
Kaybolup gitmesi kuşatılmışlıktan,
sıkıştırılmışlıktan, hapsedilmişliktendi. Gönüllü dalıp gittiği dünyanın, gitgide
özünü eritip yok ettiğini fark ettiğinde,
hayata, arkadaşlarına, kuaförüne, kocasına, mobilyalarına, kredi kartlarına, alışkanlıklarına ve aslında kendisini
oluşturduğunu sandığı parçaların hepsine esir yaşadığını da fark etti. Bir
zamanlar, bunlardan birinin bile yokluğunda yaşayamayacağına, insan içine
çıkamayacağına öyle inanmış öyle inandırılmıştı ki, var olmak onlarla mümkün
gibiydi. Ama vardı işte. Burada, kimsenin kendisini tanımadığı bu küçücük
ilçede, küçücük ilçenin kısacık sokaklarında, yalın ve kendisiyle baş başa
yürüyebiliyordu. Vazgeçemeyeceğini sandığı her şeyden arınmış olarak… Öyle
hafif, öyle sıradan ve öyle kendisiydi ki, okyanustaki su damlası gibiydi. Tek
başına da suydu, kalabalıkta da su… Kimse farkında bile değildi ortalıkta
dolandığının. Yoldan geçen kadınlara elindeki listeyi gösterip, listedekileri
nereden satın alabileceğini sorana kadar da kimse fark etmedi onu. Kadınlar dükkânı
tarif ettiler. Yakınmış, köşeyi dönüp halıcıyı geçince hemen oradaymış. Zaten
hemen görürmüş dükkânı. Kaldırımda döşeme muşambaları, naftalin kutuları
dururmuş. Listedeki her şeyi oradan alabilirmiş.
Sağlı sollu küçük dükkânlarla
dolu caddede vitrinlere baka baka yürüdü. Bir arkadaşı, biraz da büyük şehir
insanı şımarıklığıyla Mecburiyet Caddesi derdi küçük ilçelerin ana caddelerine.
Yanlış da sayılmazdı. Acemice düzenlenmiş vitrinleri, kaldırıma taşmış
kahvehaneleri, ağır yemek kokulu lokantaları ile neredeyse tek sosyalleşme ve
alış veriş mekânıydı “Mecburiyet Caddeleri”. İlçedeki tek kırtasiyenin vitrini ne kadar da
unutulmuş görünüyordu. Güneşten rengi atmış ambalaj kâğıtlarının üzerinde
tozlanmış kalem kutuları, küreler, okul çantaları, mataralar… Kuaförün camında
“Elvan Güzellik Salonu” yazıyordu. İki müşteri koltuğuyla bir iki de
sandalyenin zar zor sığdığı bir yerdi “Güzellik Salonu”. Ve yan yana sıralanmış
tuhafiyeler, terziler, berberler… Köşeyi dönünce hemen gördü aradığı yeri. Dükkânın
önünde içi mandallarla, naftalinle, küçük mobilya tekerlekleriyle dolu kutular
duruyordu. Döşeme muşambaları, mangal kömürü çuvalının yanında dikiliydi. Loş
ve küçük dükkâna girdiğinde nerede duracağını bilemedi. İçerisi kalabalıktı. Tezgâhın
arkasında iki yaşlı adam, kalabalığın isteklerini sırayla, şaşırmadan, telaşsız
veriyor, parayı alıyor, para üstünü neredeyse hiç hesap yapmadan uzatıyordu
müşterilere. Dükkân boşalıp sıra ona geldiğinde dükkândaki sakin, ağır, ama
aksamayan işleyişe ve bu küçücük dükkânda her şeyin bulunabilmesine şaşırmış,
bakıyordu. Yaşlı adam listeye bakıp, raflardan birinden aldığı kutudan karabiberi
çıkardı. Yüz gram karabiber tarttı. Kahve değirmenini çalıştırıp ikiyüzelli
gram kahve çekti. Dükkânın arkasındaki bölmeden fare zehirini, böcek ilacını
getirdi. Tezgâhın altındaki bir başka kutudan bir avuç cam çivisini kâğıda
sardı. Resimli namaz hocalarının, dua kitaplarının altındaki çekmeceden, büyük
bir külaha perde halkası doldurdu. Yaşlı adam, elinde tahta metre ile kiraz
desenli raf naylonunu ölçerken, o dükkânın bir köşesine sıralanmış eski dikiş makinelerini
gördü. Annesinin günler geceler boyu dikiş makinesinin başında müşterilerin
siparişlerini yetiştirişini anımsadı. Üniversiteyi
o makinenin kazancıyla bitirişini düşündü. İçinden bir şeyler eriyip gitti. Küçücük
evlerindeki hiç susmayan makinenin, insanı usandıran, uyutan, tekdüze sesini
duyar gibi oldu. Dikiş bilmiyordu. Yine de, makineler satılık mı, diye sordu.
Tamir ediyorum, dedi adam. “Ama biri satılık… Alacaksan 25 milyona bırakırım.”
Ablası telefonda
ağlıyordu. “Delirdin galiba” dedi. “ Ne
demek gelmeyeceğim. Tek boşanan sen misin, topla kendini. İşin ne olacak?
Telefonun neden kapalı? Bari sesini duyayım.”
Onca soruyu telefonda yanıtlamak güçtü. Sadece “bir süre daha buradayım”
dedi “belki kışa…” “ Ne demek belki
kışa? Madem sen gelmiyorsun, hafta sonu biz geliyoruz oraya.” Kimseyi istemediğini, biraz daha yalnız
kalması gerektiğini zor da olsa anlatabildi ablasına.
Postaneden çıktığında yağmur çiseliyordu.
Sıcaktan kavrulmuş toprağa düşen damlalar buhar olup uçarken toprağın kokusunu
da uçuruyordu. Toprak kokusunu içine
çekti. Geldiği yere de yağardı yağmur; ama toprak böyle kokmazdı sanki.
Dönerken yağmur hızlandı. Aldıklarını eve bırakıp sahile gitti. Yağmurun denize yağışını hiç görmemişti.
Damlaları, damlaların yaydığı halkacıkları görmeliydi. Denize düşse bu kadar
ıslanırdı. Saçlarından sular akıyordu. Ayakkabılarıyla yürüdü, girdi denize. Üç
beş adım gidip, durdu. Hiçbir zaman çocukları olamayacağını, böyle yağmurlu bir günde öğrenmişti.
Testlerin sonucunu aldıklarında kocası “ tamam o zaman, ben büroya dönüyorum, akşam
görüşürüz ” demişti. Hepsi bu… Bu konuyu
bir daha hiç konuşmadıklarını anımsadı. Aslında bir sürü şeyi hiç
konuşmadıklarını… Her şey olması
gerektiği gibi sürüp gidiyormuş da sorgulanamayacak kadar mükemmelmiş gibi… Oysa doktordan çıktıklarında ağlamak, bağırmak,
bir şeyleri yumruklamak, sarhoş olmak istiyordu. Bunları ancak kendisi kadar
isteyen biriyle yapabileceğinden yağmurda yürümekle yetinmişti. Yağmurda
yürürken de sarhoş olunabileceğini o gün öğrenmişti. Yağmurda yürürken rahatça
ağlayabileceğini… Saçlarından akıp giden yağmurun ruhundaki yükü azıcık da olsa
alıp götürebileceğini… Yağmur aynı şeyi yine yapmıştı işte. İçinde nefrete,
acıya, kuşkuya ve boşluğa dair ne kaldıysa alıp denize akıtmıştı. Eve
döndüğünde toprak ve taze nane kokuyordu dünya.
Sabah uyanır
uyanmaz, ekmeğin arasına biraz peynir, domates sıkıştırıp, bahçeye çıktı. Sabaha kadar yağan yağmur, bahçede küçücük bir
göl oluşturmuştu. Güneş, yapraklardan süzülen her bir damlada çoğalıp ışıyordu.
Çalıların, otların üzerinde yüzlerce damlacık parlıyordu. Bahçeye binlerce
küçücük cam küre serpilmiş gibiydi. Bahçe
duvarından dışarıya, tek sıra olmuş, bir şeyler taşıyıp duran karıncaları
gördü. Ne de telaşlıydılar. Birden, nereden geldiği anlaşılmaz bir rüzgâr esti.
Bahçedeki iğde ağacından bir serçe sürüsü kaçıştı. Etrafındaki her şeyi ilk kez
görüyormuş gibiydi. Keşke yanında bir fotoğraf makinesi olsaydı. Haftalarca
gitmişti fotoğrafçılık kurslarına. Sonra ne olduysa, belki de fotoğrafını
çekmeye değer bir şey bulamadığından,
makinenin yerini bile unutmuştu. Yeni bir fotoğraf makinesi almaya karar
verdi. Yıllardır kaçırdığı ayrıntıları tek tek bulup yakalamalı, yakaladığı her
bir ayrıntıyla yeniden çoğalıp, en baştan başlamalıydı. Bahçe kapısında tuvali,
fırçalarıyla ressam göründü. “Bahçeyi temizleyecekseniz biraz kurumasını
bekleyin” dedi. “Sonra ben de size yardım ederim.” Gidiyordu, geri döndü.“ Akşamüzeri
balığa çıkacağım. İsterseniz siz de gelin.” Bu adamla her karşılaşma, her
konuşma ayrı bir şaşkınlıktı. Kimdi bu adam? Ressam mı, psikolog mu, mesafeli
mi, dost mu, çokbilmişin teki mi?
Kim? “Tamam, çıkarız” dedi.
Koyu baştanbaşa dolanıp eski bir
iskeleye geldiler. Tahtaları gıcırdıyordu. Korka korka attı adımlarını.
“Korkmayın” dedi adam. “Eski gibi görünüyor ama sağlamdır.” Oltaları atıp beklemeye
başladılar. Kadın fotoğraf planından söz etmek istedi. Çok konuşup adamı
sıkmaktan korkar gibi kısık bir sesle, “ bir fotoğraf makinesi almak istiyorum”
dedi. “Öyle mi” dedi adam, “neyin fotoğrafını çekeceksiniz?” “Her şeyi” dedi
kadın. Kendisiyle konuşur gibiydi. “Yıllardır ıskaladığım her şeyi… Yavaş yavaş
fark ediyorum neleri göremediğimi, neden göremediğimi. Ve öğreniyorum nasıl
bakıp nasıl göreceğimi.” “İyi” dedi
adam. “Bunu görebilmek, yaşamaya karar vermek demektir. Demek karar verdiniz
yaşamaya. Öyleyse hemen başlayın. Yaz bitmek üzere. ” “Acelem yok” dedi kadın. “Ben artık
buradayım”.
FİLİZ SONSUZ
*Resim Ertuğrul Gülümser’e aittir.