekşili çorbayı, haşhaşlı ekmeği, şakşukayı, arap kadayıfını, bükmeyi… Velhasıl yurdun dört bir yanından süzülmüş lezzetleri tattığım yaşı hatırlamıyorum bile. Lakin Çingene pilavını ilk ne zaman tattığımı hiç unutmadım. Çünkü bir yılbaşı akşamı kurumun tertiplediği baloya gidecek ebeveynler tarafından kendisine emanet edilen çocuklara, Cemile Hanım Teyze hediye olarak getirmişti o bir kap dolusu pilavı.

Lojman çocuklarının bakıcısı Cemilanım Teyze… Çingene’ydi, tıpkı çiçek parkının bahçıvanı Karaman Dede gibi. Çocuk gözüm renklerinin biraz daha koyu olduğunu fark ediyordu etmesine ama asıl gördüğüm ortak özellikleri bize, yani çocuklara olan sıcak sevgileriydi her ikisinin de. Muhtemelen çocuk yaşta içime yerleşmiş bu sevgi, yaşım ilerledikçe ne zaman Çingenelere dair bir fısıltı işitsem o tarafa doğru yönelmeme neden oldu ve hala oluyor. Lafı çok uzattım. Aslında bir kitaptan söz etmek istiyorum bu yazıda. Ayşegül Devecioğlu’nun 2008 Orhan Kemal roman ödülüne layık bulunan Ağlayan Dağ Susan Nehir adlı kitabı…

Üç yıl önce sevgili bir dost hediye etmişti başka birkaç kitapla birlikte. Arka kapağındaki tanıtım yazısında “Yol yorgunudur Çingeneler, yerleşikliğin imkânsız olduğunu bilir, yerleşik hayatı kekeleyerek yaşarlar,” cümlesini okuyunca, işi gücü, o sırada okuduğum kitabı ve bana hediye edilen diğer kitapları bir yana bırakıp bu romanın sayfalarına gömülmüştüm. 

259 sayfalık bu kitabın daha ilk sayfalarında değişik bir yaşam felsefesi sarıp sarmalar gibi olurken insanı, satır aralarındaki bazı cümleler bir “Çingene güzellemesi” okumayacağınızın da habercisi oluyor aynı zamanda. Güzelleme diyorum, son yıllarda epey moda olan neşeli, göbekli, tırnak içinde özgür, uçarı yoksul ama mutlu Çingeneleri ya da benim hiç ısınamadığım güncel deyimle ‘Romanlar’ı anlatmak için yazılmadığını anlıyorsunuz bu kitabın. Örneğin daha ilk sayfadaki şu paragraf:

“Karaağaçların gölgesindeki nehrin kenarında oturuyor, görmüş geçirmiş gümüş suyu avuçlarına alıyor; zaman damla damla akıyor ellerinden… Hiçbir yerde birikmeden, bir tenekecikte bile toplanamadan akıyor…
Bu duygunun ne kadar olağandışı olduğunu bildiği için ürküyor. Oysa kocakarının dediği gibi; insanlar için ne fazlası var, ne de daha ötesi; ölenlerin bedenlerinde yeniden dirildiği eski Çingenelerin soyu tükendiğinden beri, bir kuru dünyadan başka bir şey yok…”

Ya da 14. Sayfadaki bir diyalogda, biz özgürüz, toprağın kölesi değiliz diyen bir kocakarıya, bir başka Çingene kadınının verdiği şu cevap: “Şu evceğizin bir sarı kaadı olsa fena mı olur be karıcık!”

Bir keresinde bir Çingene arkadaş bana şöyle demişti. “Çingene bitti abla, o üstü örtülerle kaplı at arabalarında yaşadıkları ve her zaman yola çıkmaya hazır oldukları zamanlardaydı. şimdi Roman var, kabul et bunu!”

Kitap, önsöz yerine geçen bölümden sonra “Bir Çingene’nin öyküsü bu…” cümlesiyle başlıyor ve şöyle devam ediyor. “ Ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir Çingene’nin…” Çingene’nin adı Naciye, anlatıcının Naciye Abla’sı… Anlatıcı çocukluğunu onunla geçirmiş genç bir kadın. Her ne kadar hikâyeyi bize bu genç kadın anlatsa da, Naciye Abla da her anlatılışında değişen masallarıyla araya giriyor.

Naciye Abla’nın ölümünden çok yıllar sonra anlatılıyor hikâye ve onun özelinde, unutulmuş bir halkı -hatırlamaktan hep kaçınılan bir halkı mı demeliyim yoksa- bu coğrafyada yaşadıkları yakın dönem tarihiyle birlikte aktarıyor. Kitabın önemli bir bölümünde şiirsel bir dille anlatılanlar Çingenelerin yolu Maraş’a düşünce ve bu da bu ülke tarihinin en acımasız, trajik Maraş Katliamı günlerine denk gelince şiirsel anlatım yok oluyor. Buz gibi bir faşizmle yolu kesişen roman masalsı atmosferini terk etmek zorunda kalıyor. Katliam Alevi mahallelerini hedef almış olsa da, Çingeneler de kan ve öfkeden nasiplerini alıyorlar. Tıpkı Hitler faşizmiyle katledilen Yahudiler olduğu kadar Çingenelerin de olması gibi. Oysa ne kadar az film ya da kitap vardır o esmer insanların 2. Dünya Savaşı’nda karşı karşıya kaldıkları acıları anlatan.

Dedim ya, Çingene hayatına bir güzelleme değil bu roman. O hayatın nasıl oluştuğuna bakan, onu anlamaya çalışan, değişimini fark eden ve işin doğrusu yaşadıklarının hiç de öyle ırksal bir takım özelliklerden ileri gelmediğini kavratan bir kitap. 198. Sayfadan bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Bu arada belirtmem gerek, alıntıdaki ‘gaco’ kelimesi Çingene olmayan anlamında aşağıdaki cümlede…

Hiçbir toprak parçası vatan olmadığı gibi gurbet de değildi. Geçilen her sınırın ardında, dilleri, dinleri, bayrakları benzemese de Çingenelere bakışları birbirine benzeyen “gacolar” vardı.”

FİLİZ ENGİN

muhabbetname-şantiye bekçisi/ Deniz Kartal- www.dunyalilar.org

Bu hafta muhabbetname köşesinde Naçizane’ye özel olmasa da, herkese açık bir ortamda yazıldığı için ve bu anlamda mektup olarak nitelemekte bir sakınca görmediğimiz aşağıdaki yazıyı paylaşıyoruz. Yayınlamamıza onay veren satırların sahibine teşekkürlerimizle…



ŞANTİYE BEKÇİSİ
Geçtiğimiz günlerde Karamürsel taraflarında bir doğa yürüyüşündeydik. İzmir otoyolunun geçeceği ve çoğunlukla mübadele köylerinin yer aldığı yeşiller içindeki bölgelerde. Şeftali ve incir ağaçlarının arasından, çam ormanlarının derinliklerinden, uçsuz bucaksız buğday tarlalarının yanından geçip ulaştık köylere, mahallelere. Köylüler arazi ölçümleri için gelen memurlardan bıkmış olmalılar, "Yine ne var, neyi ölçüyorsunuz" diye karşılıyorlar her seferinde bizi.
Biz “Ölçmek için gelmedik, dağcıyız, doğanızın nefis havasını ciğerlerimize çekmeye geldik,” diyoruz. Önce çekimser davranıyorlar, sonra anlıyorlar dost olduğumuzu, sohbetlerimiz derinleşiyor.

Kızderbent yakınlarında Çamdibi Gölet’inin yanındayız. Fotoğraf çekmeye çalışırken yanımıza 50 yaşlarında biri yanaşıyor, gülümsüyor. Ütüsüz gri kumaş pantolonunun fermuarı bozuk, gömleğin yakaları iyice kirlenmiş, yıpranmış ayakkabıları yamuk yumuk...

-Merhaba abi, ben de burada şantiye bekçisiyim. 7 yıldır Çamdibi Gölet’inin sularını şu vadideki tarlalara veriyoruz, şuradaki arkadaş barajın suyu artarsa muslukları açıp boşaltıyor. Şuradaki pompalarla önce önümüzdeki tepedeki dağıtım noktalarına suyu veriyoruz oradan dağılım oluyor.

-Ne güzel, biz de geldik, biraz yürüyüş yapalım istedik. Burada bekçilik yaptığına göre herhalde bu köydensindir.

-Yok değilim, Balıkesirliyim...

-Aileni de buraya getirdin o zaman, yoksa zor olur, sen burada ailen oralarda.

- Getirmedim abi, 2 çocuğum ve eşim Balıkesir'in merkez köylerinden birindeler. 2 dönüm tarlam var orada, buğday ekiyoruz.

-Burada kalmana ve bu koşullarda yaşamana değecek kadar para kazanıyorsundur umarım. Ne kadar alıyorsun?

-1000 TL alıyorum, elektriğimi ve günlük ekmeğimi şantiye karşılıyor, yemek masraflarını kendim ödüyorum. 600 falan kalıyor geriye onun da 300'ünü karıma gönderiyorum, onların da masrafları var sonuçta.

-Çocuklar ne yapıyorlar? Okul falan?

- Biri evlendi gitti, diğer kızım Kur'an kursuna gidiyor, allah var bana hiç masrafı yok onun.

-Bu kadar para için ailenden uzakta kalmana değer mi? Ayda 600 TL memleketinde de kazanabilirsin, ailenden uzak kalmana gerek var mı?

- Yaş geçti abi, buradan çıkarsam ve iş bulamazsam diye korkuyorum.

Vedalaşıp ayrılıyoruz yanından, devleti, devletin masraflarını, devletin sahibinin kim olduğunu, devleti yönetenlerle halkın gündemlerindeki derin uçurumları, makam arabalarını, hanları, hamamları, sarayları, korumaları, süper emekli maaşlarını, makamları, makamlardaki koltukları düşünüyorum.

Devrimi düşünüyorum, kavgayı düşünüyorum...
Deniz Kartal

öykü-bir kadın iki adam ve balta/Filiz Sonsuz

Demirci Hayrullah çekiciyle örsün üzerinde hâlâ alev alev yanan nacağı, bir türlü istediği şekli verememiş de öfkesini sıcak demirden çıkarıyormuş gibi,  hırsla dövüyordu. Çekicin örsün üzerine her inişinde, biri sıcak, biri soğuk iki metalin birbirine çarpışının kulak yırtan sesi sokağı boydan boya geçip, kasaba meydanındaki kahvehaneye kadar erişiyordu. Şehirde bu işi yapan, fabrika denemezse de bir kaç atölye vardı. Kasabanın çokbilmiş, zevzek esnafı  “Bırak gari bu işi. Paplikası çıktı. Ekmek yok bundan sana” dese de, Hayrullah çok iyi biliyordu ki, zeytin odununa, meşe kütüğüne iki kere vurdun muydu ağzı köreliverirdi fabrika işi nacakların, baltaların. Onun döve döve akşama kadar yaptığı nacaklar senelerce bileyi yüzü görmezdi. Bi de sapını tastamam oturttu muydu, torununun torunu kullanırdı da nacak sapta dönmezdi. Ölmezdi bu meslek. Ölür müydü hiç?  Önceleri, daha ucuz diye rağbet görse de fabrikanın baltaları, nacakları, çok sürmedi saltanatı. Dağdaki orman köylerinin insanları vazgeçemedi Hayrullah’ın döve döve adam ettiği baltalardan.

       Nacağı, harlı ateşe tutup tutup, çekici tepesine tepesine indirirken, bir yandan söyleniyordu kendi kendine Hayrullah, “ De gidinin gavur dölü de… Sen mi inatsın ben mi? Hadi, yassılma da görem seni. Hadi yassılma da…” Tabak gibi, kocaman suratından sızan ter, sakalından örsün üzerine şıp şıp damlarken, yola gelmeyen eşeğiyle cebelleşir gibi cebelleşiyordu demir parçasıyla. Vural’ın dükkâna hışımla girdiğini görmedi bile. Adamın suratı pancar gibi kırmızıya kesmiş, anlamsız şeyler söyleyip duruyordu. Ufak tefek, şişmanca bir adamdı Vural. Hani, kalabalıkta yürürken dikkat etmesen, çarpıp geçerdin de neye çarptığını bile fark edemezdin. Öyle ufak tefekti işte. Aslında fark edilemeyişi ufak tefekliğinden de değildi. Varla yok arası bir adamdı. Sorarsan söyleyenlerdendi daha çok. Mırıl mırıl bir tonda, korkak birkaç cümle alabilirsen ağzından ne ala. Neredeyse hiçbir konuda fikri olmayan, kasaba kahvesinde millet çata çat siyaset kavgası yaparken, köşedeki loş masada korkmuş gözlerini devire devire olup biteni seyreden, sonra da çay tabağına birkaç bozukluk bırakıp, ortalık iyice kızışmadan kahveden sıvışan tipler vardır ya… Vural tam da bunlardandı işte. Ailenin ortanca oğluydu. Abisi kadar akıllı, kardeşi kadar sevimli olamayışına kahrederek geçmişti çocukluğu. Akraba düğünü için şehre gittiklerinde nasıl olmuşsa kaybolup, saatler sonra karakolda bulunduğunda on dokuz yaşında bir delikanlıydı. Ailenin fırlamaları bu olayı aylarca başına kakıp dalgalarını geçtiklerinde çıtını çıkarmadı Vural. Ne zaman herkes kadar akıllı, becerikli olduğunu ispatlamaya çalışsa, hep bir şeyler ters gitmiş, eskisinden daha da beceriksiz hissetmişti kendisini. Babasının “senden olsa olsa sığırtmaç olur” deyip Kamil Ağa’nın yanına çoban verdiğinde koyunları çaldırmasının üzerine şehirde kaybolma meselesi eklenince… Sonunda o da kabul etmeliydi işte aklının kıtlığını. Kasabanın gençleri, kasaba meydanından minibüslere bindirilip, davul zurnayla uğurlanırken askere, Vural’ı ağabeyi götürüp teslim etti ocağına sessiz sedasız, kardeşini gidip aldı teskere zamanı.

             Ağabeyi evlenip çoluk çocuğa karışmış, kardeşi muhtarın kızıyla nişanlanmıştı. Asker dönüşü evlenip o da evini açacaktı. Ne anası, ne babası aklı kıt oğullarına kefil olamadığından, kimsenin kapısını çalıp Allahın emrini koyamıyorlardı. Ev mi bakabilirdi bu haliyle? Elin kızının günahına girmek de vardı işin ucunda. Vural, kapı komşularının küçük kızı Gülşen’e vurgunsa da, kimselere bir şey diyemedi. Kapıdan, pencereden bakıp, derin derin iç geçirip sustu. Çok geçmedi, Gülşen, şehirdeki uzak akrabalardan birinin öğretmen oğluna nişanlandı. Vural kahroldu. Günlerce evden çıkmadı. Düğün günü, gelin alıcılara, davulculara sövdü saydı içinden. İlk kez o gün rakı içti. Kasabanın dışındaki yıkık caminin duvarının dibinde sızıp kalmış halde bulup eve getirdiler Vural’ı. Her gün biraz daha artarak yaşadı acısını, hasretini içinde, sessiz sedasız.

               Askerden döndükten iki yıl kadar sonraydı. Annesi, kocasını karşısına alıp konuştu. “ Bene bak Mıstafendi, biz böğün varız, yarın yoğuz” dedi. “Bu oğlana ne ağası bakabili, ne gardaşı. Başını bağlamak lazım...”  Sonunda aranan gelin bulundu. İki sokak ötede, fakirlikten ciğeri görünen Deli İbram’ın dört kızından en küçüğü Gülşen’e dünürcü gidildi. Kavruk, ufak tefek; sessiz, sakin bir kızdı Gülşen. Vural’ı çeker çevirir, adam edemese de kendine koca ederdi işte. Vural’a soran olmamıştı gerçi; ama adının Gülşen olduğunu duyunca içinde bir şeyler kıpırdandı. Galiba hayat bir Gülşen’i elinden alıp başka bir Gülşen’i veriyordu ona.

                Şehirdeki düğüncü mağazalarından birinden, hasat vadeli düğün alışverişi yapıldı. İlk kez şehre giden Gülşen, bembeyaz gelinliklerin arasında kendisini ağa kızı gibi hissetti. Ucuz yollu bir gelinlik, orta halli bir damatlık, şehrin pazarından birer çift ayakkabı, iki tane ray bilezik, birer de alyans alıp eve döndüler. Nikâhtan sonra, evlerinde mevlit okutup, şerbet dağıttılar. Düğün yemeği niyetine tavuklu pilavla konu komşuyu ağırlayıp, avlunun öte ucundaki, samanlıktan dönüştürülmüş evlerine uğurladılar Vural’la Gülşen’i.

               İki oda bir mutfaktan ibaret evleri saray gibi göründü ikisine de. Sonunda kendilerine ait bir dünya vaat ediyordu, sıvanıp boyanmış briket duvarlar. Bir odaya bir yatak, bir elbise dolabı, diğer odaya iki sedir, iki parça kilimle döşenmiş evlerinde uyandıkları ilk sabah, ilk kahvaltılarını utana sıkıla yaptılar. Ekmeği kesişinde, bardaklara çay dolduruşunda, sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkayışında bir incelik, bir mahçupluk vardı Gülşen’in. El öpmeye gitmeleri gerekiyordu. Kapıdan çıkarken Gülşen’in kocasının ceketini tutuşunda, ayakkabılarını çevirişinde, “hava soğumuş, üşüme” deyişinde başka bir şey hissetti Vural. İlk kez, hayatında ilk defa, birisi ona saygı duyuyor, onun için üzülebileceğini hissettiriyordu.

               Kayınvalide, sevmişti gelinini. Diğer gelinlerinde göremediği bir itaatkârlık, kanaatkârlık vardı kızın hallerinde. Fakir ev kızıydı bi kere, ne görecekse koca evinde görecekti. Bildiği her şeyi öğretmeye kararlıydı gelinine. Hamur tutmasını, yufka açmasını, tarhana, makarna yapmasını, firkete oyasını, kocasını çekip çevirmesini… Kasabanın tek manifaturacısından renk renk basmalar, poplinler, ketenler aldı, kendi elleriyle dikip giydirdi gelinine. Komşuların kızlarından, gelinlerinden geri olmamalıydı gelini. Hem de büyük gelinler görsündü, kıymet bilenin kıymeti bilinirdi.   

                 Birkaç ay içinde başka biri oldu Gülşen. Çiroz gibi kız gitti, güzel, mini mini bir kadın çıktı ortaya. Çukurlarına kaçmış küçücük gözler, azcık kilo alınca ortaya çıktı, yeşil yeşil parıldadı. Mahalleli, değişime inanamadı. Divane Vural’ın şansına, eve peri kızı düşmüştü.

                 Karısının yanında başka, babasının, kardeşlerinin, ahalinin yanında başka bir Vural vardı artık. Başka hiçbir yerde olamadığı kadar Vural’dı evinde. Adamdı, kocaydı, insandı. Gerçi hâlâ doğru dürüst bir işi yoktu, harçlığını babası veriyor, evin masrafını babası hallediyordu. Oyalansın diye de tarlaya, zeytinliğe, hayvan hasada gönderiyordu babası. “Hadi bakam Sazlıkdaki zeytinliği sulayıve böğün” diyordu mesela; ya da “yarın sabalen ilk vesayete pin, dayıngile iki dene kuzu söylediydim, parasını ver de gel” diyordu.

                  Bir akşamüstü eve döndüğünde, Gülşen’i bir garip buldu.  Ağlamış mıydı ne? Gözleri kızarmıştı. “Yok bişeyim” dedi kadın. “Accık başım ağrıyıvedi. Sen git yemeğini ye anangilde. Ben de uyurum, geçer”  Ertesi sabah biraz daha iyiydi belli ki. Başındaki sargıyı çıkarmış, gözlerinin şişi inmişti Gülşen’in. Kahvaltıda kocasına uzun uzun bakıp, “bu evden taşınsak, olmaz mı?” diye sordu. Vural şaşırdı. “ Taşınalım mı? Nereye? Neden?” “Hiiiç” dedi kadın. Yağmurlarda rutubet yapıyo sanki acık.” “Merak etme sen” dedi Vural. “Çatıyı aktartırım, bi de dıştan sıva çektik miydi, mis gibi olur evimiz yine. Hem babam izin vermez taşınmamıza” Gülşen’in yüzü düştü. Bakışları çay bardağına yansıyan görüntüsüne takılıp kaldı. O günden sonra bir daha eskisi gibi olamadı Gülşen. “Belli ki istasyon mahallesindeki yeni evlere özeniyor garibim” diye yordu karısının hallerini Vural. Keşke mümkün olabilseydi, keşke yüzü yine gülebilseydi Gülşen’in. Ama nasıl, hangi parayla? Ya babası…

             Akşam yemeğini her zamanki gibi kayınvalidesinde yediler. Eltileri, kayınbiraderleri de vardı yemekte o akşam. Sofrayı beraber toplayıp çayı koydular ocağa. Gülşen, eltilerini odaya yollayıp mutfakta kaldı. Bulaşıklar yıkayıp çayları doldurdu. Bütün bunları yaparken ne kadar mümkünse o kadar ağırdan aldı. Küçük eltisini çağırıp, çayları ona dağıttırdı. Mutfakta oturup biraz dinlendi. Kayınpederinin sesi geliyordu içeriden.  Midesi bulandı aniden. Kusacak gibi oldu. Zor tuttu kendisini.  Ertesi günün işlerini pay ediyordu oğulları arasında. Büyük oğlanın işi belliydi. Şehire gidip gübre alacaktı traktörle. Küçük oğlan bakkal dükkânının başından ayrılamazdı. Evleneceği zaman gelinin ailesi rençbere kız vermeyiz deyince, mecbur kalıp orta halli bir bakkal dükkânı açmışlardı küçüğe.  Vural’a bağdaki odunları kesip, eve getirmek, istiflemek düşüyordu bu durumda. İki günde anca biterdi iş. Ama önce demirci Hayrullah’a uğrayıp, babasının sipariş ettiği baltayı alması lazımdı. Sabah ilk iş demirciye uğrayacaktı. Erken kalktılar. Herkes evine dağıldı. Yarına iş çoktu.

                Evden çıkması kuşluk vaktini buldu Vural’ın. Demirci Hayrullah sabahın köründe açmazdı ki dükkânını. Babası geldi kapıya. Demir kapıyı vurdu güm güm. “ Hadi ülen” dedi. “Güneş tepemizde. Ne zaman gitcen de ne zaman kescen odunları?” Paldır küldür giyindi, yüzünü yıkayıp iki lokma ekmek attı ağzına. Kahvaltı hazırdı aslında,  Gülşen haşlanmış yumurtayı alel acele soktu kocasının ağzına. Yanına çıkınını sardı. Ekmek, peynir falan işte... Uğurladı kapıdan. Kayınpederi bekliyordu üç beş adım ileride. Bir daha tembihledi yapılacak işleri oğluna. Ağır bahçe kapısını iteleyip çıktı evden Vural. Sokağı geçip, caminin köşesinden dönerken çıkınını evde unuttuğunu fark etti. Koca gün, dağın başında aç biilaç çalışılmazdı ki. Eve döndü. Gülşen’in kapının yanındaki sedirin üzerine bıraktığı çıkını alıp, babasına görünmeden çıkıp gitmeyi planlıyordu. Sessizce anahtarı çevirip kapıyı açtı. Çıkını buldu. Tam çıkacakken içeriden garip sesler geldiğini fark etti. Bir süredir hasta gibiydi Gülşen. Başına bir şey gelmiş olmasındı? Odaya girince gördüklerine inanamadı. Gülşen çırpınıyor, tepiniyor, üstünde babası, bir eliyle gelininin ağzını kapatmış, diğer eliyle soymaya çalışıyordu. Evden fırlayıp çıktı Vural. Gördüklerini anlamaya çalışıyordu. Kan beynine çıkmıştı. Bir solukta demirci Hayrullah’ın dükkânını buldu. Kendisini işine kaptırmış adama sesinin çıktığı kadar bağırdı. Hayrullah başını çevirip baktığında deliye dönmüş Vural’ı gördü. Deli gibi bağırıyordu adam, “balta nerde, baltayı ver bana.” Yıllardır tanıdığı Vural’ı ilk kez böyle görüyordu. “Duvarda asılı” diyebildi. “Sağ baştaki sizin balta…” 25.11.2014

                                                                         
                                                                                  FİLİZ SONSUZ